Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ocak '21

 
Kategori
Eğitim
 

MÜŞERREF OLDUM EFENDİM

 

 

“Kim bilir kitap okurum, içinde sen varsın

Şarkı dinlerim, içinde sen

Oturdum, ekmeğimi yerim

Karşımda sen oturursun, çalışırım

Karşımda sen…”

       

        Türk Dil Kurumu, eğitim kelimesini çocukların ve gençlerin toplum anlayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme olarak açıklamış. Bir insanı şekillendiren, onun kendi özünü oluşturma sürecini başlatan etken olarak görebiliriz kısacası. Peki, eğitimci bir insan nasıl olmalıdır? Bu yazımda idealist öğretmenleri, diğer öğretmenlerden ayıran şeylerden bahsetmek istememin bir amacı var: ona olan özlemimi yatıştırmak. Şükran borcumdan öte bir nevi onunla dertleşme isteği... Önce kendimden bahsetmem gerekirse ilkokulu Fethiye Merkez Atatürk İlköğretim Okulu’nda okuduğumdan başlamalıyım. Okula kayıt konusunda son güne kaldığımdan B sınıfındaki tek kişilik kontenjan mucizeydi. Biz okurken Gazi İlköğretim Okulu ve Merkez Atatürk İlköğretim Okulu diye iki okul olarak daha ayrılmamıştı. Bir devlet okulundan ziyade üniversite kampüsü genişliğindeydi. Sabahları Andımız’ın okunduğu güzel, coşkulu günlerdi. O yaşlardaki bir çocuk için okul hayatı ev hayatının önüne geçer, temelin iyi atılması gerekir. Biz B şubesinin bu konuda ne yazık ki pek şansı yoktu. Sınıf öğretmenimizin öğrenci kayırma, keyfi dayak, sınıfla ilgili işleri ailelere yükleme gibi alışkanlıkları vardı. Sınıf defterini doldurtmak için bile veli çağırırdı. Ailesi esnaf kişilerden alet edevat, çiftçi kişilerden meyve sebze isterdi ödememek üzere. Sınıfa ortak parayla alınan eşyaları da evine götürmüştü. Ödevlerin kontrolünü öğrencilere yaptırması da zihnimde canlananlardan şimdi. Bu yüzden diğer derslerde nefes aldığımızı hissederdik. O kadınla tek iyi anım, sınıf süsleri çöpe atılırken kağıttan bayrağımızı alıp “Bayrak atılmaz.” demesine tanık olmuş olduğum andır. 

          Müşerref Üncü ile ortaokula İzmir’de başladığımda tanıştım. Türkçe dersinden ayrı olarak Düşünce Eğitimi dersimiz vardı. Bu dersi bizler için olmazsa olmaz bir ders olarak gördüğünü, çoğunlukla kompozisyon yazımına ağırlık vereceğini söyledi. O ilk dersteki kararlı duruşu bana çocuk aklımla Hayat Bilgisi dizisindeki Afet Hoca’yı çağrıştırmıştı. Gerçek bir eğitimci gibi kendini öğrenmeye ve öğretmeye adadığını hemen hemen her davranışından çıkarabilirdiniz. Diğer iki yıl Türkçe derslerimize girmesi vesilesiyle kendisinden öğrendiğim şeyler artacaktı. Asla ezberci eğitimden yana olmadığı için Türkçe sınavlarımızın bir kısmı kitap sınavından oluşurdu. Sınavda sorulacak olmasa o romanların kapağını açmazdık büyük ihtimal. Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” adlı romanını okutmuştu bize. Kitaptaki bölüm sayısını haftalara bölmüştü, her cuma kitaptan yazılı 5 soru sormuştu. Müşerref Öğretmen, cumaları önce A şubesine sınav yapar, teneffüsten sonra bizim şubemize gelirdi. Kendisi bizim şubenin diğer arkadaşlardan soruları alma ihtimaline karşın önceki şubeyi teneffüse çıkartmama kararı almıştı. Dersle ilgili konulara gelirsek dilbilgisi ve eylemler konusunu çok severdi. Gerçekten de eylemsiz hiçbir anlam oluşmuyordu. Sıkıldığımızı anladığı anladığı zamanlar pano hazırlardık. Masal seslendirmeleri bile yapmıştık. Onun sayesinde küçük yaşlarda Bekir Yurdakul, Mavisel Yener, Hidayet Karakuş, Aydoğan Yavaş, Muzaffer İzgü gibi isimler okula gelmeye, hayatımıza girmeye başlıyordu. Tüm bunların önemini ileride daha iyi anlayacağımızı nereden bilebilirdik?

            Çoğu insana hüzün veren sonbahar, eylül ayında Dil Bayramı Etkinlikleri olduğundan ona ayrı bir heyecan veriyordu. 2008 yılının Dil Bayramı için Selahattin Akçiçek Kültür Merkezi’nde sahnelenmek üzere bir tiyatro çıkartacağını, sınıftan gönüllüler olup olmadığını sordu. 3 hafta akşamları çalışmaya kalınacaktı. Oyunun içeriği Türkçe’nin yabancı diller karşısında yozlaşması karşısında bir öğretmenin bundan ötürü duyduğu rahatsızlığı dile getirme mücadelesiydi. Öğretmen bendim. Bu süreçte onu daha yakından tanımıştım. Okul içinde oynanan piyeslerden farklıydı bu benim için. Küçük yerden gelen biri olarak yaklaşık 300 kişi karşısına çıkmamıştım. Tiyatronun ertesi günü de Konak’ta Dil Bayramı çerçevesinde elimizde pankartlarla yürüyüş yapmıştık. Çetin Tekindor’u görebilme hayaliyle servise binmemiş, dersi bir güzel ekmiş ve görememiştik. Açılımı Seviye Belirleme Sınavı olan SBS’ye ilk giren kuşak bizler idik. Eğitim sisteminde sınavların sayısı arttıkça öğretmenlere düşen görevler de bir o kadar artar. İşin ilginç tarafı yılların öğretmenler bile başta anlamlandıramaz, zorluk çeker bunu öğrencilere, velilere anlatırken. Cuma günleri son saatte Rehberlik dersimize Müşerref Öğretmen gelirdi. Eminim bizden sonraki şubelere de onurlu yaşamın nasıl olduğunu, çabasız kazandığımız şeylerin elimizden bir gün çıkacağını anlatmıştır. Şimdi aklımdan bir sürü anı geçiyor. Kendisine bilinçsizce yaptığımız şu saygısızlıktan bahsedeyim: Kitap okuma saatlerimizde bizi kütüphaneye götürürdü. Bir perşembe günü sınıfta başka bir öğretmenimizin yaş gününü kutlamak amacıyla kütüphaneye gitmemiştik. Müşerref Öğretmen kendisini haberdar etmediğimizden, beklettiğimizden dolayı haklı olarak çok kızmıştı. Unutmadığım anılardan biri de  SBS öncesi akşam ev telefonlarımızdan bizleri araması, başarılar dilemesidir. Andaç yazısında da  “Yavrularım” demesi bu anaç tavrından başka ne olabilirdi?

         Müşerref Öğretmenim… 2017 yılının güzel bir nisan günüydü. Ölüm haberini aldığımda havaalanındaydım. Gördün, hayatımda ilk kez donakaldım. Bu üzüntüm dışarıdan kimilerine anlamsız, abartı gelebilirdi. Hayır, değildi. Senin için Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde “Hayata ve İnsana Güzel Emek” başlığı altında toplandık. Bir öğrencin kapı önünde bayıldı. Salondaki herkes aynı şoku, aynı hüznü hissetti. Bir öğrencin “Babamın vefatından sonra aldığım ölüm haberleri içinde beni en çok sarsan bu oldu. Toplantılarımı bir hafta iptal ettim” dedi. Başka bir öğrencin “Tiyatro görelim diye ailemizden izin alır, çıkışta bizi İzmir’den Manisa’ya, evlerimize bırakırdı.” dedi, ağladık. Şu an mühendis olan bir abi ise hayal kurmanın önemini senden öğrendiğinden bahsetti. Sıra bana geldiğinde Güz geldi Ömür Hanım şiirinden bir yer okumak istemiştim, ama yapamadım. Hayatta en çok saygı duyduğum insanın kaybını kabullenemiyordum. Bir veli “Yahu hayatımda bir salon dolusu insanı birisi için ağlarken görmemiştim. Kaldı mı böyle insanlar?” dedi. Sen salonları doldurmayı hep başarmıştın. Öğretmenliğin güzel yanı bunun bir ömür sürmesi sanırım. Diğer meslek gruplarında olanın aksine ilişkinin kesilmemesi, bizden haberler almak seni çok mutlu ederdi.

         Yokluğunda neler mi oluyor bitiyor? Hem aynı, hem değil. Dünya kendisinden beklemediğimiz bir derecede kötüye gidiyor. Aslında kötü olan dünya değil, insanlar. Sen bunu da biliyordun. Cehalet, egolar, doyumsuzluklar, yok yere savaş çıkarma merakı, hep iyi insanların ölmesi, din alıp satmalar, çoğu kapitalist araç gibi teknolojinin de insanı sömürmesi, sokaktaki aç insanlar, doğa katliamı, sanatçının yerlerde sürünmesi seni hep üzerdi. Şu habere üzüldüm mesela öğretmenim: Yeni doğan yunus yavrusu ile gösteriş yapmak için fotoğraf çektirmek isteyen bir grup onu öyle sıkmış ki yavrucuk korkudan nefessiz kalmış, can vermiş. Hatırlarsın, insanın mı doğaya yoksa doğanın mı insana hakim olup olmadığı ortaokulda münazara konularındandı. Yokluğunda eğitim sistemi yapboz olmaktan öte oldu, o parçalar yere düşüyor artık. Üniversitelerde her sene boş kontenjanlar artıyor. Bu konulara girmeyeyim şimdi. Senin anlayacağın düzensizlik düzen oldu. Bizler tahmin ettiğin gibiyiz. Kendimizi çeşitli yollarla teselli ediyoruz bazen. Çok sevdiğimiz Ayla Kutlu bir mektubunda bana sanatın bu konuda en iyi yol olduğunu söyledi. Hep ileriyi düşünmek, daha çok çalışmak zorundayız. Artık korkmuyorum gelecekten. Güzel hayallerim var. Mesela biri Müşerref Üncü Kütüphanesi açarak seni yaşatmak. Bu biraz zaman alacak. Bil ki ne zaman seni özlesem bu şarkıyı mırıldanacak zihnim:

“Ve ne düşünüyor, beni mi?

Yoksa ne bileyim fasulyenin neden bir türlü pişmediğini mi?

Yahut insanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor, şu anda, şimdi?”

 
Toplam blog
: 6
: 130
Kayıt tarihi
: 25.09.20
 
 

Kültür- sanat, hukuk, siyaset, tarih, psikoloji, turizm, spor, Türk halk müziği ..