Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ağustos '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Midilli’de küçük bir gezinti

Sıcak bir Ağustos akşamı Foça Gümrüğünden çıkış damgasını alarak “Şevket Eyice” Gemisi ile Midilli’ ye doğru eşim ve oğlumla yola koyulduk. Sadece on-on beş yolcu var bizimle birlikte. Yolculuğumuz iki buçuk saat sürecek söylendiğine göre. Foça Limanı’ndan ayrıldıktan bir süre sonra başlangıçta sakin olan deniz giderek kabarıyor. Tarifeli seferlere denizin durumuna göre izin verilmeyebileceği sözü böylece anlamını buluyor. Giderek arkamızda Foça, yanımızda Dikili ve Çandarlı bize eşlik ediyor epey bir süre. Ufkun sarısının kızıla yüz tutmasına yakın denizin giderek sakinleştiğini fark ediyoruz. Diğer yanımızda çöken sisin etkisiyle tamamen duran denizin üstünde adeta uzayda kaybolmuşluk duygusuna kapılmamak işten değil. Önümüzde ise Midilli’nin tepeleri yükseliyor.

Kıyı boyunca seyrederken, adanın kendisine özgü yeşilliği dikkat çekiyor. Güneş batarken yanaşıyoruz limana. Hızlı bir pasaport işlemi sonrasında ulaştığımız gümrük binasının kapısının ötesi adanın tek uluslar arası deniz (ve hava) limanının bulunduğu Mytilene’nin kalbi. Çıkar çıkmaz kendinizi şehrin ortasında buluveriyorsunuz. Mükemmel işaretleme sayesinde ve Yunanca bilmemekle birlikte harfleri çok iyi tanıyan oğlumun katkısıyla, limana yakın olduğunu bildiğimiz otelimizi elimizle koymuş gibi buluyoruz. Eski olduğu her halinden belli olan binanın otele dönüştürüldüğü anlaşılıyor. Her odaya kapılarına da resmedilmiş olan adanın endemik bitkilerinin ismi verilmiş. Oda tavanları günümüz standardından çok yüksek ve keza yeşil boyalı demir panjurlu pencereleri de öyle. Banyo sonradan odanın içine monte edilmiş. Orfeos Oteli bu denli anlatmamın nedeni ise şehrin görebildiğim hemen bütün yapılarının eski ve son derecede iyi korunmuş halde olması. Gözü rahatsız eden bir yapı yok desem yanlış olmaz. Otele yerleşme sonrasında hızlı bir gece keşfi için dışarı çıkıyoruz. Amaç hem keşif hem de bir şeyler atıştırmak. Limanın yer aldığı koyun diğer başına kadar yürüyoruz. Yürüyüşün hemen başında bir Uzo satış yeri ve aynı zamanda imal edildiği bir mekanın yanından geçerken burnumuza dolan anason kokusu keyif veriyor. Kahveler, birahaneler ve lokantalar canlı ve insan dolu. Yürüyüşümüzün sonunda kıyı lokantalarının içinden geçerek bizi anımsatan müşteri avcısı garsonlardan Türk olduğumuzu anlayan birisinin oğluma sempatiyle Galatasaray-Fenerbahçe takılmasını karşılayıp lokantalardan birisini seçerek oturuyoruz. Çevremiz bir Beyoğlu – Nevizade meyhanesinden hiç farklı değil. İngilizce bilen ve sonradan Müslüman Arnavut olduğunu ve bir dönem İstanbul’da kaldığını öğrendiğimiz garsonun tavsiyelerine güvenerek deniz börülcesi türünden lezzetli bir mezeyi tadıyoruz. Daha sonra ise şehri tüm canlılığı ile bırakıp yarın için biraz dinlenmek üzere otele dönüyoruz. Sıcağın da etkisiyle çok iyi uyuyamamamıza rağmen erkenden kalkıp kahvaltımızı yaparak tek günümüzü en iyi şekilde değerlendirmek üzere yürüyüşümüze başlıyoruz. Adanın adı bizde kayıtlı olandan farklı olarak “Lesvos”. Midilli adı ise adanın baş şehri olarak nitelenen “Mytilene” den geliyor sanırım. Adanın geçim geleneksel olarak tarım (zeytincilik) ve balıkçılığa dayanıyor. Sabah erken olduğu için şehrin dükkanları yeni açılıyor. Dikkati hemen çeken bir durum süpermarket ve bilindik fast-food zincirlerinin bulunmaması. Ermou Caddesi boyunca sağlı sollu sıralanmış modern ve eski her türden dükkan kepenklerini açmaktalar. Turistik ele yapımı işlerin yer aldığı dükkanlarla tarihi mekanlarla haşır neşir olarak gezimizi sürdürüyoruz. Şehrin en büyük kilisesine günlük alışveriş sonrası dua etmeye gelenlerden siyaha bürünmüş olan yaşlılarla rahat giyimli genç kadınlar özellikle dikkat çekici. Yaşlı erkeklerin bir kısmının da beyaz gömlekli şık görünümleri de göze çarpıyor. Göze çarpan bir diğer nokta da genç-yaşlı, kadın-erkek tüm ada sakinlerinin ulaşım aracı olarak motosiklet kullanmaları. Adanın Avrupa Birliği’nin bir parçası olduğunu resmi kuruluşların önündeki bayraklardan okumak mümkün. Aslında şehrin düzeni, temizliği, korunmuş ve yaşatılan tarihi dokusu bu durumun ipuçlarını veriyor. Bir de elli kuruşluk alışverişe bile hiç bekletmeden kasa fişi veriliyor olması. Bu arada genel olarak fiyatların beklediğimden daha makul ve hatta yer yer ucuz olduğunu da eklemem gerek. Bunda ekonomik krizin bir etkisi var mıdır? Bilemiyorum. Tüm bu kulağa hoş gelen nitelemelere bir de Türk olduğumuzu söylememize karşı nahoş bir reaksiyon almamamızı da eklemek gerekir diye düşünüyorum her şeye rağmen. Böyle söylüyorum çünkü bazı gözlemlerimiz ve adanın turistik rehberlerinde tarihte Türkler ile ilgili anlatım (işgalci-zorba) bizim Yunanlılar ile ilgili resmi tarih belleğimizi aratmayacak nitelikte. Ermou Caddesi üzerinde Osmanlı’dan kalma “Yeni Cami”nin harap ve adeta yıkılmaya terkedilmiş içler acısı hali de bu fasıldan sayılabilecekler arasında. Ancak asıl şaşırtıcı olanı Şehrin Tarihi Kalesini gezerken yaşadık. Bizans’tan Osmanlı’ya geçen ve Osmanlı damgasını taşıyan bu muhteşem yapı korunmakla birlikte, Orta Hisarda yer alan ve bütünlüğünü koruyan Medrese ve diğer yapıların girişindeki kitabelerin üzerinin kapatılmış olmasıydı. Bunu önce koruma amaçlı bir işleme ya da tahrip olmuş olmaları ihtimaline vermek istedim. Ancak sonuçta birden fazla ve benzer şekilde kapı üstü kitabe yerinin bezle örtülmüş olmasının belirli bir amacı güttüğü sonucuna vardım. Bu durum turistik rehberdeki anlatım dili ile tutarlılık gösterse de bu devirde (Sümela’nın yılda bir kez de olsa ayin yapılmasına açılması haberi televizyondan kulaklarıma çalınırken) milliyetçiliğin bu derecesini içimden ayıplamaktan başka bir şey gelmedi elimden. Umuyorum ki ileride bunlar değişecektir. Turistik dükkanlardaki yağlı boya orijinal tablolar arasında İstanbul ve Ayasofya siluetlerinin revaçta olması karşıtlık içerse de bir bakıma ortak tarih bilincini de yansıtıyor kanımca. Anlatmak istediğim bir diğer buruk hoşluk da, öğlenin bastıran sıcağından ve güneşten kaçmak için bir ağaç yanında gölgesine sığındığımız kahvenin sahibiyle ilgili.

Türkiye’den geldiğimizi Türkçe “çay” isteyerek anlaştığımız yaşlı adamın hikayesiydi. Bize kendi diliyle (adanın dilinin Yunanca'nın Eol Lehçesi olduğu kaydediliyor) annesinin mübadele göçmeni olduğunu anlatmaya çalışması hüzün vericiydi. (Okumalarımdan adanın mübadele göçü alan yerlerden birisi olduğunu öğreniyorum) Tam anlaşamasak da gözlerindeki duygusallık beni biraz daha sohbet etmeye itti. Adını öğrenmeye çalıştım; “Yano” yu çağrıştıran bir kelime döküldü dudaklarından. İçerideki fotoğraflardan bir şeyler sormaya çalıştım, o da cevaplamaya uğraştı. Sözlerle anlaşmanın mümkün olmadığını anlayınca sıcak bir tokalaşma ile veda edebildim ancak. Bir diğer hoş deneyimimiz de eski ve son derecede orijinal dekore edilmiş bir Kahvede bir şeyler içmek ve oğlumla tavla oynamaktı. Servis yapan sempatik garson kızın oğlumun sevebileceği bir içeceği anlatıp seçmesi için çaba harcaması bizi ayrıca mutlu etti. Haftanın ilk gününün gecesi olmasına rağmen kahveler ve yiyecek yerleri tıklım tıklım. İnsanlar sakin ve adeta sürekli sohbet halindeler. Yarın sabah 8:30’da dönüş için kalkacak olan gemiyi de düşünerek gece otele dönmeden önce adeta bir çöreği de çağrıştıran nefis anason kokusunu es geçemiyor ve birkaç sembolik Uzo alışverişi yapıyoruz.

 
Toplam blog
: 129
: 1104
Kayıt tarihi
: 12.06.06
 
 

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F mezunuyum. Yüksek Lisans diplomalarımı G.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü'nd..