Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Şubat '16

 
Kategori
Eğitim
 

Lâmı cimi yok; olacak bu iş Haspi Bey!

Lâmı cimi yok;  olacak bu iş Haspi Bey!
 

         Paşayiğit İlkokulu Öğretmeni Haspi Sözbir’in beş yıl okutup mezun ettiği Kur’an Kursu öğrencisi Necmiye Yenice’yi henüz görmemiştim ama babası ve amcasını tanımıştım.

                Sevmiştim her ikisini de. Her şeyden önce kibar insanlardı. Dinlemesini de biliyorlardı üstelik. (Bu, çok önemli bir meziyettir bence!)

                Dinlemesini bilen hiçbir insan hakkında kötü düşünemem ben.

                Çevrenize şöyle bir bakın; gerçekten de dinlemesini bilmeyen hiçbir insanla konuşamaz, dertleşemez ve tartışamazsınız. Aksine, konuştukça çözüleceğine, kördüğüm haline gelir her konu.

                Sonra efendim, köylülerimizi hiçbir zaman için “onlar” olarak görmedim ben. Nasıl görebilirdim ki!  Annem, babam, dedelerim köylü değil miydi? Ben köylü değil miydim?

                Beş – on yıl okudum, kravat takıp devlet memuru bir öğretmen oldum diye, köylülükten istifa mı etmiş oluyordum?

                Altı yıl öğretmenlik ve iki yıl yedek subaylık dönemimde bütün kavgam, “Köylü cahil, köylü yobaz, köylü gerici”; “Öğrenci tembel, öğrenci saygısız, öğrenci ukala” diyenlerle olmadı mı?

                Ve bir de okullarda ve kışlada köylü çocuklarını küçümseyip horlayan, onların konuşma ve davranışlarını taklit ederek dalga geçip alay edenlerle…

                Oysa o öğretmen ve müdürlerin, o asteğmen ve teğmenlerin de büyük çoğunluğu köy kökenliydi.

                Suyu, elektriği, dahası okul binası bile olmayan bir köy ortaokulunu, Yusufeli gibi bir ilçe merkezine niçin tercih etmiştim ben?

                Kim ne düşünürse düşünsün, büyük şairimizin dediği gibi, “Topraktan öğrenip kitapsız bilen” bu insanları seviyordum.

                “Hoca Nasrettin gibi ağlayıp Bayburtlu Zihni gibi gülen” bu insanların hiçbir sözü, hiçbir davranışı batmıyordu bana.

                “Ferhat”tı, “Kerem”di, “Keloğlan”dı çünkü onlar. Dahası Yûnus’tu, Köroğlu, Karacaoğlan ve Dadaloğlu’ydular.

                Nüfusumuzun yüzde sekseni köylerde yaşamıyor muydu?

                Öyleyse bu milletin esası, temeli, iskeleti köylü idi. Köylüyü sevmiyorsanız, milleti de sevmiyorsunuz demektir.

                Oysa bizde en büyük “milliyetçi” geçinenler, köylümüz dışında kalan “yüzde yirmi”nin sözcüsü olmuşlardır hep.

                Dahası, “solcu” geçinenlerin birçoğu da…

                Ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar, kusura bakmayın, hiçbirini sevemedim; hiçbirine saygı duyamadım ben onların.

                Köyde doğmuş, köyde büyümüş, eski bir Köy Enstitüsü’nde köy çocuklarıyla birlikte okumuş, daha sonra iki eski “Köy Enstitüsü”nde köy çocuklarının öğretmeni ve Ağrı’da askerliğini er olarak yapan köy çocuğu Mehmetçik’lerin asteğmeni ve teğmeni olmuş bir insan olarak Paşayiğit benim köyüm, Paşayiğitliler de benim köylülerimdi.

                Kızını ortaokula değil de Kur’an Kursu’na gönderen Paşayiğitli İbrahim Yenice’nin, dört yıl önce öteki dünyaya göçüp giden babamdan ne farkı vardı ki!

                Nasıl ki, babama karşı olduğu gibi, köyümdeki komşularıma karşı da saygısız davranmamışsam hiç,  Necmiye’nin babasına karşı da saygısız davranamazdım.

                Bir itirafta bulunayım mı size?

                Yalnız şuna buna karşı değil, yalnızca yaşça büyüklerime karşı değil, eşitlerime, akranlarıma, dahası özellikle küçüklerime karşı da saygısızlık yapamam.

                Nerden girdim bu konuya?

                Biz gelelim yeniden, Kur’an Kursu öğrencisi Necmiye’ye:

                Babasından olumlu bir cevap alamamıştım ama annesiyle görüşecek olan Refia ve Nurten Öğretmenler’in güzel bir haber getireceklerini umuyordum. Ama!..

                “Elbet, ben de kızımın sizler gibi bir hanımefendi olmasını isterim. Ama babası, “Önce Kur’an Kursunu bitirsin.”diyor. O öyle söyleyince, ben aksini söyleyemem.” demiş.

                Başka ne diyebilirdi ki!

                “Kocam ne derse desin, önemli değil, ben kızımı Kur’an Kursu’ndan alıp ortaokula yazdıracağım” diyecek hali yoktu ya. Ben, hedefe giden bu yolda bu ziyaretin çok yararlı olduğuna, olacağına inanıyordum.

                İyi de, ben daha Necmiye’yi görmemiş, fikrini sormamıştım. Sözbir Öğretmen’den rica ettim. “Tamam” deyip yaklaşık bir saat sonra alıp geldi okula.

                Küçücük, kumral, buğday tenli, utangaç bir kız…

                Öğretmeni Haspi Bey ve ilkokuldaki bütün öğretmenlerden hakkında çok güzel sözler duyduğumu, o nedenle kendisini tanımak istediğimi söyleyip hafifçe kızarmış yanaklarından öperek oturttum bir koltuğa. (Oturmak istemedi önce. Tabiî canım; öğretmenin, üstelik kim ve neci olduğunu bilmediği, ilk kez gördüğü bir öğretmenin karşısında oturmak olacak şey mi? Ayıp değil mi? Küçücük bir kıza yakışır mı, böyle bir davranış? Bir gören olsa, ne der?)

                1964’te Hasanoğlan Öğretmen Okulu birinci ve ikinci sınıf öğrencilerim Raziye Aydemir, Gülseren Karakuş, Nuran Demirci, Nermin Kelek, Emine Kula, Hatice Doğan, Güler Akıncı, Şadiye Güneş ve Nurhayat Katıtaş’tan ne farkı vardı Necmiye Yenice’nin?

                O köylü kız çocuklarının hepsini nasıl sevmişsem kardeşim gibi, bu tatlı kızı da öylesine sevivermiştim işte.

                “Ortaokulda okumak ister misin?” soruma:

                “İstemez olur muyum öğretmenim! Hem de çok isterim. Ama annem, babam önce Kur’an Kursuna gitmemi istediler.” deyip sustu.

                Başka bir şey söylemesine gerek var mıydı?

                Bütün görev bana düşüyordu artık. Ne yapıp edip Kur’an Kursu’ndan koparıp almalıydım Necmiye’yi. Bu zeki kız kaybolup gitmemeliydi; nereye gittiği belli olmayan karanlık sokaklarda.

                Dayıları… Evet, üç dayısı olduğunu öğrenmiştim ya Necmiye’nin.

                Pekiyi, onlar, bu zeki yeğenlerinin okumasını istemezler miydi?

                Niçin istemesinler!

                “Haspi Bey, dedim, Necmiye’nin dayılarıyla görüşmek istiyorum.”

                “Büyük dayı Şevket’le küçük dayı Ahmet’in yardımcı olacağını sanmıyorum da ortanca dayı Mehmet’le görüşürseniz, eniştesini olmasa bile ablasını etkileyebilir o.”

                “Hemen bir görüşme ayarlayabilir misin?”

                “Tabiî, ayarlarım da hemen mümkün değil.  Çünkü O, Keşan’da bir benzin istasyonunda çalışıyor. Ben araştırayım. Bu akşam gelirse, alır getiririm size.”

                İyi ki, Haspi Bey gibi bir dost vardı Paşayiğit’te. Ya olmasaydı!

                O akşam, mümkün olmadı ama ertesi akşam görüştüm, daha sonra ortaokula kâtip olarak aldığımız Mehmet Gür’le. Yeğeni Necmiye’nin Kur’an Kursu’ndan alınıp ortaokula verilmesinin önemini anlatıp yardımını istedim.

                “Elbette hocam, dedi, siz Necmiye’nin hiçbir şeyi olmadığınız halde, O’nun okuması, kör kalmaması için onca zahmete katlanırken, dayısı olarak elimden geleni yapmazsam ayıp olmaz mı? Eşim Kıymet Hanım’la birlikte gider, ablamla da eniştemle de konuşuruz. İkisi de severler beni, hayır diyeceklerini sanmam.”

                Bu görüşme sonunda, iyice yeşerdi umutlarım.

                “Göreceksin, olacak bu iş. Lâmı cimi yok, olacak bu iş, Haspi Bey! Öğrencini alacağız o kurstan. Alacağız bu okula Haspi Bey!” dedim gülerek.

                O’nun da gülüyordu yüzü ve yemyeşil gözlerinin içi:

                “Allah gönderdi sizi buraya, dedi; Allah gönderdi!”

                Bilmem; Allah mı göndermişti beni Paşayiğit’e, Millî Eğitim Bakanlığı mı?

                Yoksa… Kur’ada “Keşan / Paşayiğit Ortaokulu”nu çeken Yusufelili meslektaşım mı?

 

Hüseyin Erkan

                                                                              huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

               

               

               

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..