Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Haziran '07

 
Kategori
Edebiyat
 

Klasik romanlar ve günümüz

Klasik romanlar ve günümüz
 

Şeytan ayrıntıda gizlidir. Eğer bu sözde bir parça doğruluk payı varsa, eski romanlar şeytanların cirit attığı bir yer olmalı. Tarih kitaplarıysa yalnızca baş rol oynayanların büyük trajedilerini sergiledikleri bir sahne.

Ne zamandı hatırlamıyorum, birden aklıma geldi bu düşünce. Eskiden beri okuduğum kitapların altını çizerdim. Neler yoktu ki bu siyah çizgilerin üstünde; olayların geçtiği devrin kıyafetleri, adetleri, inanışları, yaşayışları, kanunları, kişileri… Hepsi ama hepsi mevcuttu bilgi hazinemde. Orada hiç beklemediğim küçük olaylar çok büyük devrimlerin içinde yaşanıyor, yıllardır kafamda putlaşmış kavramlar değişik şekillere bürünüyordu. Doğrusu çok şaşırmıştım.

Mesela, okul yıllarımın bir hatırası olarak, İngilizler’i kırmızı, Fransızlar’ı mavi üniformaları içinde hayal ederdim hep. Sürekli de savaşırdı bu iki millet. Ta ki ben bir gün bir romanda Cesar Biretteau’ya rastlayana kadar. O, beyaz pike yeleği, nefti renkli, bol redingotu, geniş kenarlı şapkası ve sarı tokalı ayakkabıları içinde bana gülümsemiş, içimdeki pek çok inanışı da tersine çevirmişti. Aynı duyguları şayak ceketli İvan’ı gördüğümde de yaşayacaktım. Romanın kostümleri tarihin kostümlerinden çok farklıydı.

Sadece kıyafetler değildi tabi beni heyecanlandıran. Çoğu ciddi, kalın kitaplardan öğrenemeyeceğim yüzlerce bilgi sunuyordu bana romanlar. Bu şeyler bazen mansenila efsanesi, bazense batıl bir inanış oluyordu. Çok şaşırmıştım Ruslar’ın da bizim gibi tahtaya vurduğunu görünce. Sonra tırnağa da tükürüyordu onlar. En ilginciyse, bizim nikâhta gelinin damadın ayağına basması geleneği, onlarda halıya önce basmak şeklinde vücut buluyordu. Galiba Ruslar, bizim güzel ülkemizi işgale gelen Moskoflar’dan oluşmuyordu yalnızca. İçlerinde mujikleri (köylü), pomeşçikleri (derebey) de vardı. Onlar da bir Tanrı’ya inanıyorlardı ve bizim gibi dua ediyorlardı. Sonra savaşta üstün başarı gösterenlere Aziz Giyorgi Nişanı gibi bir nişan da veriyorlardı, tıpkı Fransızlar’ın Legion D’honour Nişanı gibi.

İnanışlarımız gibi yaftalarımız da birbirine benziyordu. Bizim gâvur diyerek kestirip attığımız insanlara, Rus askerleri de 19.y.y. başında Alman deyip kestirip atıyorlardı. Onlar için Rusça konuşmayan herkes birer Alman’dı. Rusça’da Alman (Nemeç) sözcüğü de “ne dediği anlaşılmayan, ” “sersem” anlamına geliyordu zaten. Ve bana bu gerçeği bir roman fısıldıyordu.

Beni en çok şaşırtanıysa bir Fransız romanıydı. Devrimi de içine alan bir şaheserdi elimin altındaki. Bakın ne diyordu bana: “1831’de bir düğün alayına yol vermek için tüfek atışına ara verilmişti…” Demek devrim denen şey bizim kalın kitaplardan okuduğumuz gibi topyekûn bir vaka değildi. Savaş dolu bu sokakların iki adım ötesinde meraklıların konuştuğunu, gülüştüğünü, tiyatroların kapılarını açtığını, vodvillerin oynandığını anlatıyordu roman. Sonra Fransız Devrimi’ni yapanlara Sans-Culottes (Donsuzlar) dendiğini, en ateşli devrimcilerin kırmızı külah giydiğini öğreniyordum. Bir de küçük ayrıntı, o devirde kimyasal kibrit yokmuş ve Fumade çakmağı ilerlemeyi temsil ediyormuş.

Peki ya Rusya’daki sosyal değişimler?.. Bakın kızı Kiti için endişelenen Prenses Sçerbastkaya neden rahatsız oluyor: “…(genç kızların) sokaklarda yalnız başına arabayla dolaştıklarını görüyordu. Çoğu dizlerini kırarak selam vermiyordu artık.” Levin de Fransızca öğrenimine tepki duyuyor ve bunun çocuklarda içtenliği öldürdüğünü savunuyordu.

Bir roman sayesinde bir milletin hücrelerine iniyorduk. Onu anlıyorduk ve anlamlandırıyorduk. Üstelik bunu yerimizden hiç kalkmadan, masamızın başında yapıyorduk. Bana söyler misiniz kolay mı bir Türk’ün şimdi Rusya’daki Domostroy Yasalarından, 1864 Toprak Reformundan, 1874 muvazzaf askerliği zorunlu kılan kararnameden haberdar olması. Sonra İngiltere’de, idam edilen kişinin kokmasın diye tüm vücudunun katrana bulanarak sergilendiğini, bas blue’nun anlamını, ihtilale kadar her Rus mahkemesinde bulunan prizmayı öğrenmesi kolay mı? Bu sorulara “internette bir arama motoru kullanılarak öğrenilir, ” diye aceleyle bir yanıt verenler olabilir. Fakat benim belirtmek istediğim öğrenme akademik değil, yaşayarak, hissederek öğrenme. Toprak reformunun mujiğin veya efendinin üzerindeki etkilerini İvan’dan ve Aleksey’den iyi kim anlatabilir bize? Ya devrimlerin gerçek yüzünü?..

Geçmişi düşünürken bugünü, bugünü düşünürken yarını hesaba katmadan yapamıyorum. Bir de bizi düşünüyorum. Bizde de yok değil böyle yazıldıkları dönemki aydınlatan eserler. Araba Sevdası, İntibah, Ankara, Huzur, Aşk-ı Memnu ilk aklıma gelenler. Ancak yine de Fransız ve Rus romanlarının derinliğini bulmak zor bunlarda. Fazla da halkı anlatmadıkları için ben de böyle bir kanı oluştu herhalde. Yine de bizi düşünüp de üzülmeden edemiyorum. Bir Kurtuluş Savaşı, 1812 Fransız-Rus Savaşı’ndan daha mı ehemmiyetsiz veya heyecansızdır acaba? Ya da yaşadığımız darbeler bir romanın içinde anlatılamayacak kadar sığ mıdır? Sanmıyorum. Ahlayıp oflamak da istemiyorum. Tren kaçmış gibi geliyor bana.

Ne kadar acı, 19.y.y. ve 20. y.y. Rus toplum hayatı hakkında bildiklerim, kendi toplumum hakkında bildiklerimden daha fazla. İster gülün ister ağlayın. Bunun mimarının da kendim olduğunu sanmıyorum.

Peki ya bugün?.. Bugünün yazarları ne bırakacaklar kendilerinden sonraya? Torunlarımız, onların torunları hiç bilmedikleri dokuz yüzlerin sonunu ve iki binlerin başını öğrenebilecekler mi şimdinin eserlerinden? Bu soruyu “evet” diye yanıtlamak zor. Sahneleri dört duvar arasından çıkmayan, olayları üç beş steril ya da eşcinsel karakter arasında geçen romanları düşündükçe daha da zor. Siyasetten, toplumdan, tarihten uzak karakterler korkunç heyulalar gibi dolaşıyor edebiyatımızda. Erkekleri içmekten, kadınları kocalarını aldatmaktan sonsuz bir zevk alıyorlar. Zaten konular da hep bu minvalde dönüyor. “Adam kadını seviyordu, kadın da tensel arzularla adamın ayırtına varmakla birlikte…” şeklinde cümleler ya da “kadın başkasıyla yatarken kocasını düşünürse onu aldatmış olur mu olmaz mı?..” türünden derin (!) edebi tartışma konular… Bir okur olarak Türk romanından; Jean Valjan’ın kanunu, Piyotr’un Rus aydınını simgelediği şekilde bir unutulmaz simge karakter istemek, yakın tarihimizin, bugünün siyasi olaylarının yorumlanmasını beklemek, Anadolu mozaiğinin –geleneğiyle batıl inancıyla- sergilenmesini ummak hakkım değil mi?..

“Değil, ” diyorsanız, “biz de böyle şeyler zaten var, ” diyorsanız, kusura bakmayın ama, sonsuza kadar okunmamayı hak ediyorsunuz.

 
Toplam blog
: 6
: 2559
Kayıt tarihi
: 02.04.07
 
 

Mehmet Erkan, Temmuz 1981’de Samsun’da doğdu. 1998 yılında Namık Kemal Lisesi’ni, 2003 yılında da Eg..