Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Mayıs '09

 
Kategori
Öykü
 

Kuşbaz

Kuşbaz
 

Foto: Yüksel ÖNAÇANhttp://www.fotokritik.com/kullanici/Yukselenyildiz/portfolyo/


Ana, bildiği tüm ayetleri okumaya devam ediyor, bir türlü uçak korkusunu yenemiyordu. Sohbet etmek istediği kesin olan orta koltuktaki kadın, “Sen de mi Brüksel’e bacım?” diye soruyor, cevap alamıyordu. Bu soruyu birkaç kez sormuş, cevap alamayınca sağındaki, pencere kenarındaki genç kıza, “Kızım Elif, bu sağır elleham*, ”demişti. Oysa tip ve giyimlerine bakanlar, onların ana-kız değil, çok farklı iki milletin insanları olduğunu zannederlerdi. Ağzı dualı ana, “Yok bacım, ben az ilerde paraşütle bir çeşmenin başında ineceğim, ” gibi bir cevap vermeyi düşünüyor, okumasını uçağın kazasız belâsız inebilmesi için kesmiyor, duayı şaşırmamaya çalışarak aklından geçiriyor, tespihini daha bir süratli çekiyordu.

Avrupa’ya umutlarını yeşertmek için ilk göç edenlerin gelmesinin üzerinden yarım asır geçmiş, ana, onbeşbin Eru (Erou) başlık parası vererek aldığı geliniyle onun sayesinde millî damat olmuş (!) oğlu Osman’ın istek yapmasıyla vize alabilmişti. Okuma yazması olmayan, tüm bildikleri kulak dolması olan, çevresi dar, mantık yürütmesi de o denli cüce olan altmış yaşın üzerindeki bu kara kuru ihtiyar kadın, oğluyla karar almış, onbir yaşındaki Murat ile ondördündeki Hatice’nin, yani torunlarının öğretim ve eğitimiyle ilgilenecekti.

Pasaport kontrolünden sonra valizini almak için gidenlerin peşine takıldığında, yıllar önce işçi olan eşinin yanına gelirken bir kadının kullanılmadık çarşafa sardığı kuru yufkaların, çarşaf bağının bir kenarından yere döküldüğünü ve bunu gören görevli polisin de, “Madam, madam! Votr papye ( votre papier)!..” diyerek yufka parçasını yerden alıp, kadının arkasından koşmuş olmasının hâlâ anlatılıyor olmasını hatırlamış, gülümsemişti.

Valizini banttan alıp çıkışa yönelenleri takip etti. Çıkışta kendilerini alacak olanların arasına karıştığında vakit öğle olmasına rağmen onu karanlık bir gökyüzüyle soğuk bir rüzgârın eşliğinde yağmur damlacıkları karşıladı, ürperdi. Telefon ettiğinde oğlu Osman, çıkışta beklemesini, gelip alacaklarını söylemişti.

Yolcularla karşılamaya gelenler sarmaş-kucak oluyorlardı.

“Yenge hoş geldin.”

“Vay babam, hoş gelmişsen.”

“A guzuum, niye geç galdınız?”

“.Vay benim oğlum da delikanlı olmuş!”

“ ……………………….. .”

“………………………………….. .”

Ana, şaşkın ve telaşlı, ortalıkta kalakaldı.

Gülyıldız, pencereyi açmış, kocasına bağırıyordu.

“Osman, geç kaldık, uçak şimdiye inmiştir, arabayı çalıştırdım, bir saatlik yolumuz var, anam telaşa düşmüştür, haydi gâlik!**” diye bağırıyor, bir taraftan da ayağına bir türlü oturmayan yüksek ökçeli ayakkabısını giymeye çalışıyordu. Osman her tarafını ihtimamla yaptığı güvercin kümesinin kapısını kapatırken, elindeki telefonla konuşuyordu:

“Bırak psikiatri doktorunu falan, oğlunun ilgisini güvercinlere çek. Stres atmaya birebir. Bak göreceksin karasevdadan çabuk kurtulacak, o kızı da çabuk unutacak. Biz anamı almaya havaalanına gidiyoruz, sonra görüşürüz…”

Vardıklarında her ikisi de analarındaki öfkeyi sezinlemekte güçlük çekmemişti ve hava açmış, güneş, yağmurun yıkadığı yeşilliklerin üzerinde raks ediyordu. Yeşil, yeşil, her taraf yeşildi.

“Türkiye’ye de böyle yağmur yağsa, buradan daha yeşil olur, ” dedi Osman.

“Yavaş sür, anamızı aldık, acelemiz yok artık.”

Ana, az önceki karanlığı, rüzgâr ve yağmuru unutmuş, hayran hayran yeşilliklere bakıyor, adeta gözleriyle içiyor, içiyordu. Orta Anadolu’da, Emirdağ’da büyümüştü ve çevresindeki sakal gibi orman yıllar boyu bilinçsizce kesilmiş, sadece altında bir ermişin yattığı rivâyet edilen tek-tük iri, ama içi oyuk ardıçlar kalmıştı.

“Hava açtı, tam güvercin havası. Ben Mardinli yavrularla Limonîleri, bir de Arap Akkuyruk’u uçuracağım ilk kez. Sen de gider o sırada çocukları okullarından alır gelirsin; ebelerini özlemişlerdir.”

Ananın, endişeli dakikaların yarattığı öfkesi gördüğü bu yeni yerler tarafından silinivermişti. Hayranlıkla seyrettiği trafiğin akışından bakışını çevirmeden:

“Gülyıldız, Sarıkaş Fatma’yla görüştün mü?”

“Görüştüm ana. İlhan’in mühendis olduğunu söyleyip, bir de fotoğrafını gösterince kadın besmele çekti. Çok beğendi.”

“Eee, başlık ne istiyor?”

“Anam sen hâlâ eskisi gibi düşünüyorsun. Fatma teyzenin başlık falan istediği yok. Zaten başlık diye bir şey kalmadı artık.”

“Tamam dedi mi? Sen kızını gördün mü? Pek methediyorlar.”

“Kız güzel. Boyu kayınımın boyuna denk. Evlere temizliğe gidiyor.”

“Fatma ne dedi Fatma?!”

Ana, heyecanlanmıştı. Aklısıra*** oğluna bu kızı bitirecek, hayır-duasını alacaktı.

“Fatma teyze de kızına talip olmamıza çok sevindi. Amma, …”

“Ne aması?”

“Aması kızı bilirmiş.”

“Önünde anası babası varken kızı nasıl bilecekmiş?!”

Gülyıldız, babasının kendisini henüz onaltı yaşındayken adeta inek satar gibi sattığı o günü düşündü, iç geçirdi. Kocasıyla hiç ortak yanları yoktu. Kendisi çalışıyor, kocası güvercinlerden başka bir şeyle ilgilenmiyordu.

“Devir değişti anam.”

“O zaman madem kızı tanıyorsun, onunla bir konuşsaydın?”

“Ana gençler kendi kararlarını kendileri veriyorlar artık. Ana-babaların evlendirdikleri ya boşandılar, ya da boşanmak üzereler.”

“Niye gızım, bak siz gül gibi geçinip gidiyonuz. Sen hele bi gız ile gonuş, gölgede duranın gölgesi olmaz.”

Gülyıldız, içinden, “Ne de gül gibi, ” deyip, bir iç daha geçirdi.

“Olur ana, görürsem konuşurum.”

Osman, çalmakta olan kasetin sesini biraz daha açarken:

“Mühendis adamın burada işi ne, otursun oturduğu yerde, ” dedi ama sesi bir Emirdağ türküsünün nağmeleri arasında pek duyulmadı.

“Guyunun başında ışmar eyledin,

Bir sevgi sevdim de pişman eyledin,

Keşke bu sevgiye düşmez olaydım,

Beni anamınan düşman eyledin.”

Gülyıldız, onları eve bırakıp çocuklarını almaya gittiğinde ana, iki katlı evin tavanarasına kadar gezdi. Waregem’in kenar semtlerinden birinde olan bu ev Alman bombardımanında hasar görmemiş eski bir evdi. Evsahibi olan yaşlı kadının öldüğünü ölümünden üç hafta sonra ortalığı kaplayan kokudan anlayan komşularının haber verdiği çocukları tarafından satılmıştı. Satıldığında, diğer eski evlerdeki gibi, helâ ve banyo bu evde de yoktu. Ama şimdi alafranga bir helâsının da olduğu geniş bir banyo birinci katta, doğululara has ikinci bir helâ da ikinci kata eklenen duşta yerini almıştı. Türkler’in ilk göçü başladığında herkes katlara konulan tenekelere ihtiyaçlarını yapıyorlardı. Türkler, kiraladıkları evlere helâ yapmaya giriştiklerinde ev sahiplerinin tepkileriyle karşılaşmışlar, onlardan habersiz yapılınca da, yapıtların beğenilir olmasıyla her ev bir banyo ve helâya kavuşur olmuştu.

Bu şehirde tek Türk onlardı ve Osman’ın başka güvercin kümeslerini merakı tuttuğunda başka şehirlerdeki Türkler’i ancak görebiliyor, konuşabiliyorlardı.

Osman, ahşap bir bahçe evini evin arkasındaki bahçenin gerisine sadece güvercinleri için kümes yapmış, boyayıp cilâlamıştı. Karısının, bu kümesin yanına bir de tavuk kümesi yapması isteğini, tavuklar güvercinleri korkutur gerekçesiyle anında reddetmişti. Bahçenin çimlerinin biçilmemiş olması, sağ ve solundaki çiçek tarhlarının bakımsızlığı Osman’ı hiç mi rahatsız etmiyordu ve bahçe bakımıyla da ilgilenecek zaten zamanı yoktu. O, bu dünyaya takla güvercinler için gelmişti.

Ana, mutfakta birikmiş bulaşıklardan, yıkanıp-kurutulmuş ama ikinci kattaki bir odaya üst üste atılmış çamaşırlardan, girişteki dağınık ayakkabı topluluğundan, salondaki her yeri zaptetmiş oyuncaklardan, sigara ve ucuz mumun griye boyamış olduğu perdelerden, kısacası gördüğü her şeyden rahatsız olmuştu.

Türk kültürünü ve İslâmiyet’i kendisini yetiştirenler kadar kısıtlı tanıyan, ekonomik-sosyal-kültürel-teknolojik gelişmelere kapalı, fikir ve düşünceleri de o paralelde kısır olan ana, böyle dağınık bir evde iki torununa tertip ve düzeni mi, yoksa vermesi gereken dinî ve millî duyguları aşılamamayı mı tercih etmesi gerektiğini düşünür oldu. Ona göre işe gelininden başlamalıydı. Pencereden bahçeye baktığında oğlu bir taraftan başı yukarıda güvercinleri seyrediyor, bir taraftan da telefonla konuşuyordu:

“Dinle dinle, kanat seslerini duyuyor musun?!.. Şimdi uçurduklarım Dolapçı, Ankut! Ankutları yarın Çorum Çıplağı ile Mülâkatlara takacağım; bunlarla uyum sağlayamadılar!”

İki, bazen üç senede bir Türkiye’ye izine geldiklerinde sadece yemek ve uyku saatlerinde görüp tanıdığı torunlarının gelmiş olduğunu kapının açılmasından değil, çığlıklarından anladı ana.

“ Hayır, önce ben binecem internete!”

“Sen televizyona bak, benim dersim var!”

Aralarında anlaşma sağlayamadan ikisi birlik salona girip, bilgisayar masasına koştular ve bu kez sandalye çekişmesi başladı.

Anaları:

“Bakın, ebeniz geldi, bi hoş geldin deyin.”

Torunları umursamazcasına başlarını çevirip baktılar ve sandalye kavgası tekrar başladı.

Ana, elinde tespihi, başında beyaz tülbendi, dudaklarındaki acı gülümsemesiyle divanda kalakaldı. Gelini mutfağa gitmişti ve oğlu hâlâ telefonda konuşuyordu:

“Akguyruk dişiye bi erkek lâzım! Sen Hollanda’ya gittiğinde benim için bi bak bakalım! Bulursan al, al emme aynı benim Akguyruk gibi olsun kuyruk sayısı! Gagası da mutlaka beyaz olmalı!”

Ana, yemek masasında da aklının alamayacağı söz (hoş, konuşmaların çoğu Flamanca’ydı zaten, anlamıyordu; oğlu da onbeş senedir burada olmasına rağmen kuş dilini öğrenmiş, bu dili öğrenememişti), hâl ve hareketlere şahit oldu; neyi neresine yediğini bilemedi.

Ana, bir hafta boyunca sık sık değişen havayı, torunlarının ‘gâvurca’ konuşmalarıyla bilgisayar kavgalarını, oğlunun dağınıklığını ve tüm benliğini sarmış kuşbazlığını, gelininin çalışıyor olmasını bahane ederek (!) kendi evinde çok az çalışıyor olmasını, hiçbirisinin dinle imanla ilgisi olmadığını gördü, inceledi; tespih çekerken, namaz kılarken, uyumaya çalışırken yorumladı ve karar aldı: Geminin dümenini ele almalıydı, bu gemi böyle gitmemeliydi…

Kasvetli bir pazar sabahı ana, yine her zamanki yerine elinde tespihi oturmuş, sabaha kadar kurduğu planını uygulamaya hazır, oğlunun kümesten, gelininin mutfaktan gelmesini, torunlarının da bilgisayar kavgasının bitmesini bekliyordu. Gelininin sabah kahvaltısı için masayı tek başına hazırlıyor olması, günlerdir tutmaya çalıştığı öfkesini taşırdı:

“Hatice, utanmıyon mu yumruk kadar çocukla sandalye kavgası yapmaya! Gosgoca gız oldun! Anana yardım edeceğin yerde sen oynaşıyon! Kalk bakıyım, anana yardım et!”

Hatice afalladı. Oysa annesine derse çalışacağını söyleyerek bilgisayara oturma önceliğini Murat’tan önce almış, sınıf arkadaşı Nancy’yle messengerden çetleşiyordu. Bu zamana kadar ev işlerine yardım etmesi söz konusu bile edilmemiş olan genç kız:

“Emme ben annemden izin aldım! Dersimi yapıyorum!”

“Televizyonda ders mi çalışılır?! Senin defterin, kitabın, kalemin yok mu?!.. Gülyıldız, buna bu gadar da yüz verme, acık*** iş öğret, gocaman gız oldu!”

Mutfağa gidip geldikçe bu sürtüşmeyi dinleyen gelin, gülümsemeye çalışarak:

“O televizyon değil ana, bilgisayar. İçinde her bilgi var. Şimdi çocuklar derslerini ondan buluyor, öğreniyorlar, ” dedi, salonun penceresine yönelirken.

“Osman, masa hazır!”

Osman, bakışları gökyüzünde, kapüşonunun altına çiseleyen yağmurdan korumak amacıyla saklayıp konuştuğu telefonu istemeyerek kapatarak gelip, masaya oturdu. Masadaki yeri, başını sola çevirdiğinde güvercin evini görecek şekilde seçilmişti. Evlenip de buraya geldi geleli giydiği soyunduk, yediği yedik, goduğu goduk yerde kalır bir durumdaydı ve Gülyıldız ne zaman yardımını istese, Türk kültüründe erkeğin evde kadın işi yapamayacağını ileri sürmüş, evin kadını da bunu böyle bilir olmuş, her işe kendisi koşturur olmuştu. Çocuklar da işlerine öyle geldiği için babalarını öğrenir alır olmuşlar, dağınıklığı, düzensizliği kat kat arttırıyorlar, Gülyıldız kızına bir iş buyursa, kızı evden kaçıp, polise sığınmakla santaj yapıyordu.

Okullarda anadilleri yasaklanmış gurbetçi çocukları, başka Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi okulda bulundukları ülkenin dilini öğrenmiş, sadece okulda değil, evde, sokakta da o dili konuşur olmuşlardı. Aile arasında dille başlayan kopukluk, hâl-hareket-davranışlarda da bariz bir şekilde görülür olmuştu.

Osman, çok kez Gülyıldız’la çocuklarının konuşmalarını anlamıyor, konuşulan konuyla ilgili kendisine soru yöneltildiğinde anlamamış olmasından sıkılıyor, dalgınmış numarası yapıyor, onaylanmaması gereken şeyi onaylıyor, kabul etmesi gerekene de karşı çıkıyordu. Onların Flamanca konuşmalarına, “Nee? Hıı? Tamam. Olmaz!” sözcükleriyle katılıyordu. Böylece Gülyıldız’ın çocuklarıyla ilgili düşünceleri, babanın Flamanca, çocukların da yeteri kadar Türkçe bilmemesi yüzünden hep askıda kalıyordu. Çok ailede ebeveynler Flamanca’nın ‘F’sini, çocuklar da Türkçe’nin ‘r’sini bilmiyordu. Egoistçe yapılan bu asimilâsyon, şimdi aile içi problemler yaratıyor, ama yarınlarda toplumda büyük kargaşalığa yol açacağı düşüncesi kimsenin aklına gelmiyordu.

Murat, televizyondaki çocuk dizisinden, Hatice, bilgisayardaki arkadaşından istemeyerek ayrılıp, geldiler. Baba, yemeğe herkesin aynı anda oturması gerektiğini şart koşuyor, bunu bir Türk geleneği olarak da sürdürmeleri gerektiğini sık sık söylüyordu. Bu yemek vakitleri onu kuşlarından ayırabilen anlardı ve aile sadece bu masada yemek için bir araya geliyordu.

“Gelin, ” dedi ana, “geldim geleli ortalık darmadağınık. Yokarda çamaşırlar ortalıkta sürünüyor. Bulaşıklar desen, bi sonraki vakte kadar yıkanmıyor. Çocuklar hep gâvurca konuşuyor. Öğreteyim istiyorum, bildiklerini söylüyorlar. Biliyorlar da niye Türkçe konuşmuyorlar hiç? Ellerine okuyup ezberlesinler diye bi cüz verdim, bi daha görmedim. Bacıynan gardaşın işleri güçleri didişmek. İkiniz de ‘yapmayın-etmeyin çocuklar, ’ demiyonuz. Böyle çocuk mu olurmuş?! Biriniz çalıştığını bahane edip eve bakmıyo, biriniz kümesten çıkmıyo! Böyle ev düzeni mi olur!..”

Çocuklar, ebelerinin ses tonunda kızgın olduğunu anlamışlar, bir babalarına, bir annelerine bakıyorlar, bu arada her ikisi de sol ellerini kullanarak önündeki yiyecekleri atıştırıyorlardı. Gülyıldız, konuşup konuşmama kararsızlığında, bu suçlamalar karşısında elinde çatal kalakalmıştı.

Osman, bakışlarını bahçedeki güvercinlerinden anasına çevirdi. Tam konuşmaya başlayacaktı ki telefonu çaldı. Ekrandaki ismi görünce alelacele kalkıp, bahçeye yöneldi. Sesi, masaya kadar geliyordu:

“Merhaba Mehmet! İnan benim de aklım senin eşlediğin limonilerdeydi şimdi. Çıktı mı yumurtalardan yavrular?!”

Elindeki telefon O’nu ve sesini kümese kadar sürükleyip, hapsetti. Masadaki çayı soğurken O, yuvalarında yatmakta olan güvercinlere bakarak karşısındakine açıklamalarda bulunuyordu.

Ana, gelini ve torunlarının evde devamlı ‘gâvurca’ konuşmasından, oğlunun başı gökyüzünde, kulağı telefonda hep bahçede olmasından rahatsız oluyor, kendisini yalnız hissediyor, arasıra bahçeye çıkıp çimleri biçmesi için oğlunu uyardığında oğlu gelen telefon aramalarına cevap vermekten anasına cevap vermeye fırsat bulamıyor, bu durumda kimseyle konuşamayacak şekilde sinirleri geriliyordu.

Oğul, sabah kalkar kalkmaz karısının işe giderken hazırlayıp bıraktığı kahveyi fincana dolduruyor, gözünde çapak kümese koşuyor, güvercinlerin sesinden, kanat çırpışlarından, tüylerinin renginden, dışkılarının şeklinden anlam çıkarıyor, duruma göre sularına ilâç, yemlerine bal, pekmez, sarımsak eritilmiş zeytin yağı, kiremit tozu ya da vitaminler karıştırıyor, bunları güvercinlere sunarken, “Sizin yediğinizi ben yemiyorum, ” demeyi de ihmal etmiyordu.

Torunlar, ‘karakelle’ oldukları için okulda yapılan baskıdan kurtulduklarına seviniyor, her ne kadar birbirleriyle bilgisayar çekişmesi yaşasalar da evlerinde mutlu oluyorlardı. Abla bilgisayarda olunca kardeş ya televizyon seyrediyor, ya da pille çalışan, uzaktan kumanda edilebilen otomobillerini kullanıyordu. Ebeleri onlara nutuk çekip, onlardan bazen cevap beklediğinde de, şayet işlerine gelmezse, anlamadıklarını, Türkçe bilmediklerini söylüyorlardı.

Gelin, iş dönüşü markete uğruyor, hazır yiyecek ağırlıklı alış verişini yapıyor, onları arabasından eve kendisi taşıyor, kendisi yerleştiriyor, kendisi pişiriyordu. Bunca şeyi yaptığına canı sıkılmıyor ama çok yorgun olduğunu yataktan kalktığında bile hissediyordu.

Gökgürültülerinin arkasından gelen yağmur çatıyı döverken Gülyıldız yatakta kocasına fısıltıyla anasının son günlerde homur homur homurdandığını anlatmaya çalışıyordu. Osman, cevap alamayan karısının:

“ Dinliyor musun beni?” sorusu üzerine hışımla yataktan kalktı.

“ Sizinle mi uğraşacağım be, Yozgatlı dişi hasta!” dedi ve komodinin üzerindeki el fenerini alarak gitti.

Ertesi gün Gülyıldız elindeki ekmeği masaya koyarken ana:

“ Gız gelin, sen hamur yoğurmasını bilmez misin hiç?! Hergün hergün çarşıdan ekmek almaya para mı yeter! Sıva golunu da bi leğen hamur yoğur! Bak, ne gözel elektrikli fırının var! Sonra o getirdiğin tavuklar domuz yağında gızartılıyomuş; görüyorsun ben yemiyom! Mahsus mu alıyon onları?! Canlı canlı al gel de oğlan besmele çekip kessin, sen de at tencereye gaynat! Senin böyle uluk olduğunu bilseydim alır mıydım heç?! Boşanmamıza sen sebep oldun!”

“Her bi şeyi sen hallettin kocayın haberi olmadan, ona başlık parasını ödemek düştü.”

“ Ödemeseydi! Osman’la ikiniz çalışıp öderdiniz babana!”

“ El içine çıkınca, ‘bak bak, başlık parasından kaçtı’ demesinler diye ödemek zorunda kalmış adamcağız. Sana, oğluna demiş bu evliliğin sonu gelmez diye. Ondan habersiz oğlan evermeye kalktığın için seni boşamış. Bunu bilmeyen yok.”

“ Çok bilmiş O! Bak, nur topu gibi iki çocuğunuz var. Daha ne istiyon gız! Gül gibi geçinip gidiyonuz işte! Emme çocuklarınız dil bilmiyor, diş bilmiyor; ikisi de ne Türk olur, ne de Müslüman…”

Osman, elindeki içinde güvercin olan karton kutuyu kaloriferin yanına koyarken ( ki; Haziran ortası olmasına rağmen burada hâlâ kaloriferler yakılıyordu, ) anasındaki gerginliği gidermek için:

“ Ana, seni Paris’e götüreyim hafta sonu.” dedi.

Geldi geleli evdekilerden ve komşu bahçedeki ‘gır saçlı gâvur garısı’ndan başka kimseyi görmeyen ananın gözleri ışıldadı:

“ Kimin nesiymiş Paris dediğin, tanımam etmem, sen götüreceksen bi tanıdığa götür.”

Çocuklar, okuldaydı. Karı-koca gülüştüler.

“ Ne gülüyon kuşbaz! Geldim geleli ‘ana canın bi şey istiyo mu’ diye heç sordun mu?! Getirip getirip domuz yağında bişmiş şeyleri önüme koyuyonuz! Senin gibi kuşbazlara eskiden kimse kız-mız vermezdi! Asker kaçağından kötü bakarlardı senin gibilere. Dua et bana ki seni karısız koymadım!”

Gelin, içinden, “Hay kör olaydın da beni görmeyeydin, boynu devrilesice!” diye, beddua etti.

“ Sen ne diyorsun be ana, ben kümeste stres atıyorum.”

“Attığın onca şey yetmedi de bi de o dediğini mi atıyon?! Yazık değil mi ona verdiğin paraya?! Seni doğuracağıma daş doğursaydım!”

“ Stres stres! Dilini-dişini bilmediğim bu yerlere gelmeme sen sebep oldun aklımı çelip! Şu havaya bak! Güneşe hasret, arkadaşa, gardaşa, büyüdüğüm sokaklara, halaya, bacıya hasret! Ezanları, simitçinin seslerini rüyamda duyuyor oldum!”

“ Gelin gibi sen de çalış, elin gırık mı?! Para biriktirin, dönün vatanınıza!”

“ Nasıl çalışacam?! Aklım kümeste! Ya işe kendimi veremez de bi kazaya uğrarsam?! Sonra nasıl döneceksin çocukların okulunu bırakıp da?! Gelinin de, çocuklar da vatanın dilini-dişini bilmiyorlar! Para biriktirmesi kolay mı sanıyon sen?! Bir poşet kaça doluyor, bilsen bunu söylemezsin!”

“ Karın uluk oğlum! Geldim geleli bi leğen hamur yoğurup da bi ekmek yapmadı. Her şeyi çarşıdan almaya para mı dayanır?! Bu gelin seni adam etmez; ben bunu bilir, bunu söylerim!”

“ N’apıyım, boşayım mı?!”

“ Boşa! Ben sana gız oğlan gız alırım!”

“ Aklın böyle olduğuna babama önündeki koyun sürüsünü sattırdın. Güzel etti, O da seni boşadı…”

“ Erkek olup da karısını dövemedik kuşbaz, kalk beni bindir, ben dönecem Türkiye’ye!..”

Ucuz uçak bileti buluncaya kadar ana, her fırsatta gelinine ardı arkasına iğneler saplıyordu:

“ Ablalarının hepsi gocaya gaçtıydı; seni telli duvaklı gelin aldım onca başlık parası vererek. Suçum bu mu da geldim geleli yüzük asık, heç gülmüyo?!..

Torunları sadece babası soru sorduğunda yarım yamalak bildikleri Türkçe cevap verdiklerinde:

“ Başlarında ana yok ki çocuklar dillerini, dinlerini öğrensinler; doğurmuş goymuş ortalığa…”

Oğlunu sadece yemek ya da Türkçe televizyon kanallarındaki haber saatlerinde görüyor, gelin orada olmadığında da devamlı:

“ Bundan sana garı olmaz, boşa getsin. Ben sana gızoğlan gız alacağım, bak gör, ” diye fısıldıyordu.

Oğlunun gece-gündüz güvercinleriyle ilgilenmesine bakıyor, bir eli sol böğründe, bir eli de bahçeyi göstererek:

” Senin yüzünden oğlum kendisini kümese gapatmış, kuşbaz olmuş. Kocasını guşlardan goparamadık avrada benzemedik gelin, n’olacak…” diyor, gelininin sinirlerini gerdikçe geriyordu.

Son günlerde yatak odasından oğluyla gelininin seslerinin üst kata kadar çıktığı oluyor, ana, oğlunun elinde el feneriyle merdivenlerden aşağı indiğini ayak seslerinden anlıyor, onun kümese gittiğini biliyor ve gözlerini uykuya çevirdiğinde, sebebini bu zamana kadar psikiatrislerin bile çözemediği bir huzur duyuyordu.

Ana ile oğlun telefon trafiği, ananın Türkiye’ye dönmesinden sonra hızlanmış, karı ile koca sonunda boşanmaya karar vermişler ve boşanmışlardı. Tek evleri olan mal varlıkları da mahkeme kararıyla satılmış, parası avukat ve mahkeme masraflarına gitmişti.

Şimdi baba, bir Belçikalı bayanla yaşıyor ve ondan bir kızı oldu. Bu durum kuşbaz olmasını engelleyemedi.

Gelin, çocuklarıyla birlikte yaşıyor ve psikolojisi bozuk olup, ayda bir haplarla intihara teşebbüs ediyor. Bu teşebbüslerinden önce de Belçikalı bayana çocuklarının babasına iyi bakması ricasında bulunuyor. Belçikalı bayan onu hastaneye yetiştiriyor.

Ana hâlâ oğluna kızoğlan bir kız arıyor ama henüz iki çocuk öncekinden, bir çocuk da sonrakinden olan kuşbazla evlenecek bir kız bulunamadı.

Çocuklar mı? Çocukları bugün veya yarın devlet koruma altına alabilir ve buna kimse de şaşırmayacaktır.

Ve okyanus rüzgarları esmeye, bulutlar kararmaya, yağmurlar da yağmaya devam edecektir.

* elleham: herhalde

** gâlik: yeter, artık

*** acık: biraz

**** karakelle: Avrupa’da yabancılara verilen sıfat

 
Toplam blog
: 119
: 629
Kayıt tarihi
: 01.10.08
 
 

Eğitimci- Gazeteci-Yazar İlköğrenimini Emirdağ'da, ortaöğrenimini Bolvadin, Eskişehir, Afyon'da..