Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mart '13

 
Kategori
Söyleşi
 

Öğretmen Mustafa Uzelli

NOT. Mustafa Uzelli, Gönen İlköğretmen okulu 1965 mezunlarından. Ben de 1964 mezunu olduğum için aynı okulda beş yıl beraber okuduk. Ve 1964’ten 2012 yılı Kasım ayına dek bir daha hiç birbirimizi görmemiştik. Kasım 2012 de Side’de Gönen Mezunları Toplantısında karşılaşınca, sohbetlerimizde yazdığı kitaplardan söz etti. Ben “Bunları Gönen Mezunları blogumuzda, arkadaşlarla paylaşmak ister misin” dedim. Memnuniyetle kabul etti ve aşağıdaki söyleşiyi yaptık. Mustafa Uzelli, evli üç çocuk babası olup, İstanbul’da yaşıyor.

Sevgili Mustafa… Neredeyse yarım yüzyıl sonra tekrar bir araya gelerek Gönenli günleri yeniden yaşadık. Fakat 48 senedir hiç görüşmesek de, senin öğrencilik yılların kadar başarılı bir öğretmenlik hayatın ve yazarlık, ticaret ve sanatçı tarafın olduğunu biliyorum. Bunu Isparta Gönen Mezunları Blogunda arkadaşlarımızla paylaşmaya ne dersin?

Tabii ki, memnun olurum.

O zaman en baştan alalım istersen. Şimdi bize ailen ve doğduğun yerle ilgili anı ve duygularından kısaca bahsedebilir misin?

31 Aralık 1946 Günü Denizli-Tavas Vakıf Köyü’nde doğmuşum. Vakıf Köyü’nde 11 kişi İlkokula başladık. Veli İnce öğretmenimizin ilgisiz tutumu sonucunda sadece 1 kişi sınıf geçti, 10’numuz sınıfta kaldık.

Ben İlkokuldayken çok pasif bir öğrenciydim. Teneffüslerde herkes koşar oynarken ben okulun bir köşesinde sessizce beklerdim. O sıralarda babam Nazilli Dokuma Fabrikasında çalışıyor, annem de köyde dokumacılık yapıyordu. Ben bir yandan iplik sarıyor anneme yardım ediyor, bir yandan ders çalışıyordum.

İkinci sınıftan itibaren daha çalışkan, ileriki sınıflarda daha da çalışkan olup İlkokulu birincilikle bitirdim.

Sayın Uzelli, ender rastlanan bir olayı gerçekleştiriyorsun. Kalınmayacak yerde sınıfta kalıyorsun. Fakat temeli sağlam atıyor olmalısın ki, arkasından başarılar ömür boyu devam ediyor.  Peki, ilkokul ve Öğretmen okulunda unutamadığın ilginç anılarından da kısaca söz edebilir misin?

Memnuniyetle… Elbette ki pek çok anılarım var. Hatırlayabildiğim kadar anlatayım.

 Mandolin... İlkokul bitirme sınavlarındayız. Dersimiz müzik. Komşu kasaba Karahisar’dan iki öğretmen daha gelmiş. Onlardan birisi enstrümanla bize bir şarkı öğretecek. Kapıya en yakın ben varım. Bana, oğlum öğretmenler odasından mandolini getirir misin dedi. Ben mandolin nedir nasıldır hiç bilmiyorum, mandolin sözünü de ilk kez duymuşum. Öğretmenler odasına gittim, şöyle bir etrafa bakındım, odada yeni bir şey aradım. Askıda palto vardı, onu aldım götürdüm; kapıdan girer girmez bunu gören öğretmenler kahkahadan yerlere yıkıldı. Bana bir şey de diyemiyorlar. Paltonun sahibi öğretmen, getir oğlum, getir dedi. O da lazım, yakında gideceğiz dedi. Bu anıyı sınıf arkadaşım Fazıl daha güzel anlatır.

Sonra öğretmenler odasından mandolin getirildi. Müzik öğretmeni “Ben Türküm istemem başka bir ad, şan”?diye bir şarkı öğretti. Bu şarkı bugün bile aklımda.

Öğretmen Okuluna girince bu mandolinin intikamını çok acı şekilde aldım. Daha birinci sınıfın sonunda diğer arkadaşlarım mandolinle basit birkaç okul şarkısını çalamazlarken ben 2000 parça çalabiliyordum. Altıncı sınıfta da iş dersinde bir mandolin yaptım. Öğretmenlik hayatımda 2 yıl boyunca onu kullandım, sonra öğrenmeleri için öğrencilerime verdim.

Büyük karar... İlkokul bitince içgüdüsel olarak biraz daha okumak istiyorum. Kızılcabölük’te Ortaokul varmış. Ortaokula gitmek istiyorum. Babam bana daha İlkokul bitmeden bir Ortaokul kasketi bile almıştı. Bir gün arkadaşlar arasında konuşuyoruz. Ben Ortaokula gitmek istiyorum dedim. Bunu  duyan öğretmenimiz Osman İmançlı, Uzelli sen Öğretmen Okuluna gitmeyecek miydin” dedi. Ben, öğretmenimin önerdiği okul herhalde daha iyidir diye düşünüp, hemen çark ettim. Gideceğim öğretmenim dedim. Böylece Öğretmen Okuluna gitmeye karar verilmiş oldu. Ortaokul kasketini de birisine sattık.

Mustafacığım, biliyoruz ki bizim hayatımızın dönüm noktası, biçimlenme atölyesi, bizi biz yapan değerlerin kaynağı ve şu anda bizi burada bir araya getiren ortak nokta Gönen’dir.  Hepimizin hayatında Gönen ile ilgili sayısız anı vardır. Şimdi sen de Gönen İlköğretmen Okulundaki anılarından biraz bahsedebilir misin?

Tabii ki… İlk aklıma geliverenler şunlar.

Yemekhane nöbeti... Gönen İlköğretmen Okuluna geldiğim ilk gün 6. Sınıftaki o gün okul nöbetçisi olan Hasan Manay ağabeyimiz tarafından yemekhane nöbetine tayin edildim. Yemekhane nerededir, orada ne yapılır hiç bilmiyorum. Öğleye kadar masaları sildik, tabakları çatalları kaşıkları masalara koyduk. Öğleyin tüm öğrenciler gelip yemeklerini yediler. Biz tekrar karavanaları, tabakları çatal- kaşıkları toplayıp masaları sildik. İşler bitti zannedip okula döndüm. Hasan Manay arayıp beni buldu. Kaçtığımı kaytardığımı zannetti. ?”Seni tokatlayayım mı” dedi ve tekrar yemekhaneye yolladı. Meğer yemekhane nöbeti akşama kadarmış.

Uzun Koşu... Bir Beden Eğitimi dersinde öğretmenimiz bizi spor sahasından yola çıkardı. Yönümüz Gönen’e doğruydu. Gönen çıkış kapısına kadar koşup gelmemizi istedi. Düdüğü çaldı. Uzun koşu başladı. İniş aşağı ben kuşlar gibi uçuyorum, en önde gidiyorum. Kendime büyük bir güven geldi. Baya iyi koşuyormuşum dedim. Çıkış kapısına kadar en önde gittim. Dönüş başladı. Dönüşte arkadaşlar yavaş yavaş beni yakalamaya ve geçmeye başladılar. Sınıfın sonuncusu olarak yarışı bitirdim.

Karneler ve büyük yarış... Dört ay çabucak geçti. Birinci karneleri aldık. Baktım benim karnem iyiydi. Hiç kırığım yok. Karnesini kapan bazı arkadaşlar sınıftan dışarıya fırladılar, bu arada ben de çıktım. Arkadaşımız Ali Kartal geçen yıldan sınıfta kalıp bizim sınıfa dahil olduğundan dolayı bizden biraz daha tecrübeliydi. Hemen arkadaşlarımızın karnelerini incelemeye ve kıyaslamaya başladı. İyi olan karnelerin not toplamlarına bakıyordu. En iyi karne Ömer Köse’nindi. Not toplamları 83 dü. İkinci karne İbrahim Günal Türkeş’indi. Not toplamları 82 idi. Ali Kartal benim karneye de baktı, notlar çok iyi görünüyor dedi. Not toplamını yaptı, 81 idi. Yani ben sınıf üçüncüsüydüm.

Babam sadece bir yıl ilkokula gidebilmişti. Annem okuma yazma bilmiyordu. Böyle bir anne babanın evladı olarak, rölantide bir çalışmayla sınıf üçüncüsü olmuştum. Bu sonuç kafamda bir şimşek çakmasına sebep oldu: Demek ki biraz daha çalışsam sınıf ikincisi, biraz daha çalışsam sınıf birincisi bile olabileceğim...

Bu gizli yarış son sınıfa kadar sürdü. Ve son sınıfta OKUL BİRİNCİSİ oldum. Son sınıfta benim gibi gizliden gizliye kendisiyle ve bizlerle yarışan başka arkadaşlarımız da çıktı. Hamza Öztürk okul ikincisi, Fazıl Tolaz ve Ahmet Gülmez de okul üçüncüsü oldular.

Enseye Tokat... Tarım öğretmenimizin notu çok kıttı. Ömründe hiç bir öğrencisine 9-10 vermemiş. 10 Allah’ın, 9 Peygamberin, 8 benim kadar bilenin derdi. Bazen 8 alıyorduk da 9-10 hak getire... Bir gün ben çok büyük bir karar verdim: Öğretmenim ben sizden 10 alacağım dedim. Ondan sonra da bu kararın arkasında durdum. İnanılmaz hırsla çalışmaya başladım. Öğretmenimizin öğrettiği bilgilerden başka, okul kütüphanesinde ne kadar tarımla ilgili kitap varsa hepsini hatmettim.

Sene sonu sınavı gelip çattı. Sınav sırası bendeydi. Babam ve kardeşim Ali İhsan beni almaya gelmişlerdi ve uzaktan izliyorlardı. Öğretmenimizin önceden verdiği 30 soruyu sular seller gibi biliyorum. Bildiğimi öğretmenimiz de biliyor. Ne yapsam da 10 vermesem, bari 9 versem diye sınırlarını zorluyor, dünyada ne kadar tarım sorusu varsa soruyor, tabii ki de cevaplarını da alıyor. Artık sorabileceği tek bir soru bile kalmıyor. Bana “Eğil bakalım Uzelli” diyor. Ben kulağıma bir şey söyleyecek sanıyorum ve eğiliyorum. İşte bir tane çıktı diyor ve enseme bir tokat patlatıyor ve öğretmenlik hayatında ilk defa bana 10 veriyor.

Babam ve kardeşim de bu durumu, hıh Mustafa bilemedi de ensesine tokadı yedi diye yorumluyorlar. Daha sonra işin aslını öğrendiklerinde benimle çok gurur duydular. Babam Denizli’ye döndüğünde bu olayı gururla herkese defalarca anlattı. 

Yani enseye tokadı yedin ve okulu birincilikle bitirerek öğretmen oldun. Öğretmenlik hayatınız ve öğrencilerinizle ilgili neler söylemek istersiniz?

Bence Öğretmenlik bir sevgi ve gönül işiydi. Eğer insanları ve öğrencileri severseniz öğretmenliği de kolayca yapabilirsiniz. Öğretmenliğe de bu felsefeyle yaklaştığım için, öğretmenlikte de başarılı oldum.

Büyük Çakırman... Ben ilkönce Erzincan Büyük Çakırman Köyüne atandım. Bavulumu elime aldım, bir de yatak yorganımı sırtlayıp Büyük Çakırman’a geldim. Köy yeni kurulmuş, okul yeni yapılmıştı. Henüz ufak tefek eksikleri de var. Ama ders yılı da başladı. Bende nasıl bir heves, nasıl bir heves... Mümkün olsa yavruları bir günde okutup uçuracağım. Yorganımı lojmanda odanın salonuna serdim. Çocuklar bağdaş kurup, kimisi de diz çöküp üzerine oturdular. İşte ilk ders böyle başladı.

Benden önce okul 3. Sınıfa kadar olup eğitmenliymiş. Ben gelince beş sınıflı oldu. Ben okulun hem öğretmeni hem de müdürü oldum. 3. sınıfı geçenler 4 sınıfa devam etti; ertesi yıl da beşi bitirip mezun oldular.

Köylerde okullar şehir okullarından bir ay erken kapanıyordu. Mayıs ayı gelince içimi bir hüzün kapladı. Keşke okullar kapanmasaydı, öğrencilerime biraz daha bir şeyler öğretebilseydim, diyordum. Öğretmenliği ve öğrencilerimi sevmiştim. Bu sevgiyi o zaman damarlarımda hissettim ve sonuna dek devam etti.

Öğrencilerim... Yıllar sonra o öğrencilerimden üçü beni arayıp sordular, İstanbul'da ziyaretime geldiler. Sonra telefonumu diğer arkadaşlarına da verdiler. Şimdi ara sıra beni arayıp sorarlar, hepsiyle konuşuyoruz. O öğrencilerimden Necmettin Ünal uzun zamandan beri Erzincan Esnaf ve Sanatkarlar Derneği Başkanıdır. Kendisiyle gurur duyuyorum.

Yeşilyuva... Askerlikten sonra Denizli Yeşilyuva Atatürk İlkokuluna atandım. İki yıl da orada çalıştım. Ortaokulda İngilizce Öğretmeni eksikliği vardı. Onu da ben tamamlamak zorunda kaldım. Aynı zaman içinde hem İlkokulda hem de Ortaokulda çalıştım.

Teknoloji... Önce telefonlar yaygınlaştı. Sonra internet icat oldu. Sonra Facebook, şimdi de Twetter... Yeşilyuva'da okuttuğum öğrencim Ömer Aksoy yıllar sonra beni internetten arayıp bulmuş. Ömerciğim, Denizli'de bir ofisin- işyerin varsa bildir, ben Denizli'ye gelince uğrarım, dedim.

Ben Denizli’ye gelince buluştuk. Sarıldık öpüştük. Oturduk, konuştuk, yedik içtik. Yeşilyuva’da birlikte çekildiğimiz siyah beyaz resimleri gösterdi. O zamanlar Ömer’imin üzerinde güzel bir elbise yok, ayağında iyi bir ayakkabı yok, çorap yok...

Ömer benim anne babamdan izin aldı, ?Ben hocamı biraz gezdirip geleyim?dedi. Ömer’in Mercedes’le yola koyulduk. Acaba Ömer beni nereye götürecekti? İzmir’e doğru ilerliyoruz. Şehirden 2-3 km  ilerde solda bir fabrikanın önüne geldik. Hocam dedi, şu gördüğün fabrikaya bir trilyon lira yatırdım.  Sonra Fabrikanın içini gezdik. Bu fabrika günde 15.000 çift ayakkabı tabanı yapan bir fabrikaydı. Nereden nereye... Ayağında ayakkabısı çorabı olmayan Ömer’im sıfır noktasından buraya gelmişti. Kendisiyle gurur duydum.

Bu kadarla kalmadı. Sonra alıp beni şehrin en lüks restoranına yemeğe götürdü. Yemekten sonra yemeğin parasını ben ödeyeyim dedim, cebime davrandım. Çünkü ben Ömer’in Öğretmeniyim. Bana yakışır... Ömer de cebine davrandı. O da ödeyebilirdi, artık öğrencilik bitmiş patron olmuştu. Hem de koskoca bir fabrikatör. Fazla üstelemedim, Ömer ödedi. Çıkarken bana ?Hocam biz sana ömrümüz boyunca yemek ısmarlasak hakkınızı ödeyemeyiz?dedi. İşte hayatın özü buydu. İşte öğretmenliğin semeresi buydu.

 

 

 
Toplam blog
: 81
: 702
Kayıt tarihi
: 21.11.08
 
 

Nazmi Öner 1946 yılında Burdur’un Bucak İlçesine bağlı Seydiköy’de doğdu. Seydiköy İlkokulu v..