Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Eylül '10

 
Kategori
Öykü
 

Memleketimin Delileri-2

Memleketimin Delileri-2
 

Bu memleketin ne delisi ne de velisi biter


Sabahleyin erken bir saatte kaşınarak uyandı. Kollarını, yüzünü sivrisinek ısırdığı yetmiyormuş gibi bacaklarını da tahtakuruları şişirmişti. Resepsiyon memurunun reklamlarının balon olduğu da böylece ortaya çıkmıştı. Pencereye yaklaştı, sakin sakin akan dereyi seyretti. Temiz bir akarsuya benziyordu. Biraz dikkatli bakınca karşıdaki büyük bir borudan akan gür bir suyun derenin o kısmını köpürttüğünü gördü.

“Hiç olmazsa, odanın dere manzaralı olduğu doğru çıktı.” diye teselli buldu. Balkona çıktı, orada üzeri tozdan görünmeyen bir sandalye vardı. Üzerine oturulmayalı çok olmalıydı. İçeri girip çantasından birkaç tane kağıt mendil aldı, sandalyeyi biraz temizledi ve üstüne oturdu. Derenin yanındaki evleri ve onların arkasındaki ağaçları yarım saat kadar seyretti. Aşağı indiğinde resepsiyon memurunu kendisini bekler buldu:

-Efendim, kahvaltı etmek isterseniz otelimizde kahvaltı servisi vardır. Yalnız ücrete tabidir. Fiyatlarımız dışarıdan oldukça ucuzdur.

-Eksik kalsın, dedi yavaşça. Resepsiyon memuru duyamadığı için sordu:

-Ne buyurdunuz efendim?

-Yok bir şey! Dere kenarında bir pastanede kahvaltı etmeyi düşünüyorum.

-Aman efendim, sakın öyle bir yanlışlık yapmayın. Onların hepsi kazıkçının kazıkçısı!

Gene yavaşça:

-Sanki siz değilsiniz, dedi ve dışarı çıktı.

Kahvaltısını ettikten sonra, bu sefer Şehit Onbaşı Koray Caddesinin Hükümet Konağının bulunduğu taraftan, yani dünkünün tam tersi taraftan yürümeye başladı. Hükümet Konağı’nın yanında bir oto galerisi, onun da yanında otoparkında şimdiden birçok araba park etmiş olan Teleskop Alışveriş Merkezi yer alıyordu.

Alışveriş merkezinin çıkışında en az altı tane dilenci saydı. Sabahın bu erken saatinde hepsi yerlerini kapıp merhamet sömürüsü yapmak için pusuya yatmışlardı. Bir kadın dilenci altı aylık bebeğini ayaklarında sallayarak uyutmaya çalışıyordu. Çocuğun yüzü sinek doluydu. Sineklerin biri konuyor, biri uçuyor, birkaçı birden ağzı yüzü pislik içinde olan çocuğun üstüne adeta pike yapıyorlardı. Onun yanında ayağı bileğinden sarılı, yanında iki tane koltuk değneği bulunan bir adam ve onun sağ tarafında sakallı ihtiyar bir dilenci vardı. Onların tam karşısında ise kıyafetleri birbirine benzeyen başları örtülü 30-35 yaşlarında üç kadın dilenci…

Alışveriş yerinden çıkan bir adam, üç kadının olduğu tarafa bir lira sadaka parası attı. Para hepsine eşit bir mesafeye düştüğünden kime verildiği belli değildi. Üç kadının üçü de önce paranın üstüne atladılar, sonra da birbirinin saçını başını yolmaya başladılar. Karşıdaki dilencilerin de bunlarla bağlantısı olmalı ki onlar da kavgaya karıştılar. Yaşından beklenmeyen bir çeviklikle yaşlı adam yanlarına geliverdi, koltuk değneklerini unutan ayağı sarılı adam kadınlara doğru koşmaya başladı, bebeği olan bayanın kavgaya giderken çocuğunu gözü bile görmüyordu.

Kavga henüz başlamıştı ki alışveriş merkezinden çıkan bir arabanın kornası kavgacı dilencileri kendilerine getirdi. Bu görüntü onların zararınaydı. Hiç bir şey olmamış gibi herkes eski yerini aldı.

Mangırbank’a gelmeden sola dönen bir sokak vardı. Oradan geçerken Al-Makam o sokağın içinde çok sayıda insanın bir arada olduğunu gördü. Merakla yaklaştı. Adamın biri elindeki üç tane iskambil kağıdını karıştırıyor, kapalı olarak masanın üzerine atıyordu. Masanın üzerinde içi madeni para dolu bir tas da vardı. Adam:

-Bul kupa ası, al götür para dolu tası! diye bağırıyordu. Al-Makam sordu:

-Şartı ne bu oyunun?

-Şartı şurtu, basacan bir lira parayı; bulursan kupa ası, kazandın demektir tası.

Al-Makam halktan biri gibi görünmek için birkaç liralık oynamaya karar verdi. Ama önce izleyecek, bir hile olup olmadığına bakacaktı. Biraz izledi. Hile yok gibi görünüyordu. Çünkü adam her şeyi herkesin gözü önünde yapıyordu. Kupa asını gösteriyor, kağıtları karıyor, el çabukluğu ile onların birini oraya birini buraya atıyordu. Altı-yedi kere yapmasına rağmen ası bulan şimdilik çıkmamıştı. O zamana kadar hiç oynamamış olan bir adam, önündeki kişileri biraz iteleyerek yanaştı:

-Bir de ben deneyeyim, dedi ve bir lirayı bastı. Kapalı kağıtlardan birini aldı, açtı ve kupa ası…

-Al kardeşim tası, güle güle harca.

Adam tası cebine boşaltırken yardımcısı olan bir kişi, para dolu bir başka tası masaya koymuştu bile. Kazanan bu adamı görmek seyredenleri heyecanlandırmıştı. O yüzden oynayanların sayısı arttı. Ama defalarca oynamalarına karşılık kazanan çıkmadı.

Al-Makam, kağıtları karıştıran adamın ellerine iyice dikkat ederek bir lirayı bastı, kağıdı aldı. As olduğundan öylesine emindi ki! Aldığı kağıdı açtı: Sinek yedilisi. Bir daha açtı: Maça dokuzu. Bir daha:Gene maça dokuzu. Her açtığında ya sinek yedili ya da maça dokuzu çıkıyordu. Belki on kere bastı ise de nafile… Adam gözünün önünde kupa asını masanın üstüne atıyor, o diye kağıdı alıyor, ama yine as çıkmıyordu.

Oyunu daha fazla uzatmak gereksizdi. Caddeye çıkmak amacıyla oradan ayrıldı. Sokakla caddenin birleştiği yerde, az önceki şanslı adamın cebindeki madeni paraları oyunu oynatan adamın yardımcısına verdiğini gördü. Bu her şeyi açıklıyordu: Kazanan bu kişi ya onlardandı ya da kiralanmıştı.

Kaybettiği paralara üzülerek yürürken İşbitirici Sait’in dükkanının önüne astığı “Kiralık” ve “Satılık” ilanlarını gördü. Burası emlak işleriyle uğraşan bir büro idi. Oraya doğru baktığını gören Sait’in yardımcısı Hallederiz Çetin hemen yanında bitti:

-Buyur abi, emlakla ilgili bir sorunun varsa hemen hallederiz.

-Kiralık ev fiyatlarını öğrenecektim.

-Gel içeri, Sait abi sana yardım eder.

Az sonra çayını yudumlarken Sait’e sordu:

-Ev kiraları ne alemde?

-Ne iş yaparsınız, onu söyleyin de ona göre konuşalım.

-Ticaretle uğraşıyorum. Buraya yerleşme planlarım var da…

-O zaman durum değişti. Bilgi verebilirim. Çünkü burada kimse memura ev vermek istemiyor. Sizin gibi değerli bir tüccar ağabeyimize ise ev çook!

-Kaçtan başlıyor ev kiraları, kaça kadar çıkıyor?

-Binden başlar, ama binliklerde siz oturamazsınız. Size en az 1500’lük ev olmalı. Onun da altı aylığı peşin, depozitosu da 5000 Euro. Biliyorsunuz doların da pabucu dama atıldı, artık Euro geçerli.

-Başka şartı var mı?

-Bir de çıkarken evi sağlam ve badana edilmiş olarak teslim edeceksiniz. Yoksa depozit yanar. Bunların hepsi kontratta belirtilecek.

-Bu saydıklarınız kira mı, yoksa satın almak için mi?

-Şaka yapıyorsunuz galiba! Tabii ki kira.

-O zaman uygun bir arsa alır kendi evimi kendim yaparım. Kira ödeyeceğime kendi evimin borcunu öderim.

-O da uyar. Bu sizin tercihiniz. İsterseniz tapusu bende olan bir arsa var, anlaşırsak hemen tapuyu üstünüze yaparım.

Önce gittiler arsanın yerini gördüler. Arsa Al-Makam’ın hoşuna gitmişti. Sıkı bir pazarlıktan sonra arsanın fiyatında anlaştılar. Al-Makam Tıngırbank’taki parasını çekti, Sait’in eline saydı. Sait parayı alınca hemen işlemlere başladı. Bir saat içersinde hepsini tamamladı ve birlikte Hükümet Konağı’nın yolunu tuttular. İlgili daireye geldiklerinde Sait:

-Siz içeri girin. Ben önceden imzaladığımdan şu an bana ihtiyaç yok. Siz de imzayı atın ve tapuyu alın. Benim buralarda görünmemem daha uygun olur, dedi.

Gerekli tüm belge ve evraklar yetkili kişinin önündeydi. Tapunun üzerinde kendi fotoğrafını gördü. Yetkili hepsini tek tek incelemeye başladı. Bir ara masası üzerindeki gazeteyi Al-Makam’a uzatarak:

-Buyurun, gazete okuyabilirsiniz, dedi.

-Teşekkür ederim, diyerek aldı. Amacı okumak değildi. Gazeteyi ayıp olmasın diye almıştı. Bu gazete işine bir anlam veremiyordu. Saatlerce boş vakti yoktu ya gazete okuyarak geçirsin. ”Neyse boş ver!” dedi içinden ve gazeteyi katlayarak yandaki sehpanın üzerine koydu.

Adam incelemeyi bitirdiğinde onu yanına çağırıp birkaç yere imza attırdı. Kendisi de tapuyu imzalayıp:

-Hayırlı olsun! dedi.

Sait onu bahçede bekliyordu. Hemen sordu:

-Ne oldu, aldınız mı tapuyu?

- Evet aldım.

-İçeride size gazete verdi mi?

-Evet verdi de siz nereden biliyorsunuz?

-Ne yaptınız gazeteyi?

-Katlayıp sehpa üzerine koydum. Başka ne yapacaktım ki?

-Ne mi yapacaktınız, bilmiyor musunuz? İçine birkaç lira sıkıştıracaktınız.

-Ne bileyim ben! dedi ve Sait’le vedalaşarak trafik ışıklarına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı.

Işıklara gelmişti bile. Aşiyan caddesinin karşısına geçti. Batıya doğru yöneldi. Belediyenin önündeki kaldırımda bir şeyler satan bir adam etrafına çok sayıda insan toplamıştı. Aralarına girdi. Satıcı:

-Gel vatandaş, bunlar batan geminin malları olsa bile bu fiyata verilmez. Bakın şu gördüğünüz erkek saç tarağının tanesi piyasada iki lira. Bende ise sadece bir lira. Dur, gitmek yok! Bunun yanında şu sık saçlı erkekler için olanı hediye. Bitmedi bir tane de sakal tarağı gene hediye. Bitti zannetme, pala bıyıkları taramada kullanabileceğiniz şu tarak da bedava. Bayanları unuttuk zannetmeyin. Benim ablalarım saçlarını taramayacaklar mı? Elbetteki tarayacaklar. Şu büyük tarak ablalarıma benden hediye.

Şu tarak, bu tarak, kare şeklindeki tarak, sık dişli tarak… diye diye elindeki poşete 12 tane tarak koydu adam. 12 tarak hepsi bir liraydı. Devam etti:

-Bütün ailenin hatta sülalenin tarak ihtiyacı sadece bir lira. Çalsan bu fiyata veremezsin. İsteyenler seslensin. Lütfen izdiham yaratmayalım. Önce bayanlara!

Doğrusu bu kadar çok tarak bedava sayılırdı. Adam haklıydı, çalsan bu fiyata vermezdin. Al-Makam da bu yüzden almaya karar verdi. Cebinde bozuk bir lira aramaya başladı. O parayı buluncaya kadar iki kutu dolusu tarak kapış kapış satılmıştı bile. Para elinde kala kaldı. Satıcı seslendi:

-Sevgili müşterilerimiz, hizmetlerimiz bununla da sınırlı değil. Bekleyin ve görün size ne getirdiğimi. Şu elimdeki şişeye dikkatle bakın! Bunun içinde her türlü lekeyi çıkarabilecek bir ilaç var. Yurt dışından özel olarak getirttik. Leke çıkardığına inanmıyor musunuz? Öyleyse seyredin! dedi ve yanındaki bir adamın üzerine bir şişe mürekkep döktü, diğer bir izleyicinin elbisesine salça, bir başkasınınkine de ketçap sürdü. Hatta kendinden emin bir şekilde bir başkasının ilk defa giydiği belli olan elbisesine sıvı yağ sürdü. Adamcağız:

-Dur, ne yapıyorsun? O elbiseyi daha dün aldım, dediyse de o:

-Merak etme! Bu ilaç o lekeyi çıkarmazsa bedelini benden al, dedi ve oluşturduğu lekelerin üzerine elindeki şişeden bir sıvı püskürttü. Tüm lekelerin üstü birkaç saniye içinde beyaz bir tabaka ile kaplandı. Satıcı bu değişmeyi kendi lehine kullanmak amacıyla:

-Hepiniz tanıksınız, işte ilaç etkisini göstermeye başladı bile. On beş dakika bekleyin, çünkü ilaç bu sürede kurur. Sonra kuruyan ilaçlı kısmı fırçalayın. Lekeden eser bile kalmadığını hayretle göreceksiniz. İlaç kuruya dursun, biz de satışımızı yapalım. Bu ilacın tanesi yurt dışı piyasalarda en az 25 Amerikan dolarına satılıyor. Bizde sadece 5 lira. Yanlış anlamayın dolar değil lirayla satıyorum. Belli sayıda getirttiğimiz bu mucize ilaçtan alabilmek için acele edin!

Gene almak için bir hücum oldu, ama taraktaki kadar coşkulu değildi. Belli ki bazıları neticeyi görüp de almak düşüncesindeydi. 40-50 tane sattıktan sonra satıcı ilacın marifetini göstermeden eşyalarını topladı ve:

-Unutmayın, iyice kuruduktan sonra fırçalayacaksınız. Beş dakika daha bekleyin, dedi ve kaçarcasına oradan uzaklaştı.

Tabii beş dakika sonra leke üzerindeki ilacı fırçalayanlar, lekenin biraz silindiğini ama çıkmadığını gördüler. Bazıları:

-Acaba erken mi fırçaladık? diyorlardı.

Al-Makam önü çöp dolu Belediyenin yanından yürümeye başladı. Ağır bir pis koku oradan geçen herkesi rahatsız ediyordu. Bu, çürümüş et kokusunu andırıyordu. Bahçeye park etmiş pislik içersinde bir çöp kamyonu vardı. Koku ondan geliyor olmalıydı. Burnunu tutarak oradan uzaklaştı. Belediye bahçesinin yanındaki Derman Bul İlaç Satım Yeri’ni gördü. Onun da yanında bir okul vardı. Öğrenciler dışarıda olduklarına göre demek ki teneffüsteydiler. Yaşları büyüktü, lise öğrencisi olmaları büyük bir ihtimaldi.

Okul bahçesinin dışında simitçiler, turşucular, sakızcılar, dondurmacılar bahçe duvarlarındaki demir parmaklıklar arasından öğrencilere satış yapıyorlardı. Arada bir belediye zabıtaları satıcıları kovalıyor, zabıtalar gidince hepsi tekrar eski yerlerini alıyorlardı. Dışarı nasıl çıktıkları belli olmayan birkaç erkek öğrenci, tane ile sigara satışı da yapan simitçiden aldıkları sigaraları bir köşede heyecan ve zevkle içiyorlardı.

Okulun hemen bitişiğinde de fabrikatör Mikdat beyin fabrikası yer alıyordu. Belediyeden gelen koku burada da rahatsız ediciydi. Bundan kurtulmak için caddenin karşısından yürümeye karar verdi ve arabaların bıraktığı bir aralıktan yararlanarak kendini karşı kaldırıma attı. Işıklara doğru yürümeye başladı.

Işıklara geldiğinde karşı tarafta Belediye Parkı’nı gördü. O tarafa geçti. Parkın içinden dumanlar ve kızarmış et kokuları hemen fark ediliyordu. Parkın dışı ise tam evlere şenlikti. Bir kasap bir köşede bir keçi, bir diğeri bir koyun boğazlıyor, bir başkası caddedeki bir ağaca astığı koyunu yüzüyordu.

Büyük kütükler üzerinde kabaca parçalanan etler, seyyar çengellere küçük parçalar halinde tekrar parçalanmak üzere asılmış koyun ve keçiler, pis bir terazide tartılan birkaç kiloluk eti hiçbir şeye sarmadan eliyle kaptığı gibi kebap yapmak üzere parka doğru koşturanlar…

Bir kasap onu müşteri zannetti:

-Buyurun beyim! Görüyorsunuz etlerimiz oldukça tazedir. On dakika olmadı keseli. Fiyatlarımız da hesaplı. Kilosu sadece 9 lira. İster misiniz, but tarafından vereyim mi?

Bir başkası:

-Beyefendi ciğer, dalak, böbrek lazım mı? Bir hayvanınkilerin hepsini takım olarak 5 liraya veririm, diyordu.

Bu konuşmalara hiç cevap vermeden yürümesini sürdürdü. Parkın içine girdiğinde ellerindeki gazete, kürek, tencere kapağı gibi araçlarla mangaldaki kömürü tutuşturmaya çalışan, tutuşan kömürün üzerine çiğ etleri koyan, pişenleri çıkaran, ellerinden yağlar süzülerek zevkle yiyen, yağlı ellerini üstüne silen, küçücük çocukların ağızlarına yarı çiğ yarı pişmiş etleri zorla sokan bir sürü insan gördü.

Radyolardan, teyplerden çıkan müzik sesleri birbirine karışıyordu. Müziklerin hemen hepsi de arabesk türdendi. Bir ağacın altında iri yarı bir adam, dışarıdaki kasapların etini ya pahalı bulduğundan ya da beğenmediğinden bu sorununu kendisi çözmek amacıyla bir ayağıyla kanatlarına bastığı bir horozu hem kesmeye çalışıyor hem de bir türkü söylüyordu. Hayvanın boğazına bıçağı sürttü, sürttü… Birkaç sürtmeden sonra hayvanın boğazından kan aktığını görünce kestiğini zannetti. Ama bıçak pek keskin olmadığından kanat üzerindeki ayağını kaldırınca hayvan etrafa kanlar saça saça zıplamaya başladı. Hayvanın bazı zıplamaları bir metreyi buluyordu. Durumu gören birisi keskin bir bıçakla geldi, horozu yakaladı ve hayvanın kafasını keserek bu işkenceye son verdi.

Top oynayanlar, yürüyüş yapanlar, seyyar satıcılar, çay demleyenler, piyango satıcıları parkın diğer sakinleriydi.

Gördüklerinden tiksinerek oradan da ayrıldı. Parkın dışına çıktığında durarak biraz nefeslendi. Gördüklerine inanamıyordu. Dün ve bugün ne kadar çok anormal olay yaşamıştı. Şaşkındı ve morali bozuktu. Sinirlerini yatıştırıcı bir ilaç almayı düşündü ve yanından geçen kelli felli bir adama hastanenin yerini sordu. O da tarif etti.

Biraz sonra hastanedeydi. Hastane insan doluydu. Bu kalabalıkta kendisine sıra gelmeyebilirdi. Gideceği doktor belliydi: Aklını kaybetmemek için bir Psikolog’a ya da Psikiyatrist’e ihtiyacı vardı. Ama acaba burada bu branşlarda uzman doktor var mıydı? Kapılardaki isimleri ve doktor branşlarını okumaya başladı. Hepsinin önü insan yığılıydı, birisi hariç. Orada hiç kimse yoktu. Bu kapıya yaklaşıp kapıdaki yazıyı okudu. Bir kez daha ama bu sefer daha dikkatli okudu: Psikiyatrist Hayati Söylemez.

Kapıyı yavaşça vurdu, içeri girdi. Hayati bey, yakın gözlüğünün üstünden bu yeni gelen hastasına baktı ve “Al işte, bir kaçık daha geldi. Biraz boş zamanım olsa hemen birisi bitiveriyor. Sanki adamların antenleri var!” diye aklından geçirdi ve bir tane hasta bilgileri kayıt formu çıkardı.

-Hoş geldiniz. Barkot aldınız mı?

-Ne barkotu, nereden alacaktım?

-Amaan boş ver. Olmasa da olur. Bu barkot markot işleri zaten gereksiz şeyler. Şöyle buyurun, oturun. Adınızı, soyadınızı ve yaşınızı alayım.

Söyledi, doktor da yazdı.

-Şimdi de derdinizi söyleyin!

-Doktor bey, anlatacaklarıma inanmayacaksınız ama inanın ki doğru söylüyorum.

-Neden inanmayaym canım? Her gün senin gibi onlarca insan geliyor. Öyle şeyler anlatıyorlar ki, küçücük bir çocuk bile inanmaz söylenenlere, ama ben gene de inanıyorum.

-Ben kendim yaşadıklarıma inanmıyorum ki…

-Bırakın bunları da sadete gelelim.

-Önce kimseye söylemeyeceğinize söz verin! Çünkü size bir sırrımı vereceğim, ama bu sır aramızda kalacak.

-Benim soyadım Söylemez. O nedenle söz, söz. Hadi söyleyin!

-Ben aslında sade bir vatandaş gibi görünüyorum, ama değilim.

-Belli, belli… Hadi sade olmayan vatandaş, önce şu sırrını söyle!

-Sıkı durun söylüyorum: Ben Memleketim’in Al-Makam’ıyım. Yeni atandım. Göreve başlamadan önce habersizce gelip burayı tanımak istedim.

Bunu duyunca Psikiyatrist, karşısındakine çaktırmadan hafifçe gülümsedi. Teşhisi koymuştu. Önündeki forma hemen yazdı: Paranoyak…

-Ee, Al-Makam bey söyleyin bakalım, daha neler anlatacaksınız? Madem dertleşiyoruz, ben de size bir sırrımı vereyim: Aslında ben Tıp Fakültesi’ni bitirmedim. Eczacı çırağı idim, bir diploma buldum, üzerine kendi fotoğrafımı yapıştırdım. Yıllardır enayilere doktorum diye kendimi yutturuyorum. Neyse, neyse! Benim derdim değil, seninki önemli. Hemen başla anlatmaya!

Al-Makam, başından geçenleri bir bir anlattı. Konuşmalarının arasına çocukluk dönemi anılarını da arada sırada kattı. Doktor sorduğunda eskiyi hatırlamakta bazen zorlandı, bazen durakladı, bazen de çelişkili ifadeler kullandı. Bunlar teşhise ilave yapılmasına yol açtı: Şizofren Paranoyak…

Konuşma ve teşhis koyma bittikten sonra Hayati bey, reçeteyi en ağır akıl hastalarına verilen ilaçlarla doldurdu. Reçeteyi alıp teşekkür ederek oradan ayrıldı.

Al-Makam elindeki reçete ile Şifam Olsun İlaç Satım Yeri’nin önüne geldiğinde karşı kaldırımdan adeta uçarak gelen bir adam gördü. Bu Derman Bul İlaç Satım Yeri’nin sahibiydi. Adam, hemen Al-Makamın koluna girip hızla karşıya geçirdi, reçeteyi elinden kaptı, şöyle bir baktı reçeteye, sonra yüzünü ekşitti ve içinden “Vah zavallım, vah! Bu illetin en ağır olanına tutulmuş.” diye düşündü.

Al-Makam ilaçları alıp otele döndü ve valizini toplamaya başladı. Burada artık duramayacağını anlamıştı. Bir an önce uzaklaşmak niyetindeydi. Valizini alıp aşağıya indiğinde resepsiyon memuru ile karşılaştı. Onun otelden ayrılma niyetini sezen memur bir günlük parayı geri isteyeceği korkusuyla:

-Beyefendi, iki günlük ödemiştiniz. Neden bir gün daha kalmıyorsunuz? Size geri ödeme yapamam, bunu bilesiniz, dedi.

-Geri ödemezsen ödeme be!... diye kendisinden beklenmeyen bir kabalıkla bağırdı.

Otogarda hemen bir otobüse atladı, bir an önce buradan kurtulmak ister gibiydi. Şansına gene cam kenarı düşmüştü. Hem de öne yakın bir sıradaydı. Otobüs hareket edince torbadaki dört tane ilaçtan birer tane çıkardı, muavinden bir bardak su isteyerek hepsini birden yuttu. Oysa doktor, ilaçların en az bir saatlik ara ile alınması gerektiğini söylemişti. Ama olsun, o her şeyi unutmak istiyordu. İyi halt etmiş, bir de buradan bir arsa almıştı. Bunu yaptığı için çok pişmandı. Hapların etkisiyle derin bir uykuya daldı.

Gözlerini açtığında önce nerede olduğunu anlamadı. Gözlerinin üzerine parmaklarıyla biraz bastırdı, alnına masaj yaptı. Yavaş yavaş kendine geldi ve yaşadıklarını bir bir hatırlamaya başladı. İnanamıyordu, ama hepsi gerçekti.

Memleketim’den ne kadar uzakta olduğunu, kaç kilometre yol aldıklarını tahmin etmeye çalıştı, ama başaramadı. Yanındaki yolcuya sormaktan da çekindi. Tam o sırada muavin:

-Sayın yolcular, on beş dakika ihtiyaç molası! diye seslendi ve otobüs yollarının üzerindeki ilk dinlenme tesisine girdi. Tesislerde birkaç özel araba ve üç tane de şehirlerarası otobüs vardı. Otobüslerden birisi Memleketim’e gidiyordu.

Yolcular teker teker otobüsü boşalttılar. O, inmek niyetinde değildi. Olanları düşünmek istiyordu. ”Yaptığım doğru bir davranış mı? Kaçmak bana yakışır mı? Mücadele etmem gerekmez miydi? Kolayı herkes sever, esas olan zoru başarmaktır. Üstelik yaşadıklarımın ilginç ve komik tarafları da yok mu? Farklı bir açıdan olaylara bakamaz mıyım?” dedi, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Birazdan gülümseme kahkahaya dönüştü. Kendi kendine gülüyordu. Birisi görse kim bilir ne düşünürdü, ama bu umurunda bile değildi. Evet kararını değiştirmişti. Ona göre bu kaçış utanç vericiydi ve geri dönmeliydi.

Otobüsten aşağıya atladı, Memleketim’e giden otobüsün yanına geldi. Araba harekete geçmek üzereydi. Şoföre kendisinin de geleceğini, biraz beklemesini, çünkü valizinin diğer arabada bulunduğunu söyledi.

Hızlı adımlarla dinlenme tesisinin lokanta kısmına girdi. Yemek yemekte olan muavine durumu anlattı. Muavin yemeğini bırakmak zorunda kaldığı için memnuniyetsizliğini gösteren bir el hareketi yaparak masadan kalktı.

Muavin, bagajı açarak valizi Al-Makam’a verdi ve arkasından kendi duyabileceği bir sesle:

-Sarhoş işte ne olacak, gitsin mi kalsın mı bir türlü karar veremiyor. Zaten Memleketim’e kolay gelinir, ama Memleketim’den zor gidilir, dedi.

Muavinin ”sarhoş” benzetmesi doğru sayılabilirdi. Çünkü ilaçlar Al-Makam’ın dengesini bozmuştu. Adeta bir sarhoş gibi bir o yana bir bu yana sallanarak yürüyordu.
 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..