Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Temmuz '14

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Kültür istilâsı

18 Temmuz 2014, Cuma, Ankara

Abdullah Çağrı ELGÜN

Kültür İstilâsı veya Kültürel İstilâ,  Türk- İslâm ülkelerinin örf âdet, gelenek, görene, dinî inanç sistemi, dil ve tarihini bozmayı  ve bu varlığı ortadan kaldırmayı amaç edinen  sistemler bütünüdür.

 

Bu sitemlerin amaçlarının görünüşte  tek olmayıp  çokça olması gibi  metodları da değişik ve çok olmakla birlikte ASIL GAYE  TEK ve BİRDİR… Bu da Türk-İslâm insanlarını topraklarından atıp yeryüzünden tamamen kaldırmaktır.

 

Bunlar kimler, bunları kimler yapıyorlar?

Bu istilânın başını çekenlere MÜSTEŞRİK diyorlar. Bu isme Batı dilinde  “Orientalist” Türkiye’de ise “ ŞARKİYATÇI” ismi de verilmektedir. Bunların çoğu bizler tarafından bilinmekte, tespit ve teşhisi bir bakışta mümkün görülmektedir.

 

Bunlar din kisvesi adı altında çoğu papaz okullarında Hıristiyan Misyonerleri tarafından eğitilerek gönderilmiş, İslâm ülkelerinde belirli yer ve mevkilere getirilmiş şahıslardır ki bunları, bunları teşhis edip çıkarmak için uyanık olmak gerekir.

Türk-İslâm ismi almış, sahte İslâm olmuş yakın tanıdıklarımız da olabilirler. Öylesine çok yönlü, karmaşık kişiliklere bürünürler ki tespit etmek oldukça güçtür.

 

Müsteşrikler İslâm dünyasının her yönüne hitap ederler. İslâm camiasının içine nifah tohumları ekmekte, akla gelmedik tefsirler uydurmakta, tuhaf bilgiler sızdırmakta, değişik ve karmaşık bulandırıcı eserler yazmakta maharet sahibidirler.

 

İslâm bilginleri, otorite, saygı, değer olarak, kendilerini saydırmasını bilirler. Hemen hemen hepsi de Türkçe, Arapça ve Farsçayı çok iyi derecede bilip konuşurlar. Bundan dolayı, İslâm’ın bütün yurtlarını kolayca gezip dolaşırlar. Maddi durumlarından dolayı, dertleri olmayan tuzu kuru kimselerdir.

 

Maksatlı olarak bozuk ve sapık mezheplere karşı büyük muhabbet duyarlar. Müslüman kardeşlerini de bu mezheplere teşvik etmekten kendilerini alamazlar.

Böylelikle Türk-Arap ve İslâm ülkelerini bu yol ile askerî, politik, ekonomik sosyal alanlarda felce uğratmasını bilirler.

Ekonomik bunalımlardan yararlanıp işçi, memur ve esnafı sokağa dökerler. İşçinin, esnafın ve memurun var olan haklarının da kaybolmasına açlık ve sefaletle karşı karşıya kalmasına, bir isyan başlatmaya teşvik ile sonuca pek sevinirler.

 

İslâm ülkeleri, özellikle Türkiye, bu durumu yeni yeni kavrayabilmiştir.  Bunlar, basın ve neşir konusunda öylesine savurgandırlar ki istediğiniz Zebur, ve İncil’i ilan edilen adreslerden, yanında hediyeleriyle birlikte bedava temin etmeniz mümkündür.

 

Bu Müsteşrikler, Avrupa’nın ülkelerinde örgütlenmişlerdir.  Asya’da Rusya’nın en tanınmış Müsteşriki Barthold, ise Mir İslâm’a( İslâm Dünyası)  dergisini çıkarmaktadır.

Rus Müslümanları ve Türkleri’ni zorla Hıristiyanlaştıran bir propaganda aracı durumdaki dengeyi çoğumuz bilmemekteyiz.

 

Müsteşrikler böylece İslâm âlimlerinin bile elde edemeyeceği belge, bilgi ve imkanlarla donatıldılar. Bunların karşılarında önceleri Osmanlı devletini görürüz. Özellikle Türk Hakanlarının bunlara karşı, amansız bir mücadeleye girişmiş olduklarını; fakat yalnız kaldıklarını da anlamaktayız.

 Bu alana ilk defa İngilizler, sonra Fransızlar, Hollanda, Macaristan, Afrika, İsrail’den sonra katılmayan devlet kalmadı dense yeridir.

 

Neticede inanılmaz bollukta yayınladıkları eserlerle Müslümanların beyinlerini yıkamaya, akılları bulandırmaya başladılar. Avrupa’nın bütün devletleri sömürüye hazırlanmakta, İslâm dünyasındaki gaflettekiler de bilerek veya bilmeyerek bunlara destek olmaktadırlar.

 

Bunlar arasında, kimliklerini gizleyerek Müslümanlardan daha da fazla Müslüman gözükmeyi başaranlar, müthiş bir otorite ve güven kazandı. Kimisi de kimliğini açıklamaktan çekinmedi.

 

Müsteşrikler, İslâm kültürünü saptırmayı,  amaç edinmiş bir topluluktur. Kendi aralarında planladıklarını kusursuz yürütürler.

 

Vaktiyle okuma yazma sevgisi dahi olmayan Avrupa’ya karşı, İslâm dünyası, Endülüs’ten Anadolu’ya  yazma, basma ve telif yüz binlerce eserlerle

Tıklım tıklım dolu bulunuyordu. Bunlardan Semerkant, Buhara, Bahçesaray, Kahire, Amida, Selanik, Kastamonu, Urfa, Kayseri, İstanbul gibi şehirler sadece bir kaçıdır.

Bugünün İslâm dünyasında ise 5-10 bin yazma eseri barındıranlar kendilerini bahtiyar saymaktadırlar.

 

Kitaplar ve kültürel hazinelerimiz daha en haşmetli dönemlerimizde elden çıkarılmaya, yurt dışına taşınmaya başlandı.

Müslümanlar, Avrupa’nın hiçbir ülkesinde elçilikler bile bulundurmazlar iken, Avrupa’nın küçük ülkeleri Danimarka’ya kadar, İstanbul’da elçiler bulundurmakta Müsteşrik faaliyetleri asırlar öncesine dayanmaktadır.

 

Lâle devrinde, eserlerimizin yurt dışına çıkartılması, kaçırılması, yasaklanmış olmasına rağmen, bu yasaklar rafa kaldırılmıştır. Bu durumda Avrupa’nın hemen bütün kitapları, “ŞARK YAZMALARI CE MİYETİ” haline gelmiştir.

 

Hollanda’nın Leiden şehri yazmalarıyla, İslâm Ansiklopedisi’ni çıkaran heyetin merkezi ve nihayet Müsteşriklerin de resmî olmayan başkentleri olmakla ün salmıştır. 

 

Batı’daki yazmalar, insanı hayrette bırakacak zenginliktedir. Nationele, Londra, Biritish Museum ve Oxford Bodleian Library, Royal Asiatix Society, Madrid Escorial adlarını bir çoğumuz duymuşuzdur.

 

Rusya’da Leningrad Akademisi, (Akademi Nauk) Nauk Bilimler Akademisi, Yazmaları, Fransızca eserler bakımlarından dünyada eşi yoktur.

Amerika’da Kongre Kitaplığı, Nevyork Puplic Library, Viyana’nın çok çok ünlü Saray Kitaplığı, İsveç, Upsala, Dublin Chester, Beatty Müzesi ve Lizbon Gülbenkyan koleksiyonunun zenginliği göz kamaştırıcıdır.

 

Dünyanın en zengin yazmaları Kırım Bahçesaray ve Buhara Han Kitaplığını Bolşevikler, Türkler’in geçmişle bağlarını koparmak için yakmışlardır.  Geçmişle bağlarının koparılması konusunda da oldukça başarılı olmuşlardır.

 

Avrupalıyı Müsteşrikler vasıtası ile  Müslümanların yurtlarını kültür istilâsı ile  işgale iten kuvvet İslâmiyet’e karşı  düşmanlıklarıdır. Onlar İslâmiyet’in dünya yüzünden ebediyen silinmesini arzulamaktadırlar. Misyonerlerden C.F.Jessup ve Alman Müsteşriki Carl Becce İslâmiyet’e düşmanlıklarını şöyle sergilemektedir.: “İslâmiyet, Hıristiyanlığa karşı  bir set kurmuş, sonra boyunduruğu altında bulunan ülkeler çoğalmıştır.” Gadner ise: “İslâmiyet’te yatan güç Avrupa’yı korkutmaktadır.”

 

Lornce Brown ise: “Müslümanlar, bir Türk İmparatorluğunda birleşirlerse, dünya için lânet ve tehlikeli olabilirler; ancak bölünmüş olarak kalırlarsa, o zaman ağırlıksız ve etkisiz kalırlar.” Demektedir.

 

Müslümanları güçsüzleştirmek adeta Müsteşriklerin şerrinden korktukları için çirkin olduğunu belirtmeyi geye edindiler. Müslüman birliğini yok etmek, bütün Avrupa ve sömürgeciler yarışa girdiler.

 

Bilimi kendilerine kalkan yapmışlardı. İslâm ülkelerinde müthiş bir gayretle, memleketlerin kargaşa içine itilmesi için Misyon çalışmalarını hızlandırıyorlardı. Parçalanmış İslâm Dünyasını, askerî, politik ve ekonomik alanda yıkılacağına kendilerini inandırmışlardı. Bunu da her vesile ile gerçekleştirdiler.

 

III. Selim Türkiye’sinden II. Abdülhamit’e gelinceye kadar özelliklerinden bir şey kaybetmeden gelen bu fizikî istilâ MİSYONERLİK HAREKETİ, Amerikan Koleji, İngiliz Koleji, Fransız, Alman Kolejleri, Sen Pİyert, Sen Jozef, Sen Luis Liseleri gibi okullar açarak memleketi bir ağ gibi kapladı. Bu kadar büyük bir hareketin etkisi de elbette büyük olacaktı.

 

Neticede devletimiz içinden yetişen ve Avrupa hayranlığı ile dolu Hıristiyan Misyonunun, taassubunda binlerce Türk-Müslüman evladının zihni bulandı. Zamanın devlet adamları paşalar, şairleri yazarlar bu okuldan hocalardan dersler alarak yetiştirildi.

 

Bunlardan Ali Suavi, Mithat Paşa,, Enver Paşa, Sait Paşa, Tevfik  Fikret. Bülent Ecevit,  gibileri bu kolejlerde, Halit Ziya Uşaklıgil ise bizzat papaz okulunda okumuştur. Abdülhamit ve ne yazık ki bu zatın kızı, Fransa’da bir papaz okulunda Rahibe olup Misyonerlik dersleri vermektedir.

 

Tevfik Fikret’in oğlu ise yine bu tesir ile yabancı topraklarda Papaz olarak ölmüştür. İsimlerinden buradan bahsetmediğimiz niceleri memleketimizin  kaderini elinde bulundurmaya devam etmektedirler.

 

Bu durum, Kültür İstilâsı, Misyonerlik Hareketi, öylesine bir salgın hale gelmiştir ki Televizyon ve gazetelerde Haçlı zihniyeti adeta ezberletilmekte, Hristiyan Kilise ve Haçı, Camii ve Ezan’dan üstün gösterilmektedir.

 

 Ezan okunurken kılını kıpırdatmayan çocuklarımız, Çan sesleri ile irkilir, Kilise ayin ve Vaftizlerine dikkat kesilir, Avrupa’nın pop, Amerika’nın break danslarıyla coşar hale geldiler. Bu devrin aydını ürkek, korkak, geçmişinden ve Türklüğünden utanan bir topluluk haline geldi.

 

Milliyetçilik hareketlerinin öncüleri de Müsteşrikler olmuştur. Vaktiyle “MİLLİYET” in karşılığı “MÜSLÜMANLIK” anlaşılırken, parçalayıcı güçler bu anlamı da aşınmaya uğratarak yok etmişlerdir. Milliyetçilik akımını ilk yayanların beynelmilel Masonluğun, Siyonizm’in adamları olduğunu söylemek yanlış olmaz.

 

Bunların Milliyetçilikleri de sahte idi, çıkarcılık ve bölücülüktü. Arkalarındaki kuvvet de Kültür İstilâsını gerçekleştirmek isteyen, birçok ırktan bir araya gelmiş Müsteşriklerdir.

 

SSC Birliğinde bu istilâ hat safhaya ulaştı. Medeniyet kervanına yetiştirmek bahanesiyle Azerbaycan Türkleri başta olmak üzere Türkiye’den de önce Latin Alfabesi öğretildi. Bir nesil sonra da Kiril Alfabesi üzerinde karar kılındı. Türk yurtlarındaki yazmalar böylece rafa kaldırıldı. Bir çokları yakıldı ve yok edildi.

 

Türk’ün eşsiz dâhisi Atatürk, bunu hemen kavrayarak dünya Türklüğü ile bağlarımızın kopmaması için Latin Alfabesini kabul etmişti; ancak Kiril Alfabesinin ve diğer çeşitli alfabelerin Türk yurtlarında Bolşevikler tarafından zorla kabulünden sonra bu bağ da kopmuştur.

 

Yunanistan, Bulgaristan ve Balkanlardaki Türk ve Müslümanların kaderleri hep aynıdır. Bizler uyanamazsak daha da devam edecektir.

 

Bunlardan sadece bir kaçını gözleriniz önüne sermek istiyorum: İtalya, Kuzey Afrika, Libya ve Trablusgarp’ı Fransızlar, Cezayir Kuzey Afrika’nın diğer taraflarını ve Doğu Mısır’ı, İspanyol ve İngilizler de aynı ülkeler üzerinde  kolonilerini hâlâ devam ettirmektedirler. 

 

Türk yurtlarını ise Rusya ve Çinliler sömürmekte devam ediyor.

Yeryüzündeki, bütün Müslüman devletlerin KÜLTÜR İSTİLÂSINA amansız bir hastalık gibi tutuldukları söylediklerimizden de açıkça anlaşılmaktadır.

 

Biraz da gelişme yıllarımız, ilim, teknik ve sanattaki muhteşem çağlarımıza değinmek istiyorum:

 

Tarihin ilk devirlerinden bu yana gelişme istidat ve kabiliyeti ile donanmış Türk, 9.10.11. yy. larda Müslümanlığı kabulüyle daha da büyük hamleler atmıştır.

Türkler’in kullandığı alfabelerin sayısı oldukça fazladır. Bunlardan Sankritçe, Soğutça, Köktürkçe, Uygurca, Arapça, Latince gibi alfabelerin dışında bir kısım alfabeler daha kullanmışlardır.

 

MÖ. lere kadar inen Türk eserleri el yazmaları, telif ve baskı eserleri yurdumuza 17.yy.da zorla girdirilen matbaanın daha 4.yy.larda gelişmiş olarak kullanıldığını ispatlamaya kafidir.

Uygur Metinlerinin keşfi ile  dünya yeni bir ivme daha kazandı. Evet, birbirlerinden güzel, on yedi dil ve yirmi dört alfabe ile yazılmış on binler, yüz binlerce yazma ve basılı kitaplar…

 

Albert GÜRÜNWEDEL başkanlığında ki heyet kırk altı(46)  sandıkla Almanya’ya dönüyor. GÜRÜNWEDEL ve VON LE GOQ 1906 da bir yığın zengin eseri memleketine götürüp 1907’de Stein yirmi dört(24) sandıkla dönüyor. 1908’de 3 Mayıs günü Peliot, burada on beş bin (15.000.) eseri inceliyor ve paha biçilmez eserlerle memleketine dönüyor.

 

1913’te, Le Coqaraştırmalarını tamamlayıp Almanya’ya dönerken yüz elli altı(156) sandık getiriyor.

1914’te  Stein yüz seksen iki(182) sandık getirebiliyor. Geri kalan kitaplar ya kayboluyor ya da Çin/Pekin’de tozlu raflar arasında kalıyor.

 

Turfan bölgesinden, beş yüz(500) sandık bulundukları yerden çeşitli ülkelere kaçırılıyor. Bugün Uygur Türkçesi metinlerinden Doğu Berlin’de olanların %20’si, neşredilmiş durumdadır. 8.000. kitap ise kendini tozlu raflar arasından gün ışığına çıkartacak elleri beklemektedir.

 

Sonraki yüz yıllarda Göktürk Abidelerini görüyoruz. Buradaki edebî dilin, hitabet dilinin orijinalitesi insanı hayrette bırakacak derecededir.

Fransa, İtalya, İspanya, Sicilya, Yunanistan’da ilim ve kültürün yayılmasında İslâm Türk dünyasının büyük rolü vardır.

 

Ortaçağda Farâbî, Fahrettin Râzî, El Birûnî, İbn-ür Rüşt, İbn-î Sinâ gibi bilginlere Avrupa hayranlıkla bakar. Komedi ve dramlarında yazdıkları eserlerinde erişilmez birer sembol olarak gösterilmekteydiler.

 

Kağıdı keşfeden doğu âlimiydi. Hatta Semerkant’ta bir kağıt imalathânesi kurmuşlardı. Cebir, Matematik, Fizik, Astronomi, keşiflerini yapanlar hep Müslüman yurtlarından çıkıyordu. Mikrobu bulan (Akşemsettin) Behçet Hastalığını keşfeden (Behçet), Saati keşfeden İslâm âlimleriydi. Barut, Alkol, Kimya gibi keşifler Doğu’da yapılmış, Çiçek Aşısı, ilk önce Türkler tarafından uygulanmıştı.

 

1500’lü yıllarda Astronomide, Kadızâdei Rûmî, Takiyüddin Mehmet Efendi, Coğrafya alanında Piri Reis, Seydi Ali Reis, Katip Çelebi, Ezurumlu İbrahim Hakkı Efendi, Hoca İshak Efendi, Cebirde El Cabir, Fizikte Birunî, Tıbda İbnî Sinâ, Astronomide Caca Bey gibi dahî ve üstadlar yetişmişti.

 

Avruopa’da ise henüz Ortaçağın karanlık zihniyeti devam ediyordu.

Batı, Ruh hastalıklarını insanın içine ŞEYTAN GİRMESİYLE İZAH EDİP hastaları diri diri yakarken, Türkiye’de insanlık, artık refah ve mutluluğa kavuşmuştu, hayvanları tedavi eder ve onlara hastahâneler kurar olmuştu. Hayvanların saadet ve mutluluğuna ortak olmak için GURABA-İ LAKLAKAN adı ile hayvan hastahânesi kurup(İstanbul)  leylekleri tedavi ediyordu.

 

2. yy.lardan itibaren matbaayı kurarak medeniyet yolunda adım adım ilerleyen bu millet, ilim ve fen sayesinde ayaktaydı.

18.yy.da ise saraylarda cihanı titreten bir fermanla, Avrupa krallarını tahtından eden veya taç gidiren hakanlardan eser yoktur. Yerini haremlerde bir gecede dört yüz beşiğin sallandığı zevk ve eğlence müptelası devlet idarecilerini görmekteyiz.

 

Dünyanın bilinen tarihinin 3/3’ünün 2/80 toprağına;  2/90 nüfusuna hükmeden ve  “Dünya bir TÜRK’e dar!..”  diyen hükümdar ve ilim adamları yoktur.

18.19.20.yy.larda Türk insanının kadersizliğine kurban olduğu yıllardır. Bu yıllarda ilerlemeler adına birçok reformlar, inkılâplar yapıldığı bir gerçektir. Lâkin Batı gibi, Avrupalı gibi olma düşüncesi üç yüz yıldır içimize öylesine bir işlemiştir ki 17. Yy.la kadar ilk, star olmasını başarmış bir millet, bu ezilmişlik içinde, Batı’dan gelen her şeyi Müslüman Türk insanına olduğu gibi kabul ettirmek istenmişlerdir.

Böylece Batılı olamama kompleksi ile dolu, ne Doğulu ne de tam anlamıyla Batılı olmayan öyle bir nesil yetişmiş ki MELEZ BİR GRUP OLUP ÇIKMIŞIZ…

 

Batı, bizim kültürümüzü, eriştiğimiz olgunluğu ve merhaleyi bizden vagon vagon, sandık sandık çalmış, kaçırmış, satın alarak onları incelemiş yutup hazmettikten sonra elde ettiği bilgi, tecrübe, birikim ve deneyleriyle sentezleyip aynı silahı AVRUPA KÜLTÜRÜ OLATRAK ve istilâcı bir tutumla bizlere sunmuştur.

 

Biz buna karşı neler yapmışız, şimdi de ona bir göz atalım:

 

Yurdumuzda kurulan ve çoğunluğu yabancı dillerle ve yabancılarca işletilen okulların verdiği İngiliz, Alman, Fransız, kısaca Avrupa kültürü(örf, âdet, gelenek ve yaşama biçimi, düşünce ve davranış) insanlarımızı da değiştirmiştir.

 

Diğer taraftan da Türk okullarında Avrupa’ya yetişeceğiz diye Avrupa’nın her yeniliğini vatana getirme ve uygulama modası yayılmıştır.

Böylece geçmişe set çeken bir nesil ve temel eğitim okullarında öğretilen “Ali yat yat uyu!.. Uyu uyu yat!” teraneleriyle uyutulmuşuz.

“Halbuki : “Uyuşuk beyinlerden, durgun kafalardan oluşan yığınlar taş ve çakıl yığınlarından farksızdır. M.K.Atatürk.”

 

Fatih’in ölümünden sonra oğlu II. Beyazıt döneminde Matematikçi ve Filoz, Molla Lütfü, eski çağ filozoflarının eserleriyle ilgilendiği için mutaassıp çevrelerin  devlet adamlarına baskısı ve Şeyhülislam’ın da fetvasıyla idama mahkum ediliyor…

Padişah bu değerli devlet adamını kurtarmaya çalışıyor; fakat dar görüşlü ulemaya karşı gelemiyor. Molla Lütfü Sultanahmet Meydanı’nda idam olunuyor…

(Prof. Dr. Turhan FEVZİOĞLU, Atatürk Yolu,Ankara, 1987, s. 11-13)

(Cevat PERİN, Atatürk Kültür Devrimi İst. 1981, s.33)

19 yy. ortalarında Osmanlı ordusu Nizip’te Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın kuvvetlerine mağlup olur. O tarihte Osmanlı ordusunda müşavirlik yapan ve daha sonra Alman ordularında ünlü bir başkomutan olarak görev yapan MOLTKE bu yenilginin üzücü sebeplerini anlatıyor.

 

1839’da Nizip’e gelen Osmanlı ordusunun başında Hafız Mehmet Paşa, kadrosunda ise başta Moltke olmak üzere bazı Prusyalı subaylar da vardır. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu, İbrahim Paşa emrindeki kuvvetler, Halep’ten harekat ederek, Nizip ile Birecik arasındaki ovaya geldiklerinde, Osmanlı Ordusu çok iyi durumdadır. Mısır kuvvetleri ise dağınık ve yorgundur.

 

Moltke müsait durumdan yararlanarak hemen saldırıya geçilmesini teklif eder.

Hafız Mehmet Paşa istihareye yatar. Din adamlarını toplar ve danışır. Bu arada Cuma günü savaşmanın dine aykırı olduğunu ortaya atanlar olur. Taarruz ertelenir. Daha sonra bir gece baskını için müsait bir ortam doğar. Din üleması buna da karşı çıkar ve haydutlar gibi baskın yapmanın Padişah askerlerine yakışmayacağını söylerler.

 

Mehmet Ali Paşa’nın ordusu durumu düzeltip üstün şartlarda taarruz edebilecek hale gelince, askerî müşavirler başka bir hatta çekilmeyi teklif ettiklerinde yine bazı dinî yorumlarla geri çekilme önerisi reddedilir.

 

Neticede 29 Haziran 1839’da uygun şartlarda harekata geçen Mısır ordusu Osmanlı ordusunu yener ve Anadolu içlerine kadar ilerler…

(Prof. Dr. Turhan FEVZİOĞLU, Atatürk Yolu, Dil Tarih Yüksek  Kurumu, Ankara, 1987, sf. 24.)

Avrupa’da 1450 yılında icat edilen matbaa Türkiye’ye yaklaşık 300 yıl sonra (277 yıl)  girebilmiştir.(1727) halbuki, bütün cihana karşı, İstanbul’u 1453’de ebedi olarak Türk topraklarına dahil etmiş olan KUVVET ve KUDRET, hemen hemen aynı yıllarda icad edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul ettirmeyi başaramamıştır.

 

1575’de III.Murat, Tophane Tepesi’neki İstanbul Rasathânesini yaptırmıştı…. Başında Astronom, Takiyüddin Mehmet’in bulunduğu bu rasathanede bir çok değerli ilim adamları da çalışmakta ve araştırmalar yapmaktadır. Kırşehirde aynı yıllarda Rasathânenin başında Caca Bey vardır…

 

1580’de bu rasathane, Şeyhülislâmın Padişah II.Murat’a bir mektup göndererek: “Rasat yapmanın, eflâkın sırlarını öğrenmeye teşebbüs mahiyetinde bir küstahlık olduğunu” ve “RASATHÂNE tesis eden devletlerin zeval bulduğunu” bildirdi.

Hurafelere kolay inanan hükümdar, Kılıç Ali Paşa’ya bir ferman göndererek Rasathaneyi bir gecede yıktırdı…

 

İstanbul’daki rasathanenin yıkıldığı tarihlerde, çağdaş astronominin kurucularından KEPLER dokuz yaşında bir çocuktu…

 

İslâm âleminde bundan çok çok önce kurulmuş ve çok ciddi çalışmalar yapmış rasathâneler mevcuttu. Bunlardan biri de Semerkant’ta 15.yy.da Uluğ B ey tarafından kurulmuş bulunan  ve Kadızâde i Rûmî, Ali Kuşçu gibi ocağın ünlü bilginlerini yetiştiren rasathanelerdir.

 

Avrupa’da ise benzeri İngiliz Bilimler Akademisi(Royal Society), iele Fransız Bilimler Akademisi 17.yy.da yani İslâm Türk Rasathânelerinden tam 200 yıl sonra kurulacaktır.

 

Fatih zamanında, Uluğ Beyin öğrencilerini İstanbul’a getirerek astronomi çalışmaları yaptıran dehaların çocukları 17.yy.da gök mekaniğinde İNKILAP yapılırken bizdeki son rasathâneyi de yıktırarak astronomiyi falcılık haline getiriyor…

 

İlim adına yapılan tartışmalar, 17-18. yy. da medreselerdeki tartışmalar: “NELERİ İNSANIN DİNDEN ÇIKARACAĞINA”  dairdir.

 

Medrese ülemaları, arasında yazılan kitap sayfalarında: “BİR İPLİĞİ SİNEK PİSLİĞİNE BATIRIP TOPRAĞA GÖMERSENİZ NÂNE BİTER..”

ÇİÇEK HASTALIĞINA YAKALANAN ÇOCUĞA MERKEP SÜTÜ İÇİRİLİRSE  HASTALIĞI GEÇER.” Gibi ilmî olmayan bilgilere yer veriliyordu…

Avrupa’nın ilmi ise beğenilmiyor, Aristo’nun dört unsur nazariyesi “TOPRAK, SU, HAVA, ATEŞ” rafa kaldırılıyordu.

Bunu yine o devrin Ziya Paşa’sı şöyle izah etmektedir:

 

“Diyar-ı Küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm,

Dolaştım Mülk ü İslâm’ı bütün, virâneler gördüm…

 

 Bulundum ben dahi dâr üş-şifa-yı Bâb-ı Âlide,

Felâtun’u beğenmez anda çok divâneler gördüm.”

 

III. Ahmet ve baş veziri İbrahim Paşa, giriştikleri yeniliklerin bedelini, Padişah tahtını, vezir de hayatını kaybederek ödedi…

III. Selim de aynı akıbete uğradı

.

Tanzimat’ın ilanından sonra yeni açılan ortaokullarda, HARİTA İLE COĞRAFYA DERSLERİ OKUTULMASIÜZERİNE, Damat Sait Paşa, Padişaha baş vurarak: “Coğrafya derslerinde harita gösterilmesinin Kafir âdeti  olduğunu ve şeriatın buna cevaz vermediğini” bildirmiştir. Bu ana karşı İslâm dininden olan Piri Reis dünyanın yedi harikasından biri olan  haritasını bu olaylardan (1513’te) tam beş yüz yıl önce çizdiğini hatırlarsak 19.yy.da Coğrafya derslerinde harita gösterilip gösterilmemesinin, KİMLERİN OYUNU, OLDUĞUNU, NE GİBİ BİR İSTİLÂ GİRDABININ İÇİNDE OLDUĞUMUZU RAHATLIKLA ANLAYABİLİRİZ.

 

19.yy. da Büyük Reşit Paşa’nın Cami’lere PARATONER komaya BÜYÜK GÜCÜ yetmemiştir… Camilerin havalandırılmasını sağlamak için Paratonerin gerekliliği FETVAYI gerektiriyordu….

(“Prof. Dr. Reşit KAYNAR, Atatürkçülük Nedir?, Varlık Yayınları, 6. Baskı, .s130”)

 

II: Mahmut Döneminde başlık olarak “FES” kabul edilince bir kısım din adamları buna karşı çıkarlar.: “FES”’in din ve imana uygun olmadığı ileri sürülür…

Aradan yüz yıl geçince, aynı başlığın (Fes) : “DİN ve İMAN İŞARETİ” olduğu ileri sürülerek bu defa da “Fes” in kaldırılmasına karşı çıkıldı.

 

Bu basit misaller bile toplum hayatımızda MÜSTEŞRİKLERİN beyinlerimizi nasıl şekillendirdiğini görmeye kafidir.

(“Bernand Levis, The Emergence of Modern Turkey, 1962, s.. 100.”)

 

İslâmiyet’te ise tam aksine TOPLUMU BAŞARIYA, ZAFERE GÖTÜRMEK HEDEFTİR.”

 

İslâm dininde  “ŞEHİT” İslâm zaferine hizmet edendir.  İslâm’ın yayıldığı alanı büyütmek için Allah yolunda ölendir. İslâm dini, “Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmayı” emreden, miskinliği ve tembelliği reddeden dindir.

İslâm dini: “Bir günü diğer gününe eşit olanı bünyesine kabul etmeyen”  bir dindir.

 

Hz. Peygamber: “Önce devenin ayağını bağla, sonra tevekkül et.” diyerek tedbiri elden bırakmamak gerekliliği üzerinde durur.

“İlim Çin’de dahi olsa al.” İlme kucak açan bir dindir.

Allah’ın emri çok çalışmaktır.

 

İlim Mümin’in yitik malıdır; nerede bulunursa alınır..

Allah’ın ilk emri “IKRA!” (Oku!) dur. Bizim dinimiz, AKIL-MANTIK dinidir. Milletimize, hakir, alçak ve zelil olmayı tavsiye etmez…

Bizim dinimiz, âlimlerin, ulemalarına kabul gördüğü en son, en gerçek ve en mükemmel dindir. Akif’te bir şiirinde:

 

“Yıllarca , asırlarca süren uykudan artık,

Silkin de etrafındaki zulmetleri yak, yık,

Bir baksana gökler uyanık yer uyanıktır.

Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.” Diyor.

 

“Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası,

Dostunun yüz karası, düşmanın maskarası…”

Ey arkadaş! Kardeşlerim, Müslüman Türk’ün son müdafisi… Dibi görünmeyen kuyunun karanlığında kör ve sonu olmayan girdabın derinliğinde boğulmamak için: Düşmanlarını tanı, dinini iyi öğren, seni Kültür İstilâsı ile bir kaşık suda boğmak isteyen Hıristiyan Misyonerlerinin Müsteşriklerin …vb.lerinin oyunlarına gelme..

Saygılarımla

 

 

 

 

SONUÇ 

 

1)Osmanlı ve İtalyan Pasaportu- Selânik Musevisi Emmanuel Karasso Efendi vardır. 1897’de Yahudi Protokollerinin tatbikatçısıdır. II: Abdülhamit’i devirten de Metr Salem-Dönme Cavit ve bu zattıt.

 

2)Jön Türkler(İttihat ve Terakki Mensupları) İtalya’dan tüzüğünü aldıkları Karbonari Cemiyetini kurmuşlardır.

Amaçları: “Ormanları kurtlardan temizlemek, kurtların parçaladığı kuzu için intikam”dır. Bu Cemiyette o günün ünlü isimlerinden:  “Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ayetullah Efendi, Enver Paşa, Talat Paşa” dır.

 

3)II. Abdulhamit’e Yıldız Sarayı Suikastını da Siyonistler yapmıştır.

4) Somali’de yaşayanlar Müslüman Araplar’dır. İngilizler burasını sömürge olarak kullanmaya başladıktan sonra, mahalli ağız uydurarak, Arap, İtalya ve İngilizceden kurulu Latin Alfabesi uydurdular.

5) Lübnanda’da  aynı taktikle yola çıkmışlardır. Hatta ağız özellikleri sergileyerek, Sait Akıl Zeceli-Halk Divanı “YARA” yı yazmıştır.

Piskopos Mübarek, Lübnan’dan için: “ Orta Doğu’da Hıristiyanlar’ın millî vatanıdır.” diyor.

 

6) İngiltere tarafından Hindistan’da da aynı durum sergilendi. Mr. Mac Donald’ın üç dilde çıkardığı İslâm Ansiklopedisinin Türkçe baskısında Allah maddesinde: “KAHHAR”, sıfatını “GADDAR” olarak değiştirerek İslâm’ı saptırmak istemektedirler.

 

7) Cerci Zeydan: Adı Süryanice’de Jorjis Batı dillerinde Georgia’dır. Müslüman değildir; ancak bir İslâm Velisi zannını devamlı üzerinde taşır.

Halil Gibran da Hıristiyan olup Müslüman değildir; ama “Halk Erenler” kitabının yazarıdır.

 

8) Dr. Gates: “Not to Me Only” adlı kitabında Robert Koleji’nin “Bulgaristan” yaratmak için yaptığı inanılmaz gayretini överek anlatır.(Bulgaristan 1917 yılında atılan adımlarla, 1922 yılında tam bağımsız hale kavuştu)

 

9) Merzifon Koleji Müdürünün odasında Türkiye’yi parçalayan gizli bir haritanın ele geçirildiğini, General Abdullah ALPDOĞAN bildirmiştir.

10)

1. Masonlar

2.Siyonistler

3 .Protokollar,

4.Müsteşrikler,

5.Misyonerler

Hepsi birden İSTİLÂ ÖNCÜLERİDİRLER.

 

11) 1906-1099 yıllarında başlayan  Haçlı Seferleri sekiz kez(8)  kez tekrarlanıyor.

Müslümanlar’dan Kudüs’ü alarak seksen sekiz(88) yıl ellerinde tuttuktan sonra, tekrar Türkler’in eline geçen Kudüs’ü geri almak için bütün Hıristiyan dünya devletleri Haçlanır.

3. ve 4. Kez yapılan seferler de netice vermeyince, Almanya ve Fransa müthiş bir plan yaparlar. Planın kısa ifadesi şudur:

 

HAÇLI SEFERLERİ’NİN BAŞARISIZLIĞINA SEBEP, SAVAŞA KATILANLARIN HEP SUÇLU KİMSELER OLMASIDIR. ÖYLEYSE BU İŞİ ANCAK MASUM, GÜNAHSIZ ÇOCUKLAR BAŞARABİLİRLER.

 

İşte, masum çocuklardan oluşturulmuş büyük bir ordu kuruluyor. Yaşları 10-12’ arasıdır.   

Alman Kolu:30.000 kişi Adriyatik Denizinden geriye dönüyorlar. Kendilerini götürecek gemi bulamıyorlar.

Fransız Kolu:20.000 kişi Marsilya’ya kadar iniyorlar. Bunlardan bir kısmı da Sardarya Adası yakınlarında gemilerinin batmasıyla suyun dibini boyluyorlar.

Diğer gemilerin bir kısmı da Açıkgöz Armatör Guillauma tarafından esir tüccarlarına satılıyor. (1213)

 

Görülmektedir ki Türkler’in İslâm ülkelerindeki kontrolü bırakmasından sonra Kudüs, Yahudiler’in eline geçmiştir. Bugün bu bütün dinlerce de kutsal olan mekanlarda kan, gözyaşı, sefalet, açlık, hastalık ve savaş asla bitmemiştir…

 

 

 

KAYNALAR

 

(Prof. Dr. Turhan FEVZİOĞLU, Atatürk Yolu, Dil Tarih Yüksek  Kurumu, Ankara, 1987, sf. 24.)

(“Bernand Levis, The Emergence of Modern Turkey, 1962, s.. 100.”)

(“Prof. Dr. Reşit KAYNAR, Atatürkçülük Nedir?, Varlık Yayınları, 6. Baskı, .s130”)

(Prof. Dr. Turhan FEVZİOĞLU, Atatürk Yolu,Ankara, 1987, s. 11-1)

(Cevat PERİN, Atatürk Kültür Devrimi İst. 1981, s.33)

 

 

 
Toplam blog
: 65
: 503
Kayıt tarihi
: 27.09.10
 
 

Abdullah (Çağrı) ELGÜN HAYATI HAKKINDA BİLGİLER Kayseri’de dünyaya geldi. Kayseri Atatürk İlkokul..