Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Mayıs '18

 
Kategori
Ankara
 

Nasıl Açıklanabilir?

Nasıl Açıklanabilir?
 

Araştırmacı Yazar Abdullah SATOĞLU


Anlatılanlar, Akıl ve Mantık Sınırlarının Çok Ötesinde Olan Şeylerdir…

Yakın çevremdeki insanlar, arkadaşlarım, dostlarım benim için hiçbir şeyde; o şeyi, olduğu gibi kabullenen teslimiyetçi bir zihniyete sahip olmadığımı bilirler. Daima şüpheci, sorgulayıcı olduğumu söylerler. Belki de haklıdırlar. Çoğu insanlar gibi bende her bir olayı mantıksal sebep-sonuç ilişkisi ile sorgularım ve yorumlamaya çalışırım.

Sizlere hem Kayseri’ de hem de Ankara’ da yaşanmış birbiri bağlantılı ancak akıl ve mantık sınırlarının çok ötesinde olaniki olayı anlatmaya çalışacağım. Bu olaylar zinciri şaşırtıcı,  şaşırtıcı olduğu kadarda aynı zamanda da çok düşündürücüdür. Bana anlatılanlar benim akıl ve mantığımı çok zorlamaktadır. Öyle sanıyorum ki sizlerinkini de zorlayacaktır. Haydi, sizler siz olun açıklayacağım olaylar zincirini beş duyu organınızın algılarından hareketle akıl mantık süzgecinden geçirerek açıklayabiliyorsanız açıklayın… 

Hiç kuşku yok ki açıklamada benim gibi çok zorlanacaksınız.

Anlatılan insanüstü olaylar zincirini zaman, mekân olarak hiçbir yere oturtamazsınız. Diğer yandan da bu olaylar zincirini yaşayan insan,  üzerinde araştırmacı yazar kimliği olan hatırlı, saygın bir insandır. Bu insanın inançlı ve saygıdeğer kişiliğinden de olacak ki; benim sorgulayıcı yaklaşımımda, yaşananların doğru olup, olmadığına ilişkin bende asla ve asla bir şüphe uyandırmadığını, içime bir kuşku düşürmediğini sizlere belirtmemde de bir sakınca olmadığını düşünüyorum.

Hepimiz biliyoruz ki Albert Einstein, 20. yüzyılın en önemli kuramsal, teorik fizikçisidir. Kendisi, Musevi inancındandır. Ünlü Alman bilim adamı olan Albert Einstein, Görelilik kuramını (diğer adları ile İzafiyet Teorisi ya da Rölativite Kuramını) geliştiren insan olarak bilinir.  Bilim adına Kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına önemli katkılar sağlamıştır. Albert Einstein şöyle der: “Önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur, Bir kum tanesinin sırrında bile çözmeyi başarsaydık, bütün dünyanın sırrını öğrenmiş olurduk. Tabiatta öylesine yüksek bir akıl kendini gösteriyor ki, insanın en ince düşünceleri ve buluşları bu aklın yanında sönük bir gölge gibi kalır. Gerçeği aramak onu elde etmekten daha kıymetlidir.”  demiştir.

Ünlü bilim adamı Albert Einstein deyimi ile “ Gerçeği aramak…” adına, her ne kadar insanlığın “Bir kum tanesinin sırrını…” öğrenememiş olması bir yana, bu gün insanlığın tabiatın bir kısım yüksek aklını çözümleyerek, çözerek kat ettiği yol, bilim ve teknikte elde ettiği başarılar baş döndürücüdür.

İnsanlığın elde ettiği tüm bu başarılar ve gelişmeler adına anlatacağım olaylar zincirini bir kere da ha düşünerek, akıl ve mantığınızı bu işin içine katarak irdelemenizi sizlerden isteyebilir miyim?  

Anlatacağım olaylar zinciri “Gerçeği aramak…”  ve“ Tabiatın… , yüksek akılı…”  adına sizler tarafından nasıl algılanıp, nasıl karşılanacaktır? Bu konuda siz değerli okurların düşünceleri neler olacaktır? Sizlerin düşünceleri, yorumları “ön yargıları” olan diğer insanlar tarafından nasıl karşılanacaktır.

Doğrusu çok merak ediyorum.

Birbirinden kilometrelerce ötede, farklı yerler ve zamanlarda gerçekleşen her iki olayımızın içinde eşkâli aynı olan tek bir kadın bulunmaktadır. Kadın Kayseri’de yaşamaktadır. Yer olarak olayımız önce Kayseri’ de, daha sonrada Ankara’ da geçiyor. Her iki olayımızın bu cephesinin kahramanı da, bu olayları bizzat yaşamış olanı Abdullah Satoğlu’ dur.

Peki, Abdullah Satoğlu kimdir, diyeceksiniz.

Açıklayayım.

Alçakgönüllü, mütevazı bir insan olan Abdullah Satoğlu; zirvede görev yapmış, makam, mevki sahibi olmuş olan ünlü bir siyasetçimizin dayısı olur. Abdullah Satoğlu’ nun bu yönü çok fazla kişi tarafından bilinmez.  Gösterişten uzak, yalın, alçak gönüllü kişiliğinden olacak ki, bu yönünün bilinmesini kendisi de pek arzu etmez, istemez...

Kendisi daha çok edebiyat ve sanat çevresinde şiirleri, makaleleri, kültürel çalışmaları ile tanınan araştırmacı bir yazardır.

****

Akıl mantık süzgecinden geçirdiğinizde açıklamada benim gibi çok zorlanacağınız akıl almaz olaylar zincirini yaşamış olan ve yaşadıklarını ortak bir sohbetimiz esnasında bana anlatan, bu değerli insanın, sıradan bir insan olmadığını daha önceki paragraflarda açıklamaya çalışmıştım.

Ancak bu açıklamalarımın böylesi değerli insanı zihnimizin bir yerine oturtmanız bakımından yetersiz kalacağını düşünüyorum. Bu değerli kişilikle ilgili çok daha fazlasını da anlatmamın yani bu değerli insanın araştırmacı yazar yönünü biraz daha açmamın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Niçin böyle düşünüyorum?

Tekrar tekrar arzu ediyorum ki, benzersiz olayları yaşamış insanla olaylar arasında ilişki kurduğunuzda zihninizde oluşacak kuşkucu düşünce olan acaba… acabalara… yanıt olması ya da bu olaylar zinciri gerçekten yaşamış olaylar mı? Yoksa başka bir amaç için mi anlatılmıştır diye zihninizde oluşacak sorulara daha net yanıt bulabilmeniz bakımından anlatmayı uygun buldum. Bunun da gerekli olduğunu düşünüyorum. 

*****

Değerli bir kalem adamı ve emekçisi olan Abdullah Ağabey, 15 Mayıs 1934’te Kayseri’de doğmuştur. İlk ve orta öğrenimimi Kayseri’de tamamladıktan sonra lisans eğitimini de İstanbul Gazetecilik Yüksek Okulu’nda yapmıştır.

Okuldan mezun olduktan sonra Kayseri’ de, 1951 yılında, alfabe müellifi merhum Ahmet Hilmi Güçlü Hoca’nın tavassutu ile muhabir ve düzeltmen - editör olarak “Hâkimiyet” gazetesinde gazeteciliğe başlamıştır. 1956’da, merhum Şaban Sarıyıldız’ dan imtiyazını devraldığı günlük siyasî “Hakimiyet” gazetesinin yayınını, 15 yıl süre ile aralıksız ve tam bir tarafsızlıkla yürütmüştür.

Üstad Necip Fazıl’ın: “Yoğurttan bir iktidara, mukavvadan bir hançer saplandı” diye tarif ettiği 27 Mayıs 1960 ihtilâlinde, Kayseri’de çıkan yerel dört günlük gazeteden üçünün sahibi nezarete alınmış ve gazeteleri kapanmış olduğu halde, yalnız “Hâkimiyet” gazetesi tarafsız olarak yayınını sürdürmüştür.

Haziran 1958’den itibaren aylık sanat ve edebiyat dergisi “Filiz”i çıkarmağa başlamıştır. Yine o arada, Son Posta, Milliyet, Tercüman ve günlük olarak çıkan “Büyük Doğu” gazeteleriyle, Anadolu Ajansı’nın Kayseri muhabirliğini yapmıştır.

Bu işlerinin yanında yine boş durmamıştır. Koltuğunun altına bir karpuz daha sığdırmış ve edebiyatla olan ilgisini, uğraşısını hiç kesmemiştir. Orkun, Türk Sanatı, Erciyes, Filiz, Boğaziçi, Çağrı, Bahçe, Türk Edebiyatı, Millî Kültür ve Türk Dili gibi seçkin dergilerde şiir ve yazıları yer almıştır. Bazı şiirlerinde “İsmetî” ve “Âşık İsmet” mahlâsını, özellikle Hâkimiyet’ te çıkan çeşitli röportaj ve inceleme yazılarında da zaman zaman “Bülent Müşker” ve “İsmet Turan” müstear ismini kullanmıştır. Hâkimiyet gazetesindeki “İ.A.S.” ve “İs–lah” rumuzunu taşıyan fıkralarda Üstadım Abdullah Satoğlu’ na aittir.

Üstad, 1970 yılında Ankara’ya yerleşmiştir. Matbaasını da Ankara’ ya naklederek, Karanfil Sokakta “AS Matbaası”nı kurmuştur. Aynı zamanda Hür Anadolu ve Başkent gazetelerinde Sanat-Edebiyat sayfalarını düzenlemiştir. Daha sonra matbaa işini tasfiye ederek, kendisini emekliye ayırmıştır.

Bu dönemde başta “Kayseri Ansiklopedisi” olmak üzere araştırma kitapları üzerindeki çalışmalarına ağırlık vermiştir.  Şiirlerini; (Bir Demet Lâle), (Lâle Üstüne), (Lâle Bahçelerinde) ve (Gönlümde açan Lâleler) isimli kitaplarda toplamıştır. Yazarımızın ayıraca; (Türk Şiirinde Lâle), (Âşık Hasan), (Kayseri Erciyes ve Çevresi), (Kayseri Pastırmacılığı), (Kayseri Şairleri-Başlangıçtan Bugüne Kadar), (Mevlâna’nın Hocası-Seyyid Burhaneddin), (Kayseri’nin Efsane Adamı - Osman Kavuncu), (Halk Şairi - Molulu Revaî), (Satoğlu Mehmet Ali Efendi Hoca), (Mimar Sinan Şiirleri Antolojisi), (Kayserililerin Ticaretteki Başarı Sırları) ile Kültür Bakanlığı’nca Yayınlanan (KAYSERİ ANSİKLOPEDİSİ), Erdoğan Ünver ve Hüseyin Yurdabak’la hazırladıkları (Bahçe Şairleri ), Feyzi Halıcı ve Hüseyin Yurdabakla hazırladıkları  (Gönül Sobetleri  Güldestesi) isimli eserleri bulunmaktadır

Kayseri’nin yetiştirdiği; gazeteci, şair, kültür ve folklor adamı, araştırmacı yazar olan Abdullah Satoğlu yurt içinde ve yurt dışında katıldığı birçok etkinlik ve bazı yarışmalarda çeşitli ödüller almıştır. Bunlar arasında önemli olanlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz.

• Kayseri Büyükşehir Belediye Meclisi tarafından, Sahabiye mahallesindeki bir sokağa (Şair Satoğlu Sokağı) isminin verilmesi.

• Kayseri Sanatçılar Derneği tarafından (1991/Folklor Ödülü.)

• Folklor Araştırmaları Kurumu tarafından (1996/Türk Kültürüne Hizmet Ödülü.)

• Kayseri Valiliği (Cumhuriyet’in 75. Yılı Şiir Ödülü.)

• Orhan Şaik Gökyay (2006Yılı Şiir Ödülü.)

• TYB. Kayseri Şubesi tarafından  (Kayseri Kültürüne Hizmet Ödülü.)

• Kayseri Sağlık Eğt. Ens (2006/Türklük Bilimine Hizmet Ödülü.)

Bunlardan başka: İstanbul - Kültür Dünyası Dergisi tarafından (2000/Ağustos – Ayın Şairi) ve Simav –Anadolu Kültür Dergisi tarafından (2001/Mayıs – Ayın Şairi) seçilmiştir. Şiirlerimden 9 tanesi, değerli bestekârlar tarafından değişik makamlarda bestelenmiştir. Bu şiirler,  TRT repertuarına girmiştir.

*****

Belki de içinizde tüm bunları, niçin ayrıntılarıyla yazdığımı bir daha sorgulayabilirsiniz.  Hemen yanıtlayım. Abdullah Ağabeyin kişiliğinden ve yaptığı çalışmalardan yola çıkarak anlattığı her iki olayında benim sorgulayıcı yaklaşımımda, doğru olmadığına ilişkin bende asla ve asla bir şüphe uyandırmadığını, içime kuşku düşürmediğini siz okurlarıma anlatmak için yazdım.

Dahası; açıklayacağım olaylar zinciri, böylesi bir kültür abidesi insanın tükettiği ömür sermayesi içinde kesitler halinde geçen düşündürücü, aklı ve mantığın sınırlarını zorlayıcı;  akıl almaz,  benzersiz, insanüstü olaylar olduğu için yazdım.

 İnanıyorum ki sizlerde hiç şüphesiz benim gibi düşüneceksiniz…

Anlatılacak olan olaylar zinciri nedir diye meraklanmış olacağınızı,  konuya ilişkin ilgi ve alakanızın daha da yükselmeye başladığını hisseder gibi oluyorum.  Bu anlamda merakınızı daha fazla zorlamak istemiyorum.  Ancak, sizlerin aklında; peki,  bu satırların yazarı olarak bu değerli, seçkin insanla sizin ilişkiniz nerede, nasıl başladı, diye sorularda oluşmuş olabilir. Olayları anlatmadan önce, bu konuda da birkaç satırlık bilgi vereyim ve hemen akabinde de akıl almaz olaylarımızın anlatımına geçeyim istiyorum.

****

Türk Edebiyat dünyasının değerli kalemlerinden olan Abdullah Satoğlu Ağabeyimle benim tanışmam oğlu Satoğlu vesilesi ile oldu. Selçuk Tahir Bey bana babasının edebi kişiliğinden bahsetti ve tanıştırabileceğini söyledi.  Selçuk Tahir Bey bir hafta sonunda beni babası ile tanıştırdı.

Abdullah Satoğlu Ağabey ile daha ilk karşılaşmamda kendi kişiliğinde yaradılış mizacı olan güzel kişilik hasletleri olduğunu gözlemledim. Her daim gülen yüzünden, misafirperverliğinden, beyefendiliğinden, insanlara saygılı davranışlarından ve daha birçok üstün meziyetlerinden hareketle,  kendisinin yüksek insani etik değerleri olan çok duyarlı, seçkin biri olduğunu gördüm. 

Daha sonraki günlerde de kendisi ile ofisinde buluşup sohbet eden dost insanlardan bir şey daha sezinledim.  O da bu güzel kişilik karakterinden dolayıdır ki çevresindeki insanlar tarafından da son derece sevilen ve sayılan bir kişi olduğudur. 

Abdullah Ağabeyin çok kuvvetli olan insani yönü, insanlarla olan ikili ilişkilerinde gerçek samimi davranışları hiç şüphesiz diğer insanlar gibi beni de çok etkiledi.  Gözlemlediğim tüm bu insani hasletleri Abdullah Ağabey’le benim tanışıklığımızın daha da güçlenmesine zemin hazırladı. Tüm bunlardan dolayıdır ki yolum Ankara’ da Kızılay’ a düştüğünde çok işimde olsa ne eder,  yapar, bir yolunu bulur, Abdullah Ağabeyimin ofisine yolumu düşürürüm.  Bizim Kırşehirli Türkmenlerin deyimi ile iyi niyet dileği olarak Abdullah Ağabeyimin “ hal, hatırını sormak için”  beş dakikalığına da olsa Atatürk Bulvarı’ndaki kütüphane gibi içi kitap dolu olan çalışma ofisine uğrarım.

Ofisinde kendisini çoğu zaman arkadaşları, dostları ile genelde edebi konularda sohbet ederken bulurum. Sohbet benim ilgi alanımla ilgili ise konu hakkında da yeterince bilgi sahibi isem dayanamam hemen oracıkta ben de bu sıcak ve samimi sohbete dâhil olurum.                  

Yine öylesi karlı bir kış günü idi. Hava çok soğuktu. Yolum Kızılay’ a düşmüştü.  Biraz da üşümüştüm. Boş zamanım da vardı.  Birkaç dakikalığına da olsa Abdullah ağabeyin ofisine uğrayayım,   hem “hal, hatırını” sorayım hem de bir bardak sıcak çayını içeyim - ki Abdullah Ağabeyin ofisinde çayı her zaman hazır olur ve çayı kendi elleri ile misafirlerine ikram eder. - içim ısınsın diye düşündüm. 

Düşündüğümü de yaptım. Abdullah Ağabeyimin ofisine uğradım. Bu soğuk kış gününde Abdullah Ağabey ofisinde yalnızdı. Kısa kış gününün öğle sonrası Güneş yavaş yavaş akşam yörüngesine girmiş ışıklarını Bulvarın bu yönünden ofis camından içeriye gönderiyordu. İçeride hoş ılık bir hava vardı. Abdullah Ağabeyle birbirimizin “hal, hatırını sual ettikten ”sonra Abdullah Ağabey sağ olsun  bana kendi elleri ile çay ikram etti. Bizler karşılıklı olarak çaylarımızı yudumlarken şimdiden hatırlayamadığım daha çok havadan sudan denilecek cinsten bir sohbete girmiştik. O sırada pencerenin alt çıkıntı kısmına sekiz, on adet güvercin gurubu geldi, kondu. İbikleri ile cama vurmaya başladılar.

Abdullah Ağabey yerinden kaktı. “Acıkmışlardır.  Cama vurmakla aç olduklarını bana haber veriyorlar.” dedi. Masasının yan tarafından daha önceden hazırlanmış;  buğday, ufaltılmış olan ekmek, simit kırıntılarıyla karışık dolu poşeti eline aldı. Camı açtı.  Buğday, ekmek ve simit kırıntılarını aşağıya düşmesin diye camın alt çıkıntısının cam yakın kısmına itina ile serdi. Sermesiyle birlikte güvercinler aynı anda yemeye başladılar…

Güvercinler hiç sakınmıyorlardı. Abdullah Ağabeyin eline dokunarak yemlerini yiyorlardı. Güvercinlerin bu insanoğludur beni tutar, bırakmaz gibi bir endişeleri yoktu. Karnını doyuran bir iki güvercin kanatlarını çırpa çırpa gidiyor, yerine aç olan bir iki güvercin daha geliyordu. Pencere önünde yem yiyen güvercin varlığı hep aynı kalıyordu. Abdullah Ağabey, poşetteki son kırıntıları da güvercinlere yedirdikten sonra pencereyi kapattı. Yemi bitiren güvercinler da bir iki kalkıp kanat çırparak karşıdaki Güven Parkının öbür cephesinde bulunan apartmanların üst katından gökyüzü boşluğunda kaybolup gittiler.

Abdullah Ağabey yerine oturdu. Abdullah Ağabeyin bu inceliğine, çevreci duyarlılığına ilk defa şahit oluyordum. Her tarafın karla kaplı olduğu bu soğuk kış gününde Abdullah Ağabeyin buğdayla birlikte ekmek ve simit kırıntılarını değerlendirerek güvercinlere yem olarak vermesine ilişkin hareketi benim gözümde büyüyen insani bir olgunluktu. Çevreci büyük bir insani değerdi.

O anda, kendimle konuşmaya başladım. “Benin oturduğum Batıkent Bölgesinde bazı insanların bayatlatarak bahçenin duvar demirlerine astıkları içi ekmek dolu çok sayıda poşetleri sürekli görüyorum. Poşetlerin bazıları da küf bağlamış… İçim acıyor.  Yazık, günah değil mi? İnsanlar ne diye yiyecekleri kadar ekmek alamazlar diye hayıflanıyorum. Bu tür ekmekler, Abdullah Ağabeyin yaptığı gibi değerlendirilemez mi diye de düşünmeden edemiyorum.”

Gülümseyerek Abdullah Ağabeye : “Abi, yüce bir insani duyarlılık olan bu yönünüzü bilmiyordum. İlk defa görmüş oldum.“ dedim.

Abdullah Ağabey’de gözlerimin içine bakarak gülümsedi ve: “ Mehmet, bu dünyada hepimiz fani miyiz? Fani… Bu gün varız, yarın yokuz. Ancak fani olmakla birlikte şu anda yeryüzünde yaşayan, tüm canlılar olarak belirli bir zaman kesitini hep birlikte paylaşıp, yaşıyoruz.  Yüce yaradan evrende öyle bir denge oluşturmuş ki tüm canlılar birbirine bağlı ve her biri yaşamın birbirini tamamlayan halkaları durumundadırlar. Yaşamın bir veya birkaç halkası koptu mu diğer halkaların yaşaması zorlaşıyor… Gök kubbe çökmedikçe, arz çatlamadıkça, bu evrende dengenin sürekli olması gerekir. Özellikle de biz insanlar evrenin bu dengesinde yıkıcı olmamalıyız. Bizim inanç ve iman değerlerimiz tüm canlıların yaşamını kolaylaştırmamızı ve onların yaşam hakkına saygı göstermemizi gerektirir,” dedi.

Konuşmasına devamla :”Öyle ki benim bu karlı ve soğuk havada yaptığım yemleme işi, güvercinlerin hayatta kalmaları yönünde, yaşamlarını kolaylaştırmadan öteye bir şey değildir. Çoğu insanların yaptığı ve yapacağı gibi bende gelip geçtiğim yerde bazı insanlar tarafından atılan bayat ekmek ve simit kırıntılarını güvercinlere yem olarak değerlendirerek için topluyorum.  Biraz içine buğday katarak her tarafın karla kaplı olduğu, zor yiyecek bulacakları bu kış günlerinde güvercinlere vererek yaşam şartlarını biraz daha kolaylaştırıyorum.  Onlar, her gün bu saatte gelirler, ibikleri ile pencerenin camına vurarak ben de yem isterler. “ dedi

Ben de Abdullah Ağabeye: “ Ağabey, şu anda sizlerin karakter olarak hayır eden, sevap bilen; lütufkâr, himmetli, iyiliksever,  çok üstün etik değere sahip bir insani değerlerinizin olduğunu görüyor ve  yaşıyorum,” dedim.

Abdullah Ağabey benim bu övgü dolu sözüm üzerine bıyıklarını hafiften gererek yine gülümsedi. “Mehmet, orasını Allah bilir. Bil ve unutma her yerde, her şeyde iyilik iyiliktir.  Benim anlayışıma göre her yerde; işte, aşta, her bir şeyde adaletli ve hak bilir olunmalıdır.  Her kim nerede olursa olsun, ne işi yaparsa yapsın,  yeri, kişiliği, mevkii, makamı, statüsü ne olursa olsun, insanlar gücü oranında ve yapabildiği kadarıyla çevresindekilere,  güçsüz insanlara, evrendeki tüm canlılara kurta, kuşa yapabildiği kadar iyilik yapılmalıdır.  Hiçbir zaman insan olarak gönül kırıcı, can yakıcı olunmamalıdır.

Mehmet. Madem konu geldi açıldı. Bu bağlamda birbiri ile bağlantılı olan benzersiz, düşündürücü, akıl almaz,  insanüstü diye bileceğimiz insanın aklı ve mantığın sınırlarını zorlayan yaşadığım iki olayı sana anlatayım da var sen ders çıkart,” dedi.

Sözlerine devamla :“ Öncelikle şunu bilmenizi isterim. Yaşadığım, insanın aklı ve mantığın sınırlarını zorlayan iki olayı bir elin parmak sayısını geçmeyen sayıda çok nadir kişilere anlattım.  Onlara da böyle konu açıldığı için anlattım.  Sana da anlatacağım. Bu durumda sen de o nadir kişilerden birisi olacaksın

Mehmet, anlatacağım düşündürücü, akıl almaz olayları akıl ve mantık süzgecinden geçirdiğiniz zaman dünyadaki mevcut olaylar ve ilişkiler zeminde zaman ve mekân olarak hiçbir yere oturtamazsınız.  Anlatacağım olaylar zinciri benzersiz insan akıl, mantık sınırlarının çok ötesinde olan şeylerdir. Sebepler sonuçlar anlamında baktığınızda akıl ve mantığınızı ne kadar zorlarsanız zorlayın çözemeyeceğiniz şeylerdir, ”dedi.

Abdullah Ağabey konuşmasına devam etti ve  “Mehmet, bizler kardeşler ve kardeş çocukları olarak 1970 yıllarında Kayseri’ den göç edip, Ankara’ ya yerleştik. Ancak Kayseri’ de dostlarımız akrabalarımız olduğu için Kayseri’ den hiçbir zaman kopmadık. Öteden beri de dedelerimiz, babalarımız Kayseri’nin yerlileri oldukları için Mahallemizi, Mahallemizin varlıklı ve yoksul insanlarını da aşağı yukarı tanır, biliriz.

Kardeşler ve kardeş çocukları olarak Ankara’ da yaşamamıza rağmen hayırlarımızı, fitremizi, zekâtlarımızı genelde Kayseri’ deki mahallemizin yoksul insanlarına ulaştırır, onlarla paylaşırız.

Yine böylesi bir iş böylesi bir kış gününde bana düştü. Aramızda toplanan zekâtların, fitrelerin diğer hayırları Kayseri’ ye götürülüp yerlerine ulaştırılması işi görev olarak bana verildi.

Ankara’ da Otobüse bindim. Otobüsümüz Kayseri’ye doğru yola çıktı. Hava çok soğuk her taraf kar kıştı. Havanın erken karardığı daha o ilk akşamdan Otobüsümüz Kayseri Garajına girdi. Garaj da çıktım. Kayseri’ deki evimize gideceğim.

Garajın dışında bir kadın dikkatimi çekti. Üstünden başından fakir olduğu anlaşılan orta yaşın üzerinde o kadın, Otobüs Garajının içindeki bankta oturmuyordu.  Soğuk havada dışarıda karların üzerinde bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Acıdım. İçimde kim bilir ne derdi vardır dedim.  Sonra fikir değiştirdim. Her halde yolda gelecek olan bir yakını bekliyor da olabilir dedim. Üşümemek için de aşağı yukarı yürüyordur diye düşündüm.

Fakat bu kadını daha önceleri de bir yerlerde gördüm gibilerinden bir duyguya kapıldım. Karanlıkta iyi seçilmemekle birlikte dikkatlice yüzüne baktım.  Bir de ne göreyim, o kadın, bizim mahallede yalnız yaşayan, biraz deli dolu hareketleri olan her sene bu tür yardımlar ulaştırdığımız kadın değil mi? Kadına seslendim:

 “Bacım bu kış günü burada ne geziyorsun. Sonra üşütürsün,” dedim.

O da cevap olarak bana: “Seni bekliyorum, “ dedi.

Ben de: “Ne diye beni bekliyorsun,” dedim.

Kadın: ”Bize, bizim hayır paralarını getiriyorsun ya ben, ondan, seni bekliyorum, “ dedi.

Bense duyduğum bu söz karşısında birden çok şaşırdım ve şaşkına döndüm. Olduğum yerde vücudumdan yukarıdan aşağıya doğru kaynar su dökülmüş gibi oldu. Sonra ürperdim, sarsıldım kaldım.  

O anda kendi kendime : “Allah Allah dedim.  Mehmet bir düşün… Bu kadıncağız, onca kişi arsında beni nasıl tanır? Benim hangi gün Ankara’dan Kayseri’ ye geleceğimi nerede bilir? Ankara’da hangi saatte otobüse bindiğimi, hangi saatte Kayseri’ de otobüste ineceğimi nerde bilir?  Sonra benim yardım getirdiğimi nerede bilir?  diye düşündüm. Doğrusu çok büyük hayretler içinde kaldım. Allah kabul etsin, hemen oracıkta kendisine yardımda bulundum. Bacım bu karda kışta buralarda daha fazla bekleme üşütür, hastalanırsın doğrudan evine git dedim. ”

Kadın: “Allah senden razı olsun. Bana olan hayırını yaptın ya… Sende önce evime varırım,” dedi ve akşamın karanlığından gözden kayboldu gitti.

Bende: “ Ben de biraz sakinleştim. Hikmetinden sual olunmaz, bunda da vardır bir hayır,” dedim ve evime gitmek için yola koyuldum,” dedi.

Abdullah Ağabey oturduğu yerden kalktı. “Mehmet, bardağını ver de çaylarımızı yenileyelim,” dedi.  Bardağımı verdim. Masasının öte başında bulunan çaydanlıktan bardaklara önce çay demi, sonra çay suyu doldurdu. Benim bardağımı bana verdi. Çayımı yandaki sehpanın üzerine koydum. Kendi bardağını da masasının üzerine koydu. Çaylarımızı birer kere daha yudumladık. Abdullah Ağabeyin anlattıklarından iyiden iye meraklandım.

Abdullah Ağabey konuşmasına kaldığı yerde devam ettirerek:  “Anlattığım bu olaydan yanılmıyorsam üç yıl sonrasıydı.  Kayseri’deki mahallenizde yaşayan ve mahalle sakinlerine göre deli dolu olan kendisine,  sürekli her yıl hayır ulaştırdığımız o kadın, soğuk bir kış gününde karlar üzerinden bir aşağı bir yukarı yürüyerek beni beklediğini söyleyen bir defa da Ankara’ da karşıma çıktı ve beni ölümden kurtardı.

Mehmet, tabi ki ölüm Allah’ın emridir. Ancak, her ölümün bir sebebi vardır.  Kayseri’deki mahallenizde yaşayan ve mahalle sakinlerine göre deli dolu olan  o kadın olmasaydı anlatacağım Ulus Rüzgârlı’ daki o ani gelişen cip yangını olayı, benim, ölüm sebebim olacak olan bir olaydı ki  o kadın sayesinde öyle olmadı,  ” dedi

Abdullah Ağabey sözlerine devamla; “Şimdi İstanbul’ da ikamet eden ağabeyim o yıllarda Ankara Sincan’ da yap sat inşaat işiyle uğraşıyordu. Bir işim dolaysıya öğleyi geçe, daha çok güneşin akşam ufkuna yaklaştığı bir zamanda bir iş için Ağabeyimin yanına uğradım. İşim o gün bitmedi.  İşim bitmediği için bir sonrası günde yine Ağabeyimin yanına uğramam gerekiyordu.  Bu durumu bilen Ağabeyim bana, yahu Abdullah yarın nasıl olsa yine buraya geleceksin, giderken şu cipe bin git. Cipi Rüzgârlı’ da bulunan sokaklardan birine ve uygun bir yere park et.  Sabahtan Esnafa uğra. Şu inşaat malzemelerini al, gelirken inşaat malzemelerini cipe yükle gel,” dedi ve elime bir liste tutuşturdu.

 Ben de: “tamam,” dedim.

Abdullah Ağabey sözlerine devamla: “Tabi Ağabeyimin cipi inşaat malzemesi getir götür işinde kullandığı cip, tabanında delikler açılmış, boyası dökülmüş eski bir cip idi… Cipin anahtarını aldım.  Cipi çalıştırıp yola çıktım. Ulus, Rüzgârlı’ ya geliyorum.  Akşama doğru Cipi Rüzgârlı’ da uygun yere park edeceğim. Sonra da eve gideceğim. Sabah da inşaat malzemeleri satan esnafa uğrayacağım. Sabah da malzemeleri cipe yükleyip tekrar Sincan’ a gideceğim.  Niyetimiz bu…

Rüzgârlı’ ya girmek için İstanbul Caddesinden Kazım Karabekir Caddesine girdim.  Oradan da sağda ASKİ’ nin önündeki Fuat Börekçi Caddesine döndüm. Biraz ileride Tarihi Roma Hamamı’ nın ASKİ tarafı olan önü Çelik Caddesine döneceğim ve cipi oraya uygun bulduğum bir yere park edeceğim.

Ciple Fuat Börekçi Caddesinde biraz ilerledim. ASKİ’ nin önünü yeni geçtim. Tam Çelik Caddesine döneceğim ki Kayseri’de bizim mahallede yalnız yaşayan o kadın, kış gününün akşamında Kayseri Otobüs Garajında o soğukta hayır parası için beni bekleyen biraz deli dolu hareketleri olan o kadın, Tarihi Roma Hamamı tarafından gelerek Cipin önüne dikildi. Bana el kol hareketleri ile bağırmaya başladı. Cipte aşağı in, kaç, uzaklaş diye bana avazı çıktığı kadar bağırıyordu.  Hemen cipin fitesini boşa aldım.  El freni çektim ve cipten aşağı indim. Cipin önünde kadının çekilmesi için ona doğru yürümemle birlikte, tam da o esnada, cipin motoru tarafından alev fışkırmaya başladı.  Alev saniyeler içinde cipin her tarafını satırdı. Cipin yanı başında olduğum için çıkan motorda fışkıran alev kaşlarım, saçlarım, yüzüm yanar gibi oldu.  Can havliyle kendimi cipin yanı başındaki kaldırıma zor attım.

Yangını gören esnaf ellerinde yangın tüpü ile cipi söndürmek için koşuşturdular. Cipin önünden arkasından yanlarından yangına müdahale ettiler. Yangını uzun bir uğraştan sonra söndürdüler.  Yangını söndürdükten sonra bana geçmiş olsun dileklerinde bulundular. İyi ki kısa sürede kendini arabadan aşağı atmışsın dediler. Yoksa böylesi alevler arasında kurtuluşun olmazdı dediler.

O sırada kaldırımda esnafın getirdiği su ile elimi yüzümü yıkadım. Yıkarken de gözlerimle o kış gününün akşamında Kayseri Otobüs Garajında o soğukta hayır parası için beni bekleyen biraz deli dolu hareketleri olan o kadını aradı. Cipin önünde ayağını yanlara açıp dimdik duran ve bana el kol hareketleri ile cipten aşağı in,  kaç, uzaklaş diye avazı çıktığı kadar bağıran Kayseri’ de mahallemizin o deli dolu kadını aradı.

Ancak Göremedim. Yok olmuştu. Esnaf da cipte çıkan yangınla ilgili kendi aralarında tartışırken cipin önünde dimdik duran o deli dolu kadından hiç söz etmiyorlardı. Anlaşılıyordu ki onlara da Kayseri’deki Mahallemizin deli dolu olan o kadınını hiç görünmemişlerdi. Bağırıp, çağırıp beni cipten aşağı indiren Kayseri’deki Mahallemizin o deli dolu kadınını yangın söndürenlere hiç görünmemişti…

İşte Mehmet o gündür bu gündür anlattığım çok düşündürücü, akıl almaz, benzersiz,  insanüstü her iki olayı da kendi akıl ve mantık süzgecimde geçiriyorum.  Ancak yaşadıklarım zeminde zaman ve mekân olarak hiçbir yere oturtamıyorum,” dedi.

Bardakta kalan son çayını da yudumladı.

Ben de bardağımdaki son çayımı yudumladım.

Anlatılanlardan vücudun diken diken olmuş, iyiden iyiye şaşkınlaşmıştım.  Yutkundum. Akıl ve mantık ötesi olan her iki olay hakkında konuşacak, laf edecek bir çift söz bulamıyordum.

Aramızda derin bir sessizlik oldu.

 *****

Eflatun, Theaıtetos adlı eserinde Sokrates’i konuşturur ve Sokrates şöyle der: “Hiç adları olmayan algılar sayısı sonsuzdur adları olanlar ise bir yığındır. Algılananlar ise daima ayrı ayrı algılara tekabül ederler; türlü görme algılarına türlü renkler, işitme algılarına sesler, öteki algılara yakınlıkları bakımından bağlı oldukları başka algılanmışlar tekabül eder.” der.

Acaba anlatılanlar, bizimki görme, duyma yanılmaları mıdır? Bu olan her iki olaya ilişkin mantıklı kanıtlar ileri sürmek son derece güçtür.  Belki de yeter derecede sebepler var.  Fakat bizler bu sebepleri mi algılayamıyoruz?

Anlam mana ve olay olarak birbirinde uzak olan iki şey aynı zaman ve mekânda birbirleri ile nasıl etkileşir. Yani, zor durumda kalacak, olacak olay sonunda ölecek bir insanı kötü sonuçta kurtarmak bir sonuç ise bu sonuç nasıl yapılabilmiştir? Bu her iki olay, bilinen ezberin tamamen dışında olan şeyler değil de nedir?

Okurlara sormak istiyorum ve tekrar ediyorum. Bir şeyin kendisinden tamamıyla başka olan başka bir şeyle bağlantı kurması, zaman ve mekân olarak etkileşimde bulunması nasıl oluyor? Başka bir anlatımla bir yüzlerce kilometre uzakta bulunan bir insan olacak olayları önceden nasıl biliyor? Bilinemeyen bir ışınlama hızı ile olay yerine gelmesi,  cismani olarak görünmesi ve olayda yönlendirici olması bir insanı ölümden kurtarması mantıksal olarak nasıl açıklanabilir?

Mahallede yalnız yaşayan halk arasında deli, dolu olarak bilinen bir insan (o kadın) halk anlatımı edası ile söyleyecek olursak veli mertebesine yükselmiş olmuyor mu? Bir insan hem deli, hem de veli olarak her iki halde nasıl bulunabilir? Bu durum çok boyutlu bir bilinmeyen değil midir?

 Ey okuyucu!  Yine tekrar ediyorum bir kere daha düşün.  Akıl almaz,  benzersiz, insanüstü, insanın aklı ve mantığın sınırlarını zorlayan, çok düşündürücü olan her iki olayı da mekân ve zaman boyutu ile kendi akıl ve mantık süzgecinden geçir ve çöz çözebilirsen. Bil ki insan kalabalıkları içinde kendi gözüyle gören ve kendi yürekleri ile hisseden insanlar çok fazla değildir.

Netice olarak hiçbir şeyin kendisi kendiliğinden var olmadığından hareketle ben, sen, bizler tüm insanlar, tüm insanların düşüncelerini, davranışlarını, yaşamlarını ve yaşam anlayışlarını hoşgörü içinde karşılamamız, kabul etmemiz gerekir diye düşünüyorum.

 Zira bu evrenden Albert Einstein’ in deyimi ile “…. öylesine yüksek bir akıl kendini gösteriyor ki….”yaşayanlardan kimin veli, kimin deli olduğu bilinmiyor.

Saygılarımla…

Sağlıklar içinde kalınız.

 

Mehmet TURAN

Batıkent / Ankara, 28.03.2011

 

Beni babası Abdullah Ağabey ile tanıştıran Selçuk Tahir SATOĞLU, erken yaşta kalp krizi geçirerek hakka yürümüştür. Güzel insanın ruhu şad, mekânı her daim cennet ol

 
Toplam blog
: 47
: 2386
Kayıt tarihi
: 28.10.08
 
 

Mucur / Kırşehir doğumluyum. Uzun süre Maliye Bakanlığı'nda çalıştım. Kabul etmek gerekir ki, Mal..