Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ocak '15

 
Kategori
Psikoloji
 

Marcel Proust - Swann'ların Tarafı

Marcel Proust - Swann'ların Tarafı
 

Kısa Bir Değerlendirme

Fransız bir yazar olan Marcel Proust, hem geleneksel anlayışa hem de çağdaşlarına göre okurlarını alışılmışın dışında bir serüvene sürüklüyor. Albert Camus, Alexsander Dumas, Jules Verne ve H. Balzac gibi Fransız yazarları okuduğum zamanlarda “dünya klasikleri” adını kendilerine yakıştırırcasına belirli bir çizgiyi takip edip benzerlikler taşırlardı. II. Meşrutiyeti yaşadığımız yıllarda Fransa da büyük bir yapıta başlayan Marcel Proust, üslubuyla, içeriğiyle romanlarında bir yaratıcılığı sergileyecekti. 7 eserden oluşan “Kayıp Zamanın İzinde” serisinin ilk yapıtı olan “Swann’ların Tarafı” nı değerlendirecek olursak;

“Her yazar yaşadığı dönemden, aile yapısından, toplumdan etkilenir; bu etkileşimi kendi iç dünyasıyla birleştirip eserlerine yansıtır. Gerçeklik peşinde koşan her yazar ‘öznel deneyimlerinden’ kendini soyutlayamaz”.

1900’lü yılların başında Fransa toplumuna bakacak olursak; Aristokrasinin ön planda olduğu Fransa toplumu özellikle Fransız İhtilali’nden sonra özgürlük, eşitlik gibi kavramları toplumsal yaşama da yansıtmaya çalışmış, Sanayi Devrimi’nden sonra ekonomik olarak gelişim gösteren bu toplumda “eğlenceler, şaşalı hayat tarzı” kendini göstermiş ve bu da aile içi dengeleri etkilemiştir.

Marcel Proust bu devasa yapıtı oluştururken, Fransız toplumunun bireylerde ki sirayetini romanında ustaca işlemiştir. Üç bölümden oluşan eserinin birinci bölümünde Marcel Proust, kendi iç dünyasını bir uyku-uyanıklık hali içinde yansıtıyor, Romanın başkahramanı Swann’ı da bu bölümde tanıtan Proust özellikle annesine olan bağlılığını detaylıca açıklığa vuruyor. İkinci bölümde Swann ve Odette arasındaki aşkı gözler önüne seren yazar, Swann’ın bu aşktan psikolojik olarak nasıl etkilendiğini, yine dönemin genel yapısının entelektüel rol biçtiği Swann’da nasıl tezahhür ettiğini ustaca ele alıyor. Üçüncü bölümde adeta Evliya Çelebi kesilen Proust, kendimizi “seyahatname”de geziyor hissine kaptırıyor; İtalya ve Fransa şehirlerinin sanatsal bir potresini çiziyor.

Eşcinsel olan Proust, heteroseksüel ilişkileri “cinsel kimliğini” dışarda bırakarak ele alıyor. Romanında özellikle kişiler arası ilişkileri “dahi bir psikolog” olarak işleyen yazar, günümüz modern psikolojisine yüzyıl öncesinden damgasını örtük bir şekilde vuruyor. Dili çok ağır olan romanın, neredeyse sayfaları bulan cümleleri takip ederken harcanan çaba okuyucuyu yer yer konudan uzaklaştırsa da romanın kendine has olan edebi akışı okuyucuyu romanda tutuyor. Söz sanatlarına bol bol başvuran Proust, çok sayıda kullandığı Fransız isimlerle romanı ağırlaştırsa da “dedikoduların”, “dönemin Fransa’sının yapısının”, “aristokratik yaşam tarzının”, “aşkın”, ve “psikolojik çözümlemelerin” bu denli bir romanda toplanılması romanı ilginç kılıyor.  

“Şimdiki yaşamımız geçmişin etkisiyle şekillenir” diyen psikanalizci yapı ve bunun daha bilinçsel yapısı olan transaksiyonel analizin bu denli bir romanın tabanını oluşturmuş olması; çözümlenmesi gereken üzerine çalışmaların yapılması gerektiren bir değer atfettiriyor romana. Marcel Proust, “istemdışı bellek” diye adlandırılan belleğin nasıl işlediğini bir nakışçı gibi işlemiş, çocukluğunda yaşadığı ve çoğunda farkında olmadan deneyimlediği olayları şuan nasıl anımsadığını şu cümleler ne güzel ifade ediyor:

“Sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat, Combray'de pazar sabahları (pazarları Missa saatinden önce evden çıkmadığımdan), Leonie Halamın, günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadıydı. Madlenin görüntüsü, tatmadan önce bana hiçbir şey hatırlatmamıştı. Belki o zamandan beri pastane raflarında sık sık madlenler görüp yemediğimden, görüntüsü Combray günlerinden ayrılıp daha yakın geçmişteki günlere bağlandığı için. Belki de bunca zaman hafızanın dışında terk edilmiş olan hatıralardan geriye hiçbir şey kalmadığı, her şey dağıldığı için, şekiller ağırbaşlı, sofu kıvrımlarının altında müthiş bir şehvet gizleyen küçük pastane midyesinin şekli de- ortadan kalkmış, ya da uyuşukluktan, bilince ulaşmalarını sağlayacak genişleme gücünü bulamamışlardı. Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapışını taşımaya devam ederler.”  

…ve şöyle diyecekti: “Bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.”

Bu romandan kimler istifade etmemişti ki; Ünlü bellek araştırmacısı ve yazarı Daniel Schacter daha o muazzam kitabın başında Proust’u sayfalarca epigrafvari anmadan geçmez(Belleğin İzinde). Dahası Oliver Sacks gibi şahsımca dâhi bir nörolog da hep kendisinden bahseder ve yine üniversite son sınıftayken final sınavıma soru olacak kadar beni de heyecanlandırıp hayran bırakmıştı!

Romanında müziği, estetistiği, sanatı bu denli işleyen bir yazar daha okumadım. Romanın her anında sanki yanı başınızda bir potre, karşınızda piyano çalan bir piyanist, ayakta duran bir kemancıyı hissediyorsunuz! Yemek davetlerinde “dedikoduların” vazgeçilmez olduğu ilişkilerde bile sanatın muaazam işlediğini görüyoruz. Romanı okurken kendimi Wolfgang Amadeus Mozart’ın 40. Senfoni’sinde sanar , “Kemanı ağlatan adam” olan Fars asıllı Farid Farjatı yanı başımda çalışını duyar ve karşımda da Edvard Munch’un dahiyane tablosu “Çığlığ”ı(The Scream) görür gibiydim.

 

Son olarak romanı okumak sabır gerektirir…

 
Toplam blog
: 12
: 1056
Kayıt tarihi
: 30.12.14
 
 

Psikolog ..