Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ağustos '08

 
Kategori
Felsefe
 

Nörofelsefe

Her işin başı niyettir. İyisine kötüsüne bakmaksızın, niyettir. Önce niyet edeceksiniz. Niyetiniz yoksa hiçbir şey olmaz. Ancak öyle niyetler vardır ki, etmemeniz mümkün değildir.

Her işin başı niyettir. İyisine kötüsüne bakmaksızın, niyettir. Önce niyet edeceksiniz. Niyetiniz yoksa hiçbir şey olmaz. Ancak öyle niyetler vardır ki, etmemeniz mümkün değildir. Sevmek ve sevilmek gibi; hayatta kalmak gibi; üremek gibi; üretmek gibi; ‘varlık’ sepetimize evrim tarafından bize sormadan zamanın ve mekânın kaidelerine pür dikkat kesilerek doldurulmuş (iç-)güdüsel niyetlerdir onlar. Ancak ister içgüdüsel olsun, ister düşünsel dediğimiz fenomenolojik güdülerimiz olsun (yani bizim ‘varlığımıza katkı’mız kültür, sanat ve bilim gibi), bütün niyetlerin içinde bir niyet vardır ki, varlığıyla hem dündür, yani evrim, hem yarındır, yani fenomenoloji: düşünmek! Düşünmek hem evrimin bize, hem kendimizin kendimize hediyesidir; hem güdüseldir, hem de fenomenolojik; hem reddi ne mümkün bir niyettir, hem de icraası en zor mümkünâtlarımızdandır. Düşünmemeyi becermek her daim imkânsız, bu yüzden çoğu zaman ulaşılası en insanüstü mertebedir. Buna karşılık düşünmeyi niyet etmek, bize ne kadar sıradan bir işlemmiş gibi gelse de, etmeyi edemiyeceğiniz kadar zor ve karmaşık bir niyet olduğunu düşünmenizi gerektirecek kadar akıl almaz bir fiildir; bilfiil.

Nedir düşünmek? Bilmekle, kafa patlatmak, unutmakla hatırlamak arasına sığmayı isteyecek kadar engin, on ya da yüz üzeri eksi bilmem kaç ile bin çarpı bilmem kaç arası büyüklüğünce uzun, varlık abidemizin biyolojik mimarlarından DNA’nın cümle alemin köküne dayadığı mikro iskelesi şeker ve fosfattan (fosforik asitten) aldığı tad ve soyumuzun en eski emekçisi RNA’nın iki tanrısı Adenin ve Guanin’den aldığı güçle aklına sonunda, bırakın evrenin kendisini, parallel evrenler bile olmayı koyan bir eylemin, yani düşüncenin, insanın aklının fakirhânesi, mütevazi ikametgâh adresi beyni kadar dar bir mekânda (en zengininde 1400cm3/küp büyüklüğündedir bu oda ve adam ya da kadın olmasını becerebilmişi taşı tuğlası, kumu çimentosu hücrelerini bir kefeye koysa en fazla 1,3 kilo basar) ne işi var? Bir düşündüğü mü var düşüncenin, yoksa bir bildiği mi...bizim bilmediğimiz? Düşünen insanlar olarak, dediklerimi haklı olarak çelişkili bulacaksınız, ama bana öyle geliyor: yani düşüncenin bir düşündüğü var bizim bilmediğimiz.

Peki insan, nörobiyolojik anlamda, düşündüğünde, bu eyleminin kapsamına giren hangi fizikî bölümlerde neler olup bitmektedir? Herhangi bir şeyi ‘düşünürken’ vücudumun mikrolarıyla makrolarında olup bitenler nelerdir? Bu bağlamda biz de ilk önce düşüncenin mikrosuyla başlayalım, daha sonra da makrosunu işleyelim...yani önce bir ‘nanosuna’ bakalım, sonra ‘fiziğini’ alırız...

Dünyanın en tatlı uğraşılarındandır düşünmek, çünkü gerçekleşmesi için nörobiyolojik anlamda dahi ‘şeker’ gerekir. Vücudunuzda, beyninizde şeker yoksa, düşünemezsiniz. Yani tatlı tadınız kaçtı mı doğru dürüst düşünmeyi de beceremezsiniz; ne güzel!

Çoktandır görmediğiniz bir arkadaşınızı düşündüğünüzü farz edin... bu arada çok önemli bir noktanın altını çizmekte yarar var: düşünmek ne kadar nöro-, mikro- ve molekülerbiyolojik anlamda nitelik olarak homotip (eş ya da benzer kaideli) bir fiil de olsa, nicelik olarak parmak izi gibidir, yani her düşünce bir üniktir (tek örnek özelliktedir). Bu bağlamda kendinize çay demlemeyi düşünmeniz ile bir duble rakı doldurmayı düşünmeniz, güzel bir yemek yapmayı düşünmeniz ile diyet yapmayı düşünmeniz, bu akşam evde kalmayı düşünmeniz ile haftasonunda iyice bir kurtlarınızı dökmeyi düşünmeniz, vesayire vesayire, nicelik olarak birbirinden tamamen farklı şeylerdir, çünkü bunları düşünürken harekete geçirdiğiniz, daha doğrusu aktivite ivmesini arttırdığınız beyin arealleri (bölgeleri) farklıdır ve onların dolaylı olarak etkinleştirdiği prosedürler de farklıdır. Bu bağlamda örneğin akşamüstü iş dönüşü çiçekçinin yanından geçerken kokladığınız açelyayı akşam televizyon seyrederken tekrar hatırladığınızda zaten aktif olan beyin bölgelerinizin yanısıra kokuların öncelikli olarak işlendiği ve kokulara dair bilgilerin de kaydedildiği, beynin sol yarısında bulunan, konuşma (yeteneği) bölgesi de (ne alaka demeyin, öyle...) harekete geçer, ya da hareket ivmesi artar, öğle paydosunda gazete okurken öğrendiğiniz yeni bir yabancı kelimenin anlamını gece yatmadan önce dişlerinizi fırçalarken tekrar hatırlamaya çalıştığınızda bambaşka bir bölge, lexik (kelimesel), semantik (sözcük anlamsal) ve mental (tinî) sorgulamaların işlendiği beynin ön bölgesi (prefrontal area) harekete geçer, daha doğrusu bu bölgedeki faaliyetlerde bir artış meydana gelir.

Biz tekrar çoktandır görmediğimiz arkadaşımızı düşünüşümüze dönelim... nörobiyolojik olarak düşünme prosesinin başlangıcının özünde bir tür ‘mızıkçılık’ gizlidir. Şöyle ki: bilimsel anlamda düşüncenin doğum anı nöronların ateşlenişinin elektromikroskopların merceğine geldiği andır. Oysa mevzubahis nöronların, yani düşüncenin mikrobiyolojik elçilerinin en yakın sinaptik kavşağa varıp mesajı bir sonraki nöronal koşucuya iletmeleri için onlara emir dağıtanın bunu bilimsel olarak nasıl ve tam olarak ne zaman yaptığı, kısacası tüm bilim adamlarının, fizikçisiyle, filozofuyla, matematikçişiyle, fenomenoloğuyla, ama herkesin tartıştığı şu ‘intention’, yani ‘niyet’ konusu hala bilimsel olarak tam aydınlatılamamıştır; onca teknik imkânlarımıza rağmen; beynin ‘güya’ hükümdarı insanın düşünsel olarak niyetinin namaddesel durumdan maddesel duruma geçişine en yakın fenomen, ya da araştırma konusu, japon bilim adamı, nörobiyolog, nöropsikolog ve beyin cerrahı Honjo’nun resimleyebildiği ‘nöronal kıpırdanma’, ya da ‘nöronal kıpraşma’dır. Honjo akıl almaz karmaşıklıktaki elektronik cihazlarla, daha önce beynin belli bir bölgesini sun’i olarak sıfır aktiviteye düşürdükten sonra, herhangi bir nöronun ateşlenmeye geçmesinden milisaniseler öncesinde bir tür elektriksel yoğunluğun, yani enerji vakuumunun varlığını ve daha sonraki her bir ateşlemenin adresinin bu vakuum bölgesine denk geldiğini resimleyebilmiştir. Yani insanın niyeti, düşünme niyeti, yani ‘intention’ı, hatta kimine göre ise ‘ruhunun varlığının kanıtı’ büyük bir olasılıkla ısısal, gazsal ve elektriksel ‘bünyede’ bir enerji buketidir. Bu bukette kaç çiçek var, renkleri nelerdir, var mıdır, yok mudur, kokuları nasıldır, kokuyorlar mı, yoksa kokusuzlar mı, bu konuda daha henüz bir şey bilmiyoruz. Bu enerji vakuumunun oluşumuna denk gelecek adres insanın kendisi midir, yoksa insanın ‘hür’ iradesinin dışında lokalize edilmesi zorunlu ‘programatik’, yani logaritmasının kumandası önceden ya da her zaman için bir başkası tarafından ayarlanmış bir çarpma, bölme, toplama, çıkarma, yani hesap makinası mıdır? Bilmiyoruz. Bu yüzden tahmin ediyoruz. Tahminlerimizde ne kadar haklı olduğumuzu görüp göremeyeceğimizi de bilmiyoruz.

Biz tekrar eski dostumuza dönelim...düşünmeyi niyet etmiş olalım, ve ettiğimiz niyetin arifesinde, oruç bozmaya davet top ateşi gibi, top top nöronlarımızı ateşleyerek onlu açlığımıza nörobiyolojik olarak doymaya çalışalım. Bu bağlamda iyi bir dost alnınızın yazısı gibidir, çünkü anısı bol bir arkadaşlığın hammaddesi mental uğraşılarla yoğurulduğu için, beyninizdeki asıl yeri de alnınızın dibindeki beynin ön lobudur. Ancak bir dostu düşünmek demek beynin dört diyarına haber iletmek gibidir: uzun vadeli bilgilerden epizodik bilgi kaynağınızı (yani dostunuzla arkadaşlığınızın yaşamınızın hangi kesitine denk geldiği sorusunun cevabının kayıtlı bulunduğu bölge), otobiyografik bilgi kaynağınızı (o zamanki siz, o, başkaları), semantik bilgi kaynağınızı (düşündüklerinizin (isim, adres) ne anlama geldiğini anlamanızı sağlayan bölge), görsel işitsel bilgi kaynağınızı (arkadaşınızın tipini, göz ve saç rengini, kendi tipinizi, sesleri, mimikleri kaydettiğiniz bölge), kısa vadeli bilgilerden akustik ve boğumlanma (telâffuz) bilgi kaynağınızı (fonetik tekrarlar sistemi olarak da bilinir, yani bir ismi istemeden aklınızda durmadan tekrarladığınızı düşünün, sürekli...), obje ve mekân bilgi kaynağınızı (cisimlerin şekil ve renklerini, içinde bulunan mekânın boyutlarını kaydeden bölge) ve daha burada yazmadığım birçok bölge ve sistemi harekete geçirirsiniz. Mental olarak harekete geçen beyin arealleri mental işlemlerin türü ve yoğunluğu doğrultusunda nöronlarını ateşler ve düşüncelerimiz bedensel semptomlara dönüşüverir, yani heyecanlanırız, üzülürüz, ağlarız, güleriz, tüylerimiz diken diken olur ya da ürpeririz, ya da kalkar telefona sarılırız.

Ben bir tek insanın yalnız başına böylesine karmaşık bir sistemin altına yalnızca kendi adını yazabilecek bilgelikte olduğuna inanmakta zorlanıyorum; yok bu imzanın sahibi ‘insanlık’sa, o zaman mutlak, kayıtsız şartsız anlamda ‘hür’ iradeden söz etmek de üzerine biraz kafa yorulması gereken bir konu olduğu düşüncesindeyim...’ben’li saplantılarımızın ‘biz’i yok etmesine izin vermemeliyiz... belki de bu yüzden yalnızlık tanrılara mahsustur, ‘biz’ ‘ben’ olamayacak kadar ‘çok’tan varolduğumuz için...

(bir sonraki yazımda ‘düşüncenin’ makrosuna, yani düşüncenin nörolojisinin felsefî boyutuna değineceğim... Mayıs ayında İsviçre’nin Fribourg kentinin aynı isimli üniversitesinde düzenlenen ‘Nörofelsefe – düşüncenin beyni, beynin düşüncesi’ adlı sempozyumda tanıtılan aktüel teorileri ve araştırmaları da göz önünde bulundurarak...)

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..