Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Temmuz '11

 
Kategori
Mizah
 

Müsaadenle ustam…

Müsaadenle ustam…
 

Görsel: elifnurdemir.wordpress.com


Yanlış hatırlamıyorsam 1975 yılıydı.

Gece mizahla yatıyor, sabah mizahla kalkıyordum. Pirimiz (rahmeti bol olsun) sevgili Oğuz Aral, dergâhımız Gırgır dergisiydi…

Hoş, Ankara’ lı olduğum için Gırgır dergisinin hazırlandığı o kutsanmış mekâna hiç girmemiştim, ama Oğuz ağabeyin tavsiyeleri bazen dergi içinde, bazen mektupla bize ulaşıyordu.

Kendisini defalarca Ankara’ya davet etmiştik; “geleceğim” diyordu bir türlü gelmiyordu.

Bir gün kısa bir mizah öyküsü ve bir karikatür postalamıştım kendisine. Zarfın üzerine de öfkeli bakışlı bir tip oturtmuş, konuşma balonuna da “şşşt, kişiye özeldir” yazmıştım.

Oğuz Ağabey nihayet teslim olmuş ve Ankara’ ya gelmişti. Buluşmayı heyecanla bekledim. Kolay heyecanlanmayan bir çocuktum, ama Oğuz ağabeyi beklerken dizlerim titriyordu. Kapıdan göründüğünde kalbimin atışları neredeyse dışarıdan duyulacaktı.

Gülümseyerek geldi karşımıza. Hepimizi sevgiyle (hatta saygıyla) selamlayıp koltuğuna oturdu. Evde anneme anlatırken “Hazreti Mevlana’yı posta otururken görsem bu kadar heyecanlanmazdım” deyivermiştim. Çok gülmüştü annem.

Oturduğu yerden “herkes kendini bir tanıtsın bakalım” dediğinde ağzımın içinde dilimin kaybolduğunu bile düşünmüştüm. Ama sıra bana geldiğinde tüm heyecanım bitmiş, üstada “Ankaralılara ilgi göstermediği için” çatacak kıvama bile gelmiştim.

Daha adımı söyler söylemez gülerek “ o hergele sensin demek” dedi. Bu bir iltifattı. Gene de korkmuştum. Sadece “bendim, ama şimdi ben olmaktan vaz geçtim” diyebildim. Güldü.

Çok güzel gülüyordu Oğuz ağabey. Bana (sanki kızmış gibi yaparak) “sen en sona kalacaksın” dedi. Sıcacık bir ortamda, arkadaşlara yaptığı eleştirileri tek kelime kaçırmadan dinledim.

Karşımda bir derya vardı. Ben bir bulutun içinde, o deryaya katılmak için sabırsızlıkla bekleyen bir su damlasıydım.

Şu an içimden geldi ve ustayla konuşmadan edemeyeceğim;

Oğuz ağabey ben seni çok sevmiştim. Seni kaybedeli 7 yıl oldu. Sen Hakk’a yürüdüğünde (ben ki ölümlere kolay üzülmezdim) o kadar üzülmüştüm ki! Anlatamam…

Zaten sana anlatmama gerek yok, sen beni de algılamış, üzüldüğümü görmüştün. Yoksa rüyama gelmezdin…

Sen benim mizah tanrımdın Oğuz ağabey. Şimdi tanrıma Tanrımdan rahmet diliyorum. Nur içinde yat. Bana verdiğin her şey için çok teşekkür ediyorum, hakkını helal et ustam… Hakkını helal et… Seni çok seviyorum!

Sıra nihayet bana gelmişti. Sanırım kulaklarıma kadar kızarmışımdır. Çünkü ellerim bile tanınmayacak vaziyette kıpkırmızıyken, avucumdan sular fışkırıyordu. Kendimi tanıyamıyordum.

Yanına oturdum. Oturmasam düşerdim herhalde.

- Sen çok çalışkansın. Aferin sana. Bu iş sürekli çalışmayı gerektirir… Ama rapido ile çalışıyorsun, çizgilerinde bu yüzden hareket olmuyor… Ayrıca gereksiz taramalardan da kaçın…

Sakinleşmiştim. Güzel iltifatları, tavsiyeleri beni çok sevindiriyordu. Tavsiyelerini dikkatle dinliyordum. Ama en sonunda hiç beklemediğim bir şey söyledi:

- Sen sadece çizgiyle uğraşma, aynı zamanda yaz! Mizah yaz! Çok güzel yazıyorsun, kelimelerle, konularla çok güzel oynuyorsun.

Durdu. Bilmem kaçıncı bardak çayından bir yudum aldıktan sonra; “hergele, o yazdığın mektupta bana küfür mü ediyorsun, sitem mi ediyorsun, ben bile anlamadım” dedi…

Utandım, sadece “estağfurullah” diyebildim.

Sonra kalan 7-8 kişiye dönüp (aklımda kaldığı kadarıyla) “mizah budur arkadaşlar, şok yaratacaksınız. Düşündüreceksiniz. Şaşırtacaksınız. Kelimelerle, çizgilerle oynayacaksınız. Ama öyle bir oynayacaksınız ki, kelimeler ve çizgiler kıpır kıpır olacak. Bir kişi ile dalga geçeceksiniz, ama o kişi bile gülecek” demişti.

Uzun uzun anlattı. Fıstık atılan maymun gibi her kelimeyi havada kapıyordum.

Yine bana döndü; ben belki yayınlayamam, ama sen boş durma yaz ve Ankara’daki dergileri, gazeteleri gez. Onlara göster. Birisi ilgilenecektir.

En önemli tavsiyeyi de en sona bırakmıştı, gruba dönüp:

- Mizah tehlikeli iştir arkadaşlar. Hiç olmadık bir yerden, hiç olmadık tepkiyi görürsünüz. Hele mizah yazısı yazmak daha da tehlikelidir. İçindeki bir kelime sizi içeri tıkmaya yeter.

Sonra bana döndü:

- Anladın değil mi? Mizah tehlikeli iştir. Cesaret ister! Var mı cesaretin?

Başımı cesurca salladım.

Sonraki günlerde karikatürden, yazıdan, grafikçilikten kazandığım paralarla top-top kağıtlar, karbonlar aldım…

Yazdım, yazdım, yazdım… Ama mizah yazılarımı ben yazıyor, ben okuyordum. Dergiler çok beğeniyorlar “bu sayıda karikatürünü yayınlayalım, yazıyla biraz daha uğraş, bir sonraki sayıda basalım” diyorlardı.

Ama en çok kızdığım; “şurayı böyle deme, bunu böyle söyleme” demeleriydi. Yazının ruhuna dokununca hevesim kaçıyordu. Oysa “değiştir” denilen cümle, özellikle kurgulanmış ters künde cümlesiydi…

Günaydın gazetesinde yazılarım yayınlanıyordu, ama ben mizah yazılarımı görmek istiyordum mürekkep kokulu kâğıtlarda.

En sonunda bir dergide iki tarafı keskin bıçak kılıklı bir mizah yazım yayınlanacaktı… Aylık derginin yeni sayısını merakla, heyecanla bekliyordum. Yayın günü gelip dergiyi almaya gittiğimde kapısında kocaman bir mühür gördüm. Kapatılmıştı…

Etraf “sivil” doluydu… Sıvıştım, gittim…

Sonraki zamanlarda bana göre “hayatın doğal akışı olmayan” günler beni bekliyordu. Çünkü hayatın doğal akışı gençlere iyi davranmalıydı, ama davranmıyordu.

Karikatürden, yazıdan, mizahtan kopmak zorunda kaldım… Hayat bana başka eğitimler veriyordu artık… Gene de mizah, şaka, güldürmek, düşündürmek, düşünmek hayatımın bir parçasıydı. Yazamıyordum, ama konuşabiliyordum.

Konuşmak daha az tehlikeliydi. Gerekirse “ben öyle söylemedim “denilebilirdi. Ama hiçbir zaman demedim. Ne söylediysem arkasında durdum.

Yazmıyordum, çizmiyordum ama mizahı, mizah yazılarını kaçırmıyor, okuyor, okuyordum. Bir çeşit edebiyat eğitimiydi benimkisi.

Aziz nesin kitapları benim için bir laboratuvardı. Oğuz ağabey “tüm kitaplarını oku” demişti.

O laboratuvarda şunu bulmuştum:

Aziz Nesin aslında iyi bir yazar değildi (!)…

O elinde aynayla gezen yaramaz bir çocuktu. Aynayı bize tutuyor, yani bize bizi gösteriyor, biz aynadaki görüntümüze kahkahalarla gülüyorduk… Başkasına güldüğümüzü zannederken, kendimize gülüyorduk. Hepimiz komik insanlardık.

Aziz nesin gözüyle etrafı gözlemlemeye başladığımda, her adımda bir mizah konusuna rastlamaya başlamıştım. Ama kıskanıyordum onu; çünkü o İstanbul’ da yaşıyordu. Herhangi bir sabah şehir hatları vapuruna binse pek çok tiplemeyi, pek çok mizah konusunu hiç uğraşmadan bulabiliyordu.

Ankara bu konuda oldukça kısırdı. Daha ziyade siyasi tiplemelerle karşılaşabiliyorduk. Bunları yazıp, yayınlamak da “tehlikeli” oluyordu doğrusu. Zaten bu yüzden yazılarım “şurayı değiştir, burayı şöyle yap” denilerek iade ediliyordu.

Diğer bir “ret” nedeni sağcı-solcu gözetmeden taşlama yapışımdı. Hoş, iri taşlar sağa, küçük ama acıtan taşlar sola gidiyordu. İşte bu yüzden kimseye yaranamıyordum, ama işin doğrusu kendime pekâlâ yaranıyordum.

Bir gün Edebiyat öğretmenim Nizam Bey beni kenar çekip “oğlum teşbihlerin, hicivlerin, fıkraların çok güzel. Görülmeyeni görüp yazıyorsun, ironilerin herkesi güldürüyor, ama kaşınma” demişti.

Nizam Hoca haklıymış. Mizah yazmak kaşınmakmış...

Ama o günden sonra ironi olsun, hiciv olsun, teşbih olsun diye yazmadığımı, içimden geleni yazdığımı, insanların da buna isimler koyduğunu fark ettim. Ben doğaçlama yapıyordum ama içinde her şey vardı. Sonra (ne yaptığımın zannedildiğini anlamak için) oturup bu kavramları öğrendim.

Bu kavramların dışında başka neleri öğrendim biliyor musunuz?

Her güldüren yazı mizah değildir; ister inanan, ister inanmayın, gülerken de düşünebilirsiniz.

Mizahın ciddi bir iştir; çünkü yaşamak ciddi bir iştir ve mizah yaşamanın ta kendisidir.

Mizahın tehlikelidir; çünkü mizah (uçtan, kıyıdan da olsa) herkese dokunur. Özellikle de egemen (ya egemen olmaya çalışan) güçlere…

Mizah cesaret ister; çünkü bir anda babanı bile karşına alabilirsin.

Mizah yaparak para kazanılmaz; kazanılsaydı Nasreddin Hoca’ya hoca değil, Nasreddin Ağa derdik…

Mizahçılar cıvık değildir; mizah yapanı soytarı zanneden cahiliye dönemi (ne yazık) hala devam ediyor.

Mizah ıkınarak yapılmaz; çünkü mizah b.ktan bir iş değildir.

Mizah b.ktan değildir ama (bazen) kokar; özellikle ortaya karışık yaparsan…

Mizahçı asla taraf değildir; taraf olursa mizahçı denmez tetikçi, değnekçi, goygoycu vs. denir.

Evet, en önemli öğretiler bunlardı. Bunları ben öğrendim, ama pek çok kişi öğrenememiş.

Bir öykünün içinde güldüren unsurlar var diye bunu mizah olarak kabul edemeyiz.

Mizahi dille yazılmış ama içinde “saptamalar” bulunan bir öykü mizah öyküsü müdür? Yoksa (örneğin) hiciv midir?

Eğer hiciv ise; hiciv de ciddi bir iş değil midir sizce?

Peki, mizah öyküsünün içinde hüzünler var diye hüzün dolu bir öykü diyebilir miyiz?

Ya da içinde mizah barındıran hüzünlü bir öyküye mizah öyküsü mü demek gerekir?

Bir başka soru daha soralım; içinde cıvıklıklar olan yazı mizah yazısı mıdır?

Örneğin içine “koymalar, göstermeler, alaylar, aşağılamalar, gereksiz argolar” bulunan ve bu yolla mizah yapıldığı zannedilen bir yazı “bayağı” bir yazı mıdır yoksa mizah yazısı mıdır?

Eh, şimdi can alıcı bir soru daha soralım:

Örneğin Blog kategorisinde hiciv yapılmışsa buna “bu mizah yazısıdır” diyenler, bayağı mizahlara neden ses çıkart(a)mamışlardır?

Güzel soru değil mi?

Daha başka sorular da olacak…

Bir sonraki yazımızda “mizah kategorisinde blog kategorisi yazısı” yayınlayacağız.

Nedenini (şartlı refleks oluşmaması için) sonra anlatacağız.

Evet, bir densizlik yaptık ve mizahın ne olduğunu (kendimizce) anlattık. Sürç-ü lisan ettiysek af ola… Gördüğünüz gibi; hiç kimseyi güldürmedi (belki sadece gülümsetti) ama mizah kategorisinde yayınlandı.

Demek ki neymiş?

Konu mizahsa, mizah kategorisinde yayınlanır: Güldürmüyor denmez!

Konu blogsa, blog kategorisinde yayınlanır: Güldürüyor denmez!

Anlaştık mı?

 
Toplam blog
: 90
: 2099
Kayıt tarihi
: 27.05.07
 
 

Yaşayacağım yıllar yaşadıklarımdan daha az... Öyleyse "adam gibi yaşamalı" diye düşünüyorum. Kola..