Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Nisan '14

 
Kategori
Öykü
 

Müstesna, Anne ve geriye kalanlar…

Müstesna, Anne ve geriye kalanlar…
 

Daha on sekizini bitirip rüştünü bile ispat etmemişti, ama o gün babaannesiyle konuşurken öğrendikleriyle sanki birden büyüyüvermişti Müstesna… Ya da herkesin bildiği adıyla “terzi Müstesna”.

1929 yılında, sıcak bir Temmuz günü, Bursa’da doğmuştu. Yeniden nüfus cüzdanı çıkarmakla uğraşmak zor geldiğinden, kendisinden iki yıl önce doğup birkaç ay içinde ölüp giden ablasının nüfus cüzdanını ona vermişlerdi. Aile büyükleri yedinci ayda doğduğunu söylemişti sadece, tam olarak hangi gün olduğunu hiç kimse anımsamıyordu. O zamanlar burç kavramı henüz moda olmadığı için böyle ayrıntılara da dikkat edilmezdi ki zaten... Doğuştan şanssız olanlardandı o. Henüz bir yaşındayken, çağın vebası olarak adlandırılan veremden kaybettiği babası onun için sadece evin duvarında asılı olan iki adet renksiz, soluk fotoğraftan ve bayram sabahları götürüldüğü mezarlıkta gördüğü eski Türkçe harflerle dolu bir mezar taşından ibaretti. Küçükken bazen babasının o fotoğraflardan kendisini izlediğini düşünür ve birden canlanıp yanına geleceği hissine kapılırdı. Aile büyüklerinden onun tulumbacı olduğunu öğrenebilmişti yalnızca. O kadar gür bir sesi varmış ki “Yangın vaaaaar!” diye Tophane’den bir bağırırmış, sesi taa Yeşil’den duyulurmuş. Çok da güzelmiş sesi. İyi de şarkı söylermiş. Müstesna da sesinin güzelliğini ondan almıştı. Babasından ona miras olarak bir bu yeteneği, bir de o siyah-beyaz eski fotoğraflar kalmıştı işte. Çocukluğuna dair ilk hatıraları ise, uzun ve beyaz sakalı göbeğine kadar inen dedesinin kucağında dinlediği masallarla uykuya daldığı geceler ve babaannesinin “Oğlumun yadigârı, biricik emaneti” sözleriyle sık sık ağlayarak kendisine sarılmasıydı. Bir de o esrarengiz, siyah çarşaflı kadın... Kim olduğunu bilmezdi. Çocuk aklıyla sormayı da akıl edememişti. Belki de sormuştu da, yanıt alamamıştı. Bunu bile anımsayamayacak kadar ufaktı o zamanlar. Çok sık olmasa da bu kadını ziyarete giderlerdi babaannesiyle birlikte. Arada hep cam bir bölme olurdu, yanına gitmesine izin vermezlerdi. Dönüşte sürekli dönüp ona el sallardı. Kadın da ağlayarak karşılık verirdi. Yüzünü hiç hatırlamıyordu. Hep peçeli olurdu. Sadece son gidişinde yüzünü tam olarak görebilmişti. O gün arada cam bölme de yoktu, hatta yanına oturmasına bile izin verilmişti. Kadın sürekli ona bakıp ağlamış, sarılma girişimleri ise babaannesi tarafından şiddetle engellenmişti. Bu son görüşmeleri olmuştu. Bir daha hiç ziyaretine gitmediler. Müstesna büyüdükçe siyah peçeli kadını da, anlam veremediği bu ziyaretleri de çoktan unutmuştu. Ta ki o gün babaannesi onu karşısına alıp bu kadının kim olduğunu  anlatana kadar…O zaman çok küçük olduğu için söylemek istememişlerdi. Aklı ermezdi. Annesiydi o kadın. Evde hiç lafı bile edilmeyen, ettirilmeyen, ne zaman sormak istese acilen konu değiştirilen annesi…Çok uzun yıllardır düşünmekten ve sorgulamaktan bile vazgeçtiği biri yani. Anne kavramı öylesine silinmişti ki kafasından, neredeyse kendisini doğuran bir kadının hiç var olmadığını ve leylekler tarafından evin bacasından aşağı bırakıldığını düşünecek hale gelmişti. Ama herkes gibi onun da bir annesi vardı işte… Hem de, ne acı bir tesadüftür ki tıpkı rahmetli babası gibi, verem olan ve hastanede çaresizce o kaçınılmaz sonu bekleyen bir anne. Babaannesi “Veremin kurtuluş yoktur malum, kadıncağızın günleri sayılıydı” diyordu. Bunları söyleyip o ufacık yaşında aklını bulandırmak istememişlerdi. Hem zaten annesi de sağlam ayakkabı değildi. Aslında o ziyaretleri bile hak etmiyordu ya, işte “İnsanlık bizde kalsın” demişlerdi. Müstesna’nın annesinin hikayesi o günün koşullarına göre fazlasıyla sıra dışıydı. O da kızı gibi terziydi. Bunu duyunca Müstesna’nın yüzüne buruk bir gülümseme yayılmıştı. Babadan miras kalan güzel şarkı söyleme yeteneğine, bir de annesinin el becerisi mirası eklenmişti…Ona can veren bu iki önemli insandan elinde kalanlar sadece bunlardı demek…Kadının büyük bir atölyesi ve bu atölyede çalışan işçileri vardı. Müstesna’nın babası öldükten sonra atölyesindeki genç bir işçiye aşık olmuştu. O yıllarda küçük ve tutucu bir kent olan Bursa’da kimseye aldırmadan bu gençle birlikte yaşamaya başlamıştı. Babaanne ve dede çok sinirlenip Müstesna’yı elinden almak için çok uğraştılarsa da bir türlü başarılı olamamışlardı. Ancak annenin yaptığı –babaannesinin tabiriyle- bu ahlaksızlık da yanına kalmamış, genç sevgilisi kısa süre sonra vereme yakalanmıştı. Eee ne de olsa Allah büyüktü…Kadın kendini –çocuğunu bile gözü görmeyecek kadar- aşık olduğu bu genç adama adamış, ölene kadar ona bakmış, Müstesna’yı adamdan mümkün olduğunca uzak tutmayı başarmış, ancak rahmetli eşine baktığı dönemde kendisini teğet geçen veremin ona bulaşmasına bu kez engel olamamıştı. Bu, babaanne ile dedenin arayıp da bulamadığı bir fırsattı. Verem çocuğa da bulaşmasın diyerek Müstesna’yı annenin yanından almışlardı. Ne de olsa sonuçta o da bir anneydi ve kızının kendisiyle aynı sonu paylaşmasına gönlü razı olmamıştı tabii. Son zamanlarında durumu ağırlaşınca hastaneye yatırmışlardı. Ölümcül bir hastanın son arzusunu kıramayıp kızını ara sıra da olsa uzaktan görmesine izin vermişlerdi. Son ziyaretlerinde bunun artık son görüşme olduğunun hepsi farkındaydılar, durumu iyice ağırlaşmıştı. Bu nedenle de yüzünü açmasına ve yanına yaklaşmasına ses çıkarmamışlardı. Kadıncağız da giderayak kızına yüzünü belletmek, onun hafızasında azıcık da olsa bir yer edinmek istemiş olmalıydı. Ölünce de şehir mezarlığındaki o büyük çınarın yakınında bir yere gömüvermiş, hiç gitmedikleri ve bir mezar taşı dikmeye bile tenezzül etmedikleri için mezarının yerini de unutmuşlardı. Kalan üç-beş parça eşyasını dağıtmış, babası ile evlenirken çektirdikleri o tek fotoğrafını da yırtıp atmışlardı. Müstesna bunları dinlerken vücudundaki tüm kanın çekildiğini hissediyordu. Kulakları uğuldamaya başlamıştı.  İçinde büyük bir öfke duydu. Hınçla karışık büyük bir öfke… Kime ve neye öfkelendiğini de kestiremiyordu. Babasının ölümünden kısa bir süre sonra, evladını bile gözü görmeyecek kadar bir başkasına aşık olan ve veremin bulaşıcı olduğunu bildiği halde ondan ayrılamayan, kendini ona bakmaya adayarak bir yerde ölümü kızına tercih etmiş olan annesine mi? Yoksa annesinin kimliğini kendisinden saklayarak onu herhangi biri olarak görmesine ve dolayısıyla da hafızasına kazımak için hiçbir çaba sarf etmemesine neden olan babaannesine ve dedesine mi? Kafasının içinde soru işaretleri uçuşuyordu. Yeryüzündeki en güçlü, yüce ve vazgeçilmez duygu evlat sevgisi değil miydi? Aşk dedikleri duygu insanın gözünü evlat sevgisini bile hiçe sayabilecek kadar mı kör ediyordu? Annesinin bir başkasını ona tercih etmiş olduğunu düşünmek bile kendini çok değersiz hissetmesine neden oluyor, yüreği bıçakla deşiliyormuşçasına acıyor, nefesi kesilecek gibi geliyordu. Yine de annesinin kendisini hiç sevmemiş olduğuna inanmak istemiyordu. Öyle olsa, hiç direnmeden en başında onu başından atardı. Hem, hastalığını bulaştırmamak için ayrılırken belki de çok acı çekmişti, kim bilir? Peki, ölüm döşeğindeyken sürekli kızını görmek istemesi, o ağlamalar da bu sevginin bir sonucu muydu, yoksa kendi zevkinin peşinde sürüklenirken evladını ikinci plana atan bir annenin duyduğu vicdan azabı mıydı? Gerekçesi ne olursa olsun, aşk bile olsa, onu daha ufacıkken annesiz bırakmaya hakkı var mıydı?  O adamı geride kalmışlık hissine katlanamayacak kadar ölümüne severken arkada bırakacağı kızını hiç düşünmemiş miydi? Annesiz büyümüş olmasının bedelini ödemek kimin payına düşüyordu bu durumda? Peki ya babaanne ve dedesine ne demeliydi? Hangi ahlak anlayışı bir çocuktan annesini saklamayı haklı gösterebilirdi? Karşısındaki ne olursa olsun annesiydi ve küçücük bir çocuk olarak onun sevgisine, şefkatine ihtiyacı vardı. Hatalı da olsa, kötü de olsa, hasta da olsa annenin yeri başkaydı ve hiç kimse- ona sonsuz bir şefkat gösteren babaanne ve dedesi bile- o yeri dolduramazdı. O kadının annesi olduğunu bilse, şu an aklında kalan silik bir figürden çok daha fazlası olacaktı hiç şüphesiz. Kader annesini de tıpkı babası gibi erkenden ondan ayırmıştı, ama ondan hatıra kalacak bir anı, bir bakış, bir söz, bir eşya ya da en azından -babasında olduğu gibi-bir fotoğraf ve ara sıra ziyaret edip başında ağlayabileceği bir mezar taşını da mı hak etmiyordu?

Olmuyordu, ne yapsa, ne etse, ne düşünse, hiçbir şey içindeki öfkeyi söndürmüyor, onu rahatlatmaya yetmiyordu. Kendisini yatıştırmak için ileri sürülen bahaneler de, ne geçmişi, ne de o geçmişle birlikte yitip gidenleri ve hep bir şeylerin eksikliğini duyduğu o çocukluk yıllarını geri getiremiyordu. Kader ona en başından adil davranmamış, hayatındaki en önemli iki figürü çabucak elinden almış, diğerleri de onlardan kalan hatıraları bile çok görmüştü. Bundan sonra onun payına düşen de, ömür boyu hep bir eksikle, yarım kalmışlık hissiyle yaşayacağını bilmenin derin ve geri dönüşü olmayan sızısıydı işte…

*Bu öyküm, Keyf-i Edebiyat Dergisi'nin 3.Sayısında (Ocak 2014) yayınlanmıştır. 

 
Toplam blog
: 13
: 551
Kayıt tarihi
: 02.01.14
 
 

27 Kasım 1981 tarihinde Bursa'da dünyaya geldim. 1984 yılından beri Ankara'da yaşıyorum.1998 yılınd..