Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ocak '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Neşeli bir gün

Neşeli bir gün
 

Babam bir keresinde bana bir köyde yaşayan, vicdanen ve ruhen çok temiz iki karedeşin hikayesini anlatmıştı. Kardeşlerin babaları ölüm döşeğindeyken mal varlığını iki oğul arasında paylaştırıyor. Birisi tarlayı ve birkaç hayvanı, diğeri de bir miktar parayı tercih ediyor. Parayı tercih eden şehre gidip esnaflık yapmak istiyor. Babalarının vefatından sonra iki kardeş helalleşip ayrılıyorlar.

Aradan bir süre geçiyor ve köyde kalan şehirdeki kardeşini özlüyor ve onu ziyaret etmeye karar veriyor. Kardeşinin özlemiş olabileceğini düşünerek yanında taze süt götürmeye karar veriyor. Büyük bir tülbent alıyor ve sütü tülbentin içine koyup ağzını bağlıyor. Adam o kadar saf ve iyi niyetli ki, süt tülbentin kumaşından yere akmıyor.

Yolculuk sonunda köyden gelen şehirdeki kardeşin dükkanına varıyor. Bir elinde çantası, diğerinde tülbentin içinde süt. Tülbenti bir askıya asıyor. Şehirde ayakkabı dükkanı açmış olan kardeşi bayan müşterisiyle ilgileniyor bu arada. Köyden gelen nefsine hakim olamıyor ve gözleri bir an kadının bacaklarına takılıyor. Tam o sırada tülbentten bir damla süt yere damlıyor.

Müşterisini gönderen ayakkabacı, kardeşinin yanına gidiyor. İki eliyle yanaklarından sıkıyor onu ve gözlerinin içine bakıp diyor ki;

"Gördün mü, marifet köydeyken sütü tülbente koymak değil, buradayken tülbentte tutabilmek..."

İşsizlik günlükleri / Neşeli günler

İşten resmen ayrılış tarihim 31 Aralık idi. Aylardır beklediğim mutlak özgürlüğe kavuştum nihayet. Gerçi yeni yılın ilk haftasını yatakta hasta geçirince, özgürlüğü bir hafta ertelemek zorunda kaldım fakat işte beklediğim vakit geldi.

Bir yokuş çıktım Taksim. Bir yokuşu hafifi eğimle indim, Asmalımesçit. Elbetteki kahvaltımı burada edeceğim. Yanımda sandviç getirdim. Çaylar "Karamuk Çay Evi'nden"

Bir yokuş indim Karaköy. Esasında bugün amacım İstanbul Modern'deki Venedik-İstanbul sergisini görmek. Bazı konularda kendimi çok eksik hissediyorum. Sanat diyince tek bildiğim biraz edebiyat, biraz da sinema. Uğur Vardan'ı okudum geçenlerde Radikal'de. Üniversitedeyken bir hocası sormuş, "Uğur, sence biz neden bu kadar iyi filmler yapamıyoruz" diye... Uğur Vardan, "o kadar yetenekli değiliz herhalde" demiş. Hocası "hayır" demiş. "Biz resmi bilmiyoruz."

Filmleri daha iyi anlamak için "resmi" bilmem gerektiğini düşünüyorum. Sinema dediğimiz topu topu yüz senelik bir sanat, fakat beslendiği yüzlerce yıllık edebiyat, tiyatro, resim ve diğer bir çok sanat dalı var. İstanbul Modern'e gideyim diyorum bu sebeplerden. Kaybolan, çöpe attığım yıllarımı biraz telafi edeyim işsizlik günlerimde.

Fakat sergi için saat daha çok erken. Öğleden sonra giderim diyorum. Köprüyü geçtim Eminönü. Yokuşu çıktım Sultan Ahmet. Saat daha 9:30 falan. Koskaca meydanda topu topu 25 sevimli Japon turist, iki şerbetçi, bir turist rehberi bir de benim parazit tabir ettiğim, turistlere yapışıp ne hizmet vereceği belli olmadan türlü ısrarlar eden ve turist bünyesinde ızsırablara yol açan bir hemşerim. Bir de ben! Toplam 30 kişi.

Güneşli, fevkalede bir kış günü, Sultanahmet meydanında topu topu 30 kişi. Aynı saatlerde kaç kişi güneşin küstüğü sevimsiz Londra'nın afedersiniz, Thames nehrinin boklu sularında sıkıcı bir nehir turu yapıyordur acaba?

Sırt çantam, kopişonum ve fotoğraf makinam var. Israrcı hemşerim yanıma yaklaşıp "Helllööww" diyor bana, sanki doğma büyüme İngilizmiş gibi. Bir parça turist gibi gözüküyor olabilirim fakat yürüyüşüm, bakışlarım...Belli ki İstanbul çocuğuyum ben. Gözlerinin içine bakıyorum dik dik ve biraz da sert bir tonla; "Selamın Aleyküm" diyorum. Yanından hızla geçerken arkamdan "Aleyküm Selam" dediğini duyuyorum. Bu da bir şey...

Japon turist kafilesine takılıyorum. Rehber İngilizce anlatıyor. Bayılıyorum rehberlerin iyi niyetine. Bedavadan dinliyorum. Bu yöntemi Truva'da keşfetmiştim. O zaman rehber İngilizdi. O da hoşgörüyle karşılamıştı beleşçi tutumumu.

Biraz fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Fakat bu konuda o kadar bilgisizim ki...Bazıları tesadüfen fena çıkmıyorlar.

Sultanahmet'den Cankurtaran'a doğru yürüyorum. Dar sokakların iki tarafına konuşlanmış restore edilmiş ahşap binaların bir çoğu butik otel. Fakat denize paralel bir iki sokak indikçe genellikle eski ve bakımsız evler de var. Kimisi satılık binaların.

Cankurtaran sokakları o kadar sessiz ve huzurlu ki... Sokaklardan geçmek ve evlerin fotoğraflarını çekmek mükemmel bir ruh dinginliğine ulaşmamı sağlıyor. Sanki benim evim aslında yıllardır oradaymış da ben hep o sokakların hasretini çekiyormuş gibi hissediyorum. Burada bir evim olsun istiyorum. Denize dik veya parelel bir sokakta olsun farketmez. Deniz mazarası olmasa da olur, yeter ki Sarayburnu akıntısından gelen nefis deniz kokusu evin içine doluyor olsun ve illa ki bir terası olsun...

Çok yoruluyorum. Bir çay içmek için Sultanahmet'e geri çıkıyorum. Bu sefer daha fazla turist var. Dillerini anlamadığım, sadece tiplerinden dünyanın neresinden olabileceklerini çıkarmaya çalıştığım insanlar. Thames nehri performansı tam yakalanamamışsa da, fark biraz kapanmış.

Meydanda ki bütün banklar boş. Hangisine otursam? Güneş arkadam gelip sırtımı ısıtsın. Gazetimi de aydınlatsın. Radikal'i açıyorum. Gazetelerde hergün bir adet harika bir haber olur. Bakmasını bilene. İşte bugünkü harika haber arka kapakta. Ardağan'daki Çıldır gölü buz tutmuş. Gölde buz hokeyi oynanmış. Ne güzel. Güneşte ne güzel ısıttı sıtrımı. Kış güneşinin keyfi gibisi yok.

Hayatımın en neşeli günlerini yaşıyorum. Fakat yazının en başında anlattığım hikayedeki köyden gelen adam gibiyim. Bu şartlarda mutlu olmak kolay. Bakalım çalışmaya başlayınca neler hissedeceğim. Göreceğiz.

K.

Not ; Çektiğim bir kaç fotoyu sizlerle paylaşmak istedim. Teknik olarak zayıf olsalarda gelişeceğimi umuyorum.

 
Toplam blog
: 295
: 733
Kayıt tarihi
: 28.09.06
 
 

Bugün ölseniz mesela, ya da hafifletelim biraz hadi, bu giriş çok karamsar oldu. Bugün ortadan kay..