Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '15

 
Kategori
Öykü
 

Nereye gidiyorsun?

Nereye gidiyorsun?
 

Ekmek Almaya


 - Ne zaman internetin başına geçsem hasbelkader izlediğim videoda ağlayan adam gibi gözlerimi kısıp "Tülaaaay" diye bağırmayı istedim. Yakıştıramadım. Allaaah diye sağdan sola atlayacaktım.. Korktum. .. önceki gün gazetede kahveye diye çıkıp dönmeyen adamın yerinde olmak istedim. Beceremedim..    

“Nereye gidiyorsun?” diye seslendi.

İlk kez duymuyordum bu soruyu ama verecek bir cevap bulmak için de yeteri kadar hayat tecrübem yoktu. Televizyon adı verilen nesne sadece tek kanaldan ibaretse, renkler ancak tanıştığınız isimleriyle var olmaktaysa (çingene pembesi, b..k sarısı), oyuncaklarınızla kurduğunuz dünyada Almanlar, İngilizler, Ermeniler, Kürtler değil de sadece iyiler ve kötülerin varlığından bahsediliyorsa, üstüne üstlük sadece 6 yaşındaysanız, böyle bir soru ile karşılaştığınızda tüm dünyanın cevabı duymak için ağzınızın içine baktığınızı zannetmeniz pek de tuhaf kaçmaz.

Büyük ihtimalle bir kaç hafta önce dut dalına ulaşmak bahanesiyle kamyon kasasına çıktığımda, kimsenin görmediği ve doğru anı yakaladığım düşüncesiyle burnumu karıştırırken basıldığım vakitten daha fazla utanmamıştım, kabul. Ki o zaman Turist Ömer'in etrafını saran uzaylılara hak verdiğim bir dakikaya da denk gelir ancak bu konuya ilişkin fikirlerimi şimdi paylaşamayacağım, annem kızıyor. Bu olayda sadece utanmak değil, yanına karışık farklı bir duygu salatası da vardı onu biliyorum. Ben cumartesi sabahı yediyi biraz geçen vakitte merdivenlerde ne halt ediyordum? Sadece bunu fazla düşünecek vaktim olmadığının farkındaydım. Dünya hakkında çok az fikriniz olduğu yıllarda yapacaklar listeniz sürekli spontane olarak beyninizin bir köşesinde güncellenmektedir ve yeni gördüğünüz her şey başka bir şeyin uzantısı olamayacak kadar yeni olabilir. Hızla düşünmeye devam ettim. Yatağa geri dönmem için gelecek uyarının tonajını düşürmeye yarayacak kadar sempatik bi cümlenin içine kelimeleri bir şekilde yapıştırmam gerekiyordu. En uyku mahmuru halimle mırıldandım:

- E.. Ekmek almaya

Annem gülümsemişti. Yanaklarının aldığı şekil ve dudak kıvrımının hafif yukarı yaylanmış görüntüsü olumluydu. Üzerine biraz merhamet ile gurur serpilmiş yaş günü pastalarından bile çok belki. Bu konuda bana bir şans vermek istiyordu belli ki bu yüzden hemen elime açık sarı kağıt üzerinde her halinden ' başarabilirsin ' diye yüzüme bakan Atatürk resimli bir para verdi. Beni merdivenlerde görebileceği son noktaya kadar gözleriyle uğurladı. Evin kapsama alanında kurtulduğumda yapayalnız kalmıştım.

Yola çıktığımda elimdeki kağıdın bile gideceği yeri benden daha iyi bildiğinden adım gibi emindim. Sokaktaki bir kaç köpeğin yanından olabildiğince geniş yarım daireler çizerek uzaklaşıyor, her biri sürekli büyüyen 50 metre yüksekliğindeki iki katlı binaların arasından hızla ilerlemeye devam ediyor, sıklıkla gittiğim fırının yolunu beynimde yarattığım gps'le sürekli gidip gelip, işaretliyordum. Tatil gününün erken bir vaktiydi ve bu durum, hedefime ulaşabilme olasılığımı bir kat daha arttırıyordu. Bu günde ve bu saatte  yolumu kesebilecek bir karpuzcu, beni çalma ihtimali olan eskici veya bir ayağımı topal bırakıp ömrümün sonuna kadar yanında bağırtacak dilenciye rastlama olanağım oldukça düşüktü. Ayrıca gittikçe güçlü parıldayan güneş, sırtımdan çatalıma kadar terlememe sebep olmaya başlamakla birlikte tuhaf bir güven aşılamaktaydı. Brezilya ile ilgili bilgilerim sadece kavruk güleryüzlü topçu Romario ve aynı diyarın dizilerinden aldığım birkaç aşk sahnesinden ibaret olmasına rağmen yürüdükçe içimde benimle birlikte düzgün adım ilerleyen bir Rio karnaval arabası olduğunu keşfediyordum. İlerledikçe beni çevreleyen kalabalığı, kalabalığı daha da ihtişamlı gösteren süslemeleri, insanın içini kıpırdatan müzikleri hissedebiliyordum. Her adımımda büyüyen, giderek gölgemden daha da iri bir hale gelen özgüvenimle bütünleşiyordum.

İleriden görünen tabeladan fırına gelmiş olduğumun rahatlığı bünyeme sirayet ettiğinde, önceki yaz camide Subhanekeyi ezbere okuduğumda içime dolan gururun bir benzeri kalbimin üzerinden mideme doğru akmaktaydı. Acıkmıştım ve sıcak ekmeğin burnu, birazdan kayıtsız şartsız benim olacaktı. Tabelaya yaklaştıkça manasız şekiller dizini olabildiğince büyümeye devam etti. Hiç bir şey okumamış olmak, bilmediğiniz bir dildeki yazıyı okumaya asla benzemeyecek bir duygudur. 6 yaşının başında ve okumayı bilmeyen bir çocuk için bu gruplar merdivenler, direkler ve yılanlardan kurulu bir kalabalık olarak gözükür. Bir süre tabelayı net görebileceğim bir hizada durup, bu eşsiz anın tadını gururla çıkardıktan sonra paramın yokluğu düşüncesiyle telaşlandım. Telaşın da mideden yukarı doğru çıkıyor olması açlıkla mı ilgiliydi, pek kurcalamadım. Çünkü diğer tüm insanlar gibi amacıma ulaştıktan sonra çevresel faktörlerin tümünü bir mahalle deyimiyle s.. etmeyi öğrendiğim yılların henüz başındaydım. Ağzım daha fazla kokmadan işimi bitirip ekmeğin burnunu yemeyi istiyordum. Elimi cebime attım. Para ordaydı.

İlkel birkaç basamağı tırmanıp muhtemelen benden daha ağır olan kapıyı güç bela itekleyerek açtım. İçeri girip en 'bayramınız mübarek olsun ' sesiyle bir ekmek istedim. Bu muhteşem anın öneminin farkında olmayan fırıncı çocuk arkasından ekmek almaya uzanırken ekledim:

"Sıcak olsun"

İnsanın mimikleri jestlerinden sonra geliyor olmalıydı çünkü yüzünü dönmesinden gülümsemesine kadar geçen süreçte sadece "vuyma bana amca" diyen uzun saçlı sarışın yumurcak modunda takılı kaldım. Yanımda her ortada kaldığımda önüme gerilip filmin başlangıç sahnelerinde kaybolup gitmeme engel olacak neden ve nasıl dilimizi konuştuğu açıklanmayan esmer fazlası çitlembiğim bile yoktu halbuki. Para üstünü almama, hatta fırından çıkmama kadar devam eden tüm bu ruhani süreç içinde  hissettiğim tek şey, bir hafta önce patlayan topumu parktaki tahta oturağın altında duran çividen söktüğümde hissettiğimin aynısıydı. Fırının özensizce betonu dökülüp terazisi pek de iyi ayarlanmamış merdivenlerini evden kaçıyormuşçasına dikkatli ama bir o kadar da çevik bir şekilde adımladım. Sanırım zaferimi taçlandırmayı sonuna kadar hak etmiştim.

Yola çıkınca sol kolumun altında duran, bekledikçe vücudumda değdiği yerleri ağır ağır yakan ekmeğin burnunu parmaklarıma da aynı sıcaklığı vermesine hemen hiç aldırmadan kopardım. Ucundan sıcak dumanlar çıkarken burnuma götürüp görüşmeyeli yıllar olmuş sevgili edasıyla kokladım ve üfleye üfleye en tatlı lokmayı ağzıma attım. Gözlerimi kapatıp huzurun koynuna kendimi bıraktım. Ağzım yana yana , içini serinletebilmek için çenemi kocaman açıp kapatarak  lokmayı yiyordum ki, sol bacağımın çiş yaptığım kısma yakın yerlerinde sıcaklık hissedince irkildim. O kadar da değildi tabii ki. Gözümü hafif aralayınca ekmeğin kalan kısmına ortak olmaya gelmiş bir sokak köpeğiyle karşılaştım. Köpek bana bakıyordu. Tereddütsüz geri çekilirken kolumu olabildiğince uzak tutarak önüne birkaç lokmalık ekmeği hibe ettim. Bir ara bakıp gülümsedi ya da bana gelenler öyle geldi. Yemek arkadaşımla vedalaştığımda evden uzaklaşalı epey vakit olduğunun farkına vardım. Sokakta hareketlilik artmaya başlamıştı ve insanlar sürekli bir yerlere doğru gitmekteydiler. Aklım kendi ayarını bulan kan şekerimin etkisiyle başıma geldi ve evden ilk çıkarken yaşadığım sorunun muhatabı olan ben, soruyu bu sefer kendime soracaktım:

"Nereye gidiyorum?"

İnsanlık milyon yıldır bu toprakları işgal etmesine rağmen, kendileri hakkında merak ettikleri bilgileri detaylı inceleme fırsatları bulabilmeleri tarih kitaplarında saati saatine not düşülecek kadar yakındır. Hatta birçok icat , bu yüzden ihtiyaç olunmasından çok sonraları bulunabilmiştir. Tüm bu icat grubu içinde Taharet musluğunu tek geçerim.

Bu yaşta  kendimi incelemek için bolca vaktim olsa da, bildiklerim sadece yaptıklarımla sınırlıydı. Evet, ben fırına ekmek almaya gidebiliyor, kalbim bir süre kulağıma iki santimetre mesafede çarpsa da para üstünü bile alabiliyordum. Hatta tüm bu şartlar altında aldığım ekmeği paylaşmayı bile becerebiliyordum. Ancak şimdi nereye gidiyordum? 6 yaşımdaydım, elimde sımsıkı tuttuğum gazete kağıdına sarılı burnu yenmiş, korkan çırpı sol kolum tarafından ezilmiş bir ekmekle bakkalın önünde durmaktaydım, sonraları çok dönem öğrenecek olsam da sadece yaşadığım dönemden haberdardım (yazar işlem öncesi döneme vurgu yapıyor) ve eve nasıl geri döneceğim hakkında zerre kadar fikrim yoktu. Zafer anından sonra savaş meydanını izleyen İskender gibi bir süre dört yolu gözlemledim. Yaptığından daha fazlasını yıkmış hissi değildi bu ancak tahmin edilemeyen bir başarı sonrası yaşanan aptallık olabilirdi. Gayriresmi ve kayıtlara muhtemelen hiç geçmemesine rağmen ekmeğin burnunun indiği yere yakın bir bölgede resmen bir boşluk olduğunu keşfediyordum. Bu durum yüksek bir heyecan anı sonrası serotonin ile adrenalinin böbrek üstü bezlerinde bir süre halay çekmesinden sonra pisti terk etmeleri gibi abes bir tanımlamayla açıklanabilir. Sonraları bu hissi, hırslı geçen cuma akşamı halı saha maçlarında iyi bir mücadele ortaya koymamın ardından,  neşesiz bir cumartesi ortamının kurtarıcılığına soyunmamın ertesinde ve her pazar akşamı sabahına işe gideceğimi bildiğim bir duygu yoğunluğu ile  traş olurken de hissetmeye başladım.

Annemi bekledim. O gün pek çok anne, baba, amca, dayı, teyze yakınlarımdan geçerken annemi beklemeye devam ettim. Ağlamayacak kadar akıllıydım çünkü dilenciler kaybolduğumu anlayıp kaçırabilirlerdi. Ekmeğin burnuna en yakın tarafından koparıp yerken, beni almaya gelmesini bekledim. Kırmızı ışıklar çok kırmızıydı o gün. Her şey çok büyük, çok tuhaf, çok güzel, çok kötü, çok çok çok...  Her şeyle yalnız başıma ilk defa karşı karşıya kalıyordum, her şey ilk kez bu kadar çoktu, bir buçuk ay önce yarım oruç tuttuğumdan beri ilk kez bu kadar susuz kalmıştım ve lanet olsun ki benim dağarcığımda bunların hepsini sittir edecek bir söz öbeğim bile yoktu.    

Elektrik direği ile duvarın ara yerinden annemi görünce o dakikaya kadar tuttuğum ne varsa koyvermiş olmalıyım ki ne yolu nasıl geri döndüğümü hatırlayabildim eve gittiğimde, ne de yarısı yenmiş ekmeği nereye bıraktığımla ilgilenebildim. Sımsıkı elini tutmuş, hiç kimseye bakmadan sadece yürüdüm. O gün o yolda yürürken; sabahtan beri ilk defa nereye gittiğim hakkında golgi aygıtımdan,ribozomuma; karaciğerimden adonislerime kadar ilk kez bu kadar emindim.

" Nereye gidiyorsun?" diye tekrar sordu, bu sefer bu ses tonunun içine, merakla birlikte günümüz medyasının ihtiyacı olan ne kadar duygu varsa hepsinin karıştığı anlaşılıyordu.  Arabanın anahtarını alıp almadığımı kontrol ettim, sigaram ve anahtar cebimdeydi. Telefonumun ekranında "Olmuyor" mesajına henüz iletim raporu  gelmemiş bir " tamam" yazısı durmaktaydı. Mesaj için takribi yüz elli üç karakterlik yerim olmasına karşın, şahsıma ait tek bir karakter mevcuttu ve bu karakter ne hikmetse hiçbir şekilde alıcının aklına sığacak şekilde eğilip bükülmüyordu.

Nereye gittiğimi yine bilmiyordum. Yirmi küsur sene önceki gibi "ekmek almaya" demek istedim. Ne zaman internetin başına geçsem hasbelkader izlediğim videoda ağlayan adam gibi gözlerimi kısıp bağırmayı istedim. Yakıştıramadım. Elime geçen ilk ağzına kadar su dolu şarap kadehini kafama otuz derece açıyla çarpmak istedim. Hatta önceki gün gazetede kahveye diye çıkıp dönmeyen adam bile olmak istedim. Saksı değildim ama evin köşe başında duran kocaman çiçeğe sahip çıkan saksı örneğindeki gibi kaybolma hakkım yoktu.

Yirmi küsur yaşınızdaysanız, efendim ne bileyim okuyup da kendinizin bile fark edemediği ama hep söylenen bir yerlere gelmişseniz, o yerlerde uzun süredir standartlarınızı koruyorsanız; haklarınızı çevresi aklınızla fikrinizin çarpımının iki katına eşit bir bokdortgenin içine sıkıştırmış olursunuz. Tüm bu bilinenlerin ışığında, ben şu anda seviyor ama sevilmiyor olmama anlamlar yükleyemiyor ve hala ekmek almaya gittiğim günkü gibi tersine çeviremiyordum. O yaşa kadar hep havayı aldığım gibi yine hayat bu gece payıma düşeni belirlemişti;  sanırım ancak hava alacaktım. Nereye gidiyordum? İçeri seslendim:

"Hava almaya".

 
Toplam blog
: 63
: 1414
Kayıt tarihi
: 14.08.08
 
 

Hayat hikayemi fazla uzatmayacağım, çünkü hepimiz bir şekilde yolumuza kavuşuyoruz. Okuyan bir an..