Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ocak '15

 
Kategori
Deneme
 

Ölüm ve doğum, hastalık ve hainlik üzerine

Ölüm ve doğum, hastalık ve hainlik üzerine
 

'Eğer bir bebeğe zifiri karanlıkta anne karnında şöyle denmiş olsaydı; ''dışarda ışığın dünyası var; yüksek dağları, derin denizleri, engebeli düzlükleri, çiçek açan muhteşem bahçeleri, nehirleri, yıldızlarla dolu seması ve parlayan güneşiyle...ve sen tüm bu ihtişama karşın burada karanlıklar arasındasın.'' doğmamış olana tüm bu ihtişam bir şey anlatmazdı! Tıpkı bizim ölüm hakkında ve sonrasında olacakları anlayamayacağımız gibi...  bunun içindir ki korkuyoruz.'
 
Uzundur ölüm üzerine düşünüyorum babam gittiğinden beri. Nereye gitti, nasıl gitti, nerede olabilir ve nasıldır? Sanki bilinmeyen bir diyarda gibi. Burada olmayan bir diyarda... Rüyalarla temas kuruyorum onunla. O başka bir rüyada ben başka bir rüyadayım sanki. Ve içten içe biliyorum ki zaten öyle...
 
İçimde sızılayan şey ise ölüm hakkında düşünmeye devam ediyor. Yukarıda ne de güzel anlatmış dünyayı. Yüksek dağlar, derin denizler, engebeli düzlükler, çiçek açan muhteşem bahçeler, nehirler, yıldızlı geceler... Dünya böyle bir yer mi? Evet dünya böyle bir yer. Ve de aslında başka bir yüzü olan bir yer aynı zamanda. Babam hep derdi; ''dünya güzel. Şu masmavi gökyüzü gibi, dağlar gibi açık ve berrak. Ne kadar da yaşam dolu. Onların sende uyandırdığı hoş duyguları bir düşün. Ne kadar güzel. Hastalık ise başka bir şey kızım. Bu güzelliği, bu ışığı bir kenara bırakıp karanlığı, hoş olmayan duyguları, mutsuzluğu içine alıyorsun. Ve onlar orada büyüyorlar ta ki o ışığı, o güzelliği daimi olarak göremeyene kadar...''
 
İçim bazen rahatlıyor. O her nerede olursa olsun güzellikleri görebilecek biri. Ve her nerede ise orada iyidir. İyi midir? İçimdeki ikilem yine beni sıkıştırıyor. İnsanın üç canı varmış. Biri mezarda kalır, biri yeraltına, gölgeler diyarına gider, biri de gökyüzüne çıkarmış.  Şamanlar böyle diyor. Enerjiyi görenler, görmüş olanlar. Enerjinin doğasını onlardan daha iyi kim bilebilir? Diğer başka anlatımlar bana yakın gelmiyor, bana birşey anlatmıyorlar.
 
İnsan, ölüm anından sonra ölümün bir son olmadığını idrak etmelidir. Bu yüzden de şamanların 'ölüyü yürüyüşe çıkarmak' dedikleri bir yöntemleri var. Ölüyü içine düşeceği karmaşadan ve korkudan kurtarmak için gölgeler diyarına, yani yeniden bedenleneceği ana dek kalacağı yere götürmek üzere ona eşlik ediyorlar. Ölenler bir süre ama ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre mezarlarından ve evlerinden ayrılamıyorlar. Bu ayrılışı ve bu dünyadan kopmayı sağlayacak bir yardıma ihtiyaçları oluyor. Olanı biteni, kimin ne dediğini duyuyor ya da görüyorlar bir süre. Onun için onların ardından çok ağlamak, yas tutmak, kötü konuşmak iyi değil. Dünyanın bazı yerlerinde ölünün ardından düğün gibi birşey yapan topluluklardan söz edildiğini duymuştum. Oynuyor, gülüyor ve keder ile değil neşe ile uğurluyorlar gideni. 
 
Babam gittiğinde kafam karışıktı. Onu başka türlü göndermek isterdim. O da bunu isterdi. Olmadı. Bir imam yağmur yağacak çabuk olalım deyip hayatım boyunca belki de bir daha duyamayacağım hızlılıkta bir dua okudu. Arapça birşeyler. Anlamadığım birşeyler... Cenaze namazı kılındı. Kadınlar gitmezmiş veya arkada dururmuş. İçim sıkıldı. Anlamadığım bir sürü şey. Halbuki samimi ve en içten ne yapmak istiyorsam bildiğim dilde içten kelimelerle onu uğurlamak isterdim. Herşey çok hızlı oldu. Onu mezara koyuşları, toprağı üzerine atışları. Bu saygısızlık karşısında hiçbirşey yapamayışım...
 
İnsanlar genellikle ölümün ardında bıraktığı duygunun gerçekte ne olduğunu, gidenin ve kalanların bu deneyimden aslında ne öğrenecekleri hakkında hiçbir şey bilmiyor ve bunun üzerine düşünmüyorlar bile. Daha önce hiçbir yakınımı kaybetmedim. Bilmiyordum ne hissedeceğimi. Üzerine düşündüğüm olmuştur ama bilmek ve birebir yaşamak başka birşey. Babamın gideceğini hissettim. Ama içimde tuhaf bir rahatlık vardı. Her ne olacaksa iyi birşey olacaktı, kötü değil. Ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki babama ölüm bile yakışmıştı. Şimdi bu his ile onun gidişinin ardından taklit edilen duygulanımların asla birbirine benzemediğini anlıyorum. 
 
Ve belki de ölüm de tıpkı o ihtiyar adamın söylediği gibi, doğmakta olan bir bebeğin durumu gibidir. Ölüm kapısından içeri girmeden önce dışarda ne var bilmiyoruz; ölüme doğum. Ama ölüye de keşke doğru dürüst rehberlik yapılabilse. Gerçekte bu bilgiyi bir bilgelikle sunan insanlar olabilse.
 
Doğumda bebeğe yaşatılan karmaşa gibi ölümde de ölüye yaşatılan karmaşa insan cahilliğinin işidir. Cahillikse işleri kolaylaştırmaz, zorlaştırır! Anne karnından doğacak bebeğin karanlıktan karanlığa doğması gerekir. Doğumun yatarak değil ayakta olması gerekir ve bebeğin suyun içinden suyun içine doğması gerekir. Kolay yöntem budur. Bu hayati işler ki herşeyi bildiğini sanan ama aslında hiçbirşeyden anlamayan hatta gerçekte onun ne olduğu hakkında gerçek bir fikri olmayan insanlar tarafından yapılıyor! Doğum yaptıran doktorlar gibi. Ölüyü mezara gönderdiğini sanan imamlar gibi...
 
Ölümde bu böyle de, yaşam da farklı mı ki! Yaşam da ölüm gibi karmaşa içinde... Onu hastalandığında kendi ellerimizle batı tıbbına teslim ettiğimiz gün içim rahat değildi. Lösemi ile yeni karşılaşıyorduk ve kemoterapi görmesi gerektiği zannına kapıldık. İnsanlar hastalanıyor ilaç alıp iyileşiyorlara inanan bir dünyada yaşıyoruz. Ve bu algı çok güçlü yazık ki. Ben bunun böyle olmadığını düşünsem de genellikle en yakınlarımız da dahil olmak üzere bunun tam tersine inanıyor. Ki hasta olan kişiyi zaten tamamen dışarda bir doktorun iyileştirmesi zannı doğru da değil. Kişinin kendi iradesi ve seçimleri çok büyük rol oynuyor. Hasta insan psikolojisi zaten zor bir psikoloji. Hep birlikte hata yaptık. O yeni açılan kanser hastanelerinin kapısından biz de girdik içeri. 16 ay boyunca onu aslında tedavi etmediklerini, yaşam süresini uzattıklarını söyleyen bir doktoru! dinledik. Kanser hastalarına süt ve şekerli ve berbat ve kesinlikle yasak olan gıdaların verildiğini gördük. Uyarılarımız hiçbir şekilde dikkate alınmadı. Bir insana sürekli ilaç bombardımanı yapılır mı? Bunun doktor olmadığım halde mantığıma başvurarak ben bile anlayabilirim. Babam doktoruna güvenmişti maalesef ve onu o hastaneden kopartamadık. Kemoterapi ve ilik nakli sonunda güçlü ve yıkılmayan halini koruyamadı. Ama son güne, son ana kadar da pes etmedi. Bilmiyordu. Doktorların ve hastanelerin ideallerini gün be gün daha çok kaybettiğini ve gitgide bir ticarethane gibi çalıştıklarını bilmiyordu. Ya da içinde birşey buna inanmak istemiyordu. Tedavi edileceğine inanıyordu ya da inanmayı tercih ediyordu. Herkes gibi. Hepimiz gibi. Kim bu derece düşmanlığın kucağına düştüğüne inanmak ister ki? Yalan üzerine kurulu bir düzenin içine! Günden güne bu inancını bazı gözlemlerle o da yitirdi. Zeki bir insandı. Onurluydu ve güven duygusu zarar görmüştü. Doktorlarına olan güven duygusunun onların yüzlerinde utanca dönüştüğüne de bizzat şahidim. Çünkü bir insan gerçekte bir şeyi doğru yanlış mı yaptığını, kendi özüne ihanet içinde olup olmadığını bilir. Bunu onlar da bildi. Babam bilgeliği ile onların gerçekte kim olduklarına ayna tuttu.
 
Süreçte kemoterapinin kesinlikle tedavi etmediğini de gözlerimle gördüm. Ki vücudun tüm bağışıklık sistemini çökertmeyi hedef alan bir yöntem nasıl sağlıklı olabilir? İlik nakli de fiyasko oldu. Öncesi ve sonrasında beslenmenin önemi çok büyüktü ve hastahanede kesinlikle bu koşullar yoktu. Hastanelere zaten güvenim yoktu ama insanların sigorta için hayatını verdiğini, sigortanın da onları adına hastahane denen ticarethanelerde ölüme uğurlayan aracılar olduğunu bir kere daha yakından gördüm. İçimde bu gidişata zerre kadar güven ya da inanç yok. Bundan dolayı hissettiğim keder ise boyumu aşıyor.
 
Buradan kanser hastalarına da bir mesajım var. Kanserin açlık orucu ile tedavi edilebildiğine dair bulgular var*. Kesinlikle beslenme şekli çok önemli. Ve alternatif tıp tedavi için çok değerli açılımlar sağlıyor. Neticede kanser de diğer hastalıklar gibi vücudun toksemik hale gelmesinden yani zehirli atıklarla tıka basa dolmasından kaynaklanıyor. Sırası ile mide, karaciğer ve kan kirleniyor. Hastalıkların seyri ve yeri de buna göre değişiyor. Kanın kirlenmesi ise kirlenmenin en ileri hali. Kanser bu aşamada oluşuyor. Dr. Aidin Salih, 'Gerçek Tıp' adını verdiği kitabında iç organları temizlemenin, orucun, sülük ve hacamat tedavisinin faydalarını tavsiye ediyor. Kemoterapinin çok zararlı ve farezehrinden başka bir şey olmadığını söylüyor. Araştırın, bulacaksınız. Lütfen sağlığınızı hiç araştırmadığınız ve tanımadığınız birilerine teslim etmeyin. Ve hastalığın yaşam şeklinizi değiştirmek için geldiğini hatırlayın. Mesajı alıp ya yönününüzü değiştireceksiniz ya da aynı kafada giderseniz yaşamınız sona erecek. Her insanın yaşamı sona erecek bir gün. Evet ama üzerimizden para kazanılacak ve avlanılacak olmak çok haince. Normal ve doğal bir ölüm isterdim kendim için ve herkes için.
 
Dünya güzel bir yer. Evet belki. Ama dualite herşeyi değiştiriyor. Çünkü karşıtlığı birliği algılamak için kullanamıyoruz. Karşıtlığa karşıtların birinden bakarken savaşıyoruz birbirimizle. Dalgınlığımız farkındalığımızın hep yüzlerce adım gerisinde. Ne cahilliğimizi biliyor ne de bilgeliğimizi tanıyabiliyoruz!
 
Yaşam ve ölüm. İkisi de doğal ama bu dünyada ikisi de zorlaştırılmış durumda. Karmaşıklaştırılmış durumda. Hainlik her yerde ve kimilerinin içinde. Kim aslında neye hizmet ediyor? İşin içinden çıkabilene helal olsun.
 
 
 
*http://haberliyorum.blogcu.com/kanseri-yenmek-elinizde/9920296
 
Toplam blog
: 118
: 631
Kayıt tarihi
: 07.10.13
 
 

İnsanın kendinden bahsetmesi meselesi benim için zor konuların başında gelir. Bu anlamda söyleneb..