Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ağustos '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Ömrün uzun ola, düğünün güzün ola

Ömrün uzun ola, düğünün güzün ola
 

Kırlangıçlar uçuşuyor kaç zamandır aklımda. Binlerce kırlangıç. Bağıra çağıra, çığlık çığlığa. Göğün yüzünde, gökyüzüyle bir oyun oynar gibi. Ödülsüz bir yarışta yarışır gibi.

Kırlangıçlar uçuşuyor kaç zamandır aklımda. Kırlangıçları hatırlıyorum, kırlangıç seslerini... Kapıları ve küçücük pencereleri güneye bakan bir köy evinin terasındayım. Çocuğum daha. Dört yaşındayım ya da en fazla beş. Evimiz köyün öteki bütün evleri gibi küçük bir tepeye sırtını dayamış, önündeki hafif engebeli alanda bağlar, fıstık bahçeleri ve tarlalar uzanıyor. Bu görünümüyle toprak kırmızı bir tuval gibi. Üzerinde, sarı tonların her gün biraz daha hakim hale geldiği bir resim biçimleniyor. Mevsim sonbahar. Bağbozumu. Bağlarda üzüm kesen, fıstık toplayan köylüler. Canlılar, yaşıyorlar ama yavaş devinimleriyle uzaktan hareketsiz gibi görünüyorlar. Canlı bir resim gibi... Arada bir eşek anırıyor, bir köpek havlıyor, bir inek böğürüyor, uzaktan homurtuyla bir traktör geçiyor. Bir çoban sürüsünü yönlendirmek için bağırıyor. O sesler de olmasa görüntünün bir tablo ya da donmuş bir film karesi olduğunu sanır insan.

Bir de o deli kırlangıçlar. Göğün mahir akrobatları...

Sonbahar geldiğinde kırlangıçların dansı başlardı gökyüzünde. Ki, biz "sonbahar" bilmezdik, "güz"dü o mevsim bizim için. Köylünün en güzel mevsimi. Bereketli güz; hasat mevsimi çünkü... Büyüklerimiz, "ömrün uzun ola, davulun (düğünün) güzün ola" diye dua ederdi onlara bir iyilik yaptığımızda. İyiliğimiz de en fazla onlara bir tas su getirmek.

Köyün evleri o yapıları ve konumlarıyla bir tiyatro sahnesini andırır. Önü hafif bir eğimle biraz uzanıp sonra aynı yumuşak açıyla yeniden yükselir. Terasta oturduğunuzda karşınızdaki her şeyi seyredebilirdiniz. Tarlaları, bağları, oralarda çalışanları, toprak yolu, o yoldan gelip geçen sürüleri... Gece de o terasta geçer. Zaten yazın hiç içerde yatılmaz. Yataklar yine o terasa ya da dama serilirdi. Yan yana yataklarımızda yıldızları seyrede seyrede uykuya dalardık. Yıldızlar hakkında konuşurduk hep. Çok yakın gibiydiler, bazen elle tutulacak kadar. Kurşun atsalar vurulur mu vurulmaz mı diye iddialaşırdık çocuk aklımızla. Ne kadar uzak olduklarını çok sonraları öğrendik. Arada apansızca bir yıldız kayardı, ama dilek tutmak hep sonradan gelirdi aklımıza.

Akşama doğru güneş devrilmeye yüz tuttu mu kırlangıçlar çıkardı sahneye. Cam gibi mavi, bulutsuz ve berrak gökyüzü hafiften kızarmaya başladığında kırlangıçların gösterisi başlardı. Benim en sevdiğim sahne. Sivri kanatları, açılmış bir makasa benzeyen kuyruklarıyla binlerce kırlangıç. İlahi bir koreografiyle çılgınca dans ederlerdi. Sürü birkaç gruba ayrılır zıpkın gibi uçuşlarla birbirinin yolunu keser, birbirinin içinden geçer, ayrılır, sonra yeniden bir araya gelir, uzaklaşır, kaybolur kısa bir süre sonra yeniden ortaya çıkarlardı. Arada gruplardan biri yere doğru hızla pike yapardı. Bir damın bacasına çarpıp parçalanacaklar diye korkardım. Ama asla yere çarpmazlardı. Bütün bunları yaparlarken de artık keyiften mi, yalancıktan birbirlerini korkutmak için mi, bir şeylere meydan okumak için mi her nedense çığlık çığlığa bağırırlardı. Belki de koro halinde bir şarkı söylemekteydiler kendi dillerinde. Programlarını hiç aksatmazlardı. İşlerine aşık oyuncular gibi istisnasız her akşamüstü aynı saatlerde sahne alıp gösterilerini sunarlardı. Oturur büyülenmiş gibi onları seyrederdim. Bu muhteşem gösteriyi niçin yaptıklarını anlamaya çalışırdım. Keşke kanadım olsa da aralarına ben de katılsam diye hayal ederdim.

Sonra gün yavaşça batar, kırlangıçlar yuvalarına çekilirdi. Bağda, bahçede çalışanlar tam da o sırada yorgunluktan ağırlaşmış bir yürüyüşle evlerine dönerdi. Kamıştan örme sepetlerde üzüm getirirlerdi. Sapsarı, kıpkırmızı, bal tadında üzümler.

Mevsim kışa yaklaştıkça kırlangıçlar kaybolurdu. Önce daha uzak yerlerden, kuzey bölgelerden gelen kırlangıç sürüleri geçerdi köyün önündeki sahneden. Ama onlar dans etmez, biraz daha yüksekten uçup giderlerdi öylece. Sonra bizim kırlangıçlarımız göçerdi. Perde ağır ağır iner. Köy sessizleşir. Geceler soğur, yataklar içeriye taşınır. Kurutulmuş ya da pekmez, pestil yapılmış üzümler şehrin pazarlarına satılmaya giderdi.

İnsan cennet ve cehennemin bir örneğini bu dünyada görüp yaşar. Çocukluk cennettir büyük ölçüde. Benim cennetim o günlerdi. Güzel denebilecek çok şey vardı ama kırlangıçlar vardı herşeyden önce. Bir kırlangıç sürüsü görmeyeli kaç yıl oldu.

Bir inanışa göre kırlangıçlar ölenlerin ruhunu başka dünyalara taşıyan kuşlarmış. Onu bilemem ama çocukluğumuzun ruhunu bir yerlere götürdükleri kesin... Bir gün getirirler m’ola?
 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..