Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Eylül '12

 
Kategori
Siyaset
 

Onat Kutlar ve yeniden yükseltilecek mücadele ruhu

Onat Kutlar ve yeniden yükseltilecek mücadele ruhu
 

Günümüz gericiliğin azgın bir güç elde etmişlikle ve donanmış iktidar yapısıyla estirdiği baskıcı  ama o kadar da perdelenmiş ve cilveli, bir içim su süslenmiş vaatleriyle  toplumun tamamını sarmalamaya çalışıyor. Ne bilim ne de bilim adamı. Ne emek ne de  emekçi. Ne yurttaş ne de  yurt. Çocuklarımızın gelecekte bir parça iyi olma hâli bile artık elimizden hızla kaymak üzere.

Aslında geç kaldık!... Çoktan değişimin ayak sesleri duyulmuş ve titretmiş olmalıydı her yeri. Ama çok geç kaldık. “Zaman, yanlışlıklar gibi gecikmeleri de bağışlar”. Der Onat KUTLAR.

Bağışlanmayı beklemek değil yapılması gereken, üstümüze düşenin ne olduğunun farkına varmak. Moğolların dediği gibi “ Bir şey yapmalı”. Bakın 12 Eylülcü beşli çetenin yürüttüğü o ölü sayıcılığı ve kanlı elleriyle ve sahte gülücüklerle insanların elini sıka sıka içimizden geçip gittikleri o günden  bugüne yarattıkları şu iktidarla çok yol kat etmiş miyiz?

Bir DİKİLİ/ Osman Nuri ÖZGÜVEN kalmış gibi ellerimizde.  İnsanların,  insanlıklarıyla yok edildiği bu ortamda bilimin ve sanatın yaratıcısıyla yok edilmemesi mümkün müydü? Biz Sosyalist ve Komünist hareketlerin yeniden barış, kardeşlik ve halkların kurtuluşu adına siyasal hayata damgasını vurmanın zamanı geldi. Güçsüz değiliz ve Dikili’de Osman Nuri ÖZGÜVEN bize gösterdi ki; istenildiğinde bir araya geliyor ve güzelliğin sesi olabiliyoruz.

İttifaklar mı kurmamız gerek işte ortada ellerimiz, yüreğimiz ve aklımız. Bizimle yürüyeceklerin görmesi gereken.İçinde azmimiz, saflığımız ve onurumuz.

Daha dün yıkılan heykel, kırılan büstler ve mezarlar. Akademide işine son verilen bilim insanı ve tiyatroyla devam edip yaşam alanlarımıza çekilen kara perdelerin esintisinin yakıcılığı hâlâ yüzümüzde hissediliyor.

Onat KUTLAR, ne güzel görmüş bu olup bitecekleri. Uyarmış sesi yettiğince, ömrü yettiğince. “Yeter ki Karmasın’”ı Okudukça bu yazıyı harmanlıyorum beraber:

“Harranda’ki tapınakta taşlarında bu garip öykünün tüm ayrıntıları yazılı idi. Issız gecede, tapınağın karanlık kemerleri arasında ürkütücü gözlerle bana bakıyor gibiydi. Karşısında güçsüzdüm. Çünkü onun tarihi, kaleleri, surları ve kanlı savaşçıları vardı. Bense öyle bir insan işte.” Bizim kaybedecek neyimiz var ki salt insan olmanın onuru, özgürlüğü ve alacağı bir nefesi dışında. Bunun için ordu kurmaya ihtiyacımız mı var? Kalemiz ve surlarımız mı var? Yada kanlı tarihimiz?

Ama akıllanmamız ve geç kaldığımızla yarattığımız boşluğun doldurulması lazım. Biz halk ordusuyuz zaten doğal ordu. Beynimiz ve yüreğimizden daha güçlü kale ve savaşçı olabilir mi?

Sukşin’in Acı öyküsünden bir cümleyi hatırladım “Bir insanın yalnız başına kaldı- ğında ne denli acı çekebileceğini o güzel, o ayışıklı gecede öğrendim..” diyorduŞukşin. İşte, kanlı bir ölümün gözleriyle bakan güçlü Nabonide’in karşısında yapayalnızdım.

Dedim ki, kendi kendime “niçin yalnız olayım? İşte bir dost, hemen geliverdi…”

Hiç abartmıyorum, bir anda binlerce gülümseyen yüzle dolu karanlık ve ıssız bozkır. Ayışığı yükseldikçe, Kral Nabonide’in yüzü ağır ağır silindi. Ama silindi. Düşündüm. Tıpkı Şukşin gibi, geçmişi bilecek kadar yaşadım ve önümde geleceğe inanacak kadar zaman var. Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumları ekiliyor her gün. Ama gene de hiç unutmadan yapabileceğimiz bir şey var: Bir insan elinin sıcaklığındaki dayanışmayı gerçekleştirmek. Her şeyi değiştirebilir bu. Çünkü ayışığı, güzel değişimlerin tanrıçasıdır. Ve o ışığı yok etmek mümkün değil. Şukşin’in öyküsünün son cümlesi: “ Ayışığı pencereden içeri doluyordu. Ah, nasılda parlıyordu ay! Yeryüzü ister coşkuyla dolsun, ister acıyla, parlayacaktı hep böyle!”

Nasıl bir alacakaranlık…Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir.

Karanlıkta, çok kimse, bir gözün açık mı kapalı mı olduğunu göremez. Hatta çoğu kez, ışığın, bazı gerçekleri gören o gözlerden geldiğini bile unutuverir. Zaman, yanlışlıklar gibi gecikmeleri de bağışlar.

Bilim ve sanat ağacının dallarının, hangi özgür kaynaklardan gelen sularla beslediğini düşünüyorum da, bu ağacı karanlıkta bırakarak, en sağlam dallarını budayarak, çevresinde aşılmaz bir beton duvar örerek ne yapmaya çalıştığımızı anlayamıyorum. Ülkemizin bir İran olmadığını biliyorum.Geçmişin karanlıklarına dönmeye kimsenin niyeti olamaz ülkemizde. Nice çekici de gelse bu “alem-i esrar”dan aklın ve yaşamın aydınlığına çıkmak zorundayız. Sert toprağı, en olumsuz koşullar altında delen her tohumu, gün ışığına yönelen her dalı gözümüz gibi korumak zorundayız. Onlara yalnız olmadıklarını, bu ülkenin bilime, sanata, özgürlüğe, içtenlikle bağlı insanlarla aydınlığa çıkacağına olan inancımızın bir düş olmadığını anlatmak zorundayız.

Gordon CHİLDE diyor ki “Oturma odasının duvarına Dağda Sığırlar tablosunu asan ve boynuna bir elmas gerdanlık takan günümüz kadınıyla bir kireçtaşı mağarasında duvardaki bizon resmine bakan ve boynunda deniz kabuklarından bir gerdanlık taşıyan buzul devri Cro-Magnon insanı araında nasıl bir ayrım bulunduğu, bu öğelere bakarak bir ilerleme olup olmadığı düşünülebilir”. Bir karamsarlığın dile getirilişi değil, insan düşüncesinin, koşullarını değiştirme, güzelleştirme isteminin tarih öncesinin karanlık çağlarında bile nice güçlü ve dirençli olduğunu anlatmak istiyor.

“Değişim, doğanın ve insanların yasasıdır. Nasıl olsa böyle gitmez…””Ayaklarımız yeryüzüne basıyor. Bu kalıcı topraklarda yürüyeceğiz. Biz giz’i aramıyoruz, çünkü giz’in kendisiyiz biz…”

Gevezelikleri bir yana bırakalım ve şu soruya bir cevap arayalım. Niçin ben susmak zorundayım? Açın gözlerinizi, burnunuzu dikin ve kulak kesilin: Çürümeyi duyuyor musunuz? Nereye gitseniz yalan ve ikiyüzlülükle dokunmuş halıların üstünden geçiyorsunuz. Ama bir koku, dayanılmaz bir koku gelmiyor mu burnunuza? Çocukların sessizce geleceğin denizlerine kürek çektiklerine bakmayın. Ayakları geçmişin ağır zincirleriyle yeniden bağlanıyor. Bilginler gittikçe küçülen kurtlar gibi kendi kitaplarının ciltleri arasına gömülüyor. Kendi kuyruğunu yiyen bir masal hayvanı gibi ağır ağır ölüyor yaşam. Ortalıkta dolaşanlar yalnızca çerçiler ve tacirler. Çürümeye yüz tutmuş bir meyveyi evden eve dolaştırıyorlar.

 
Toplam blog
: 47
: 288
Kayıt tarihi
: 15.12.10
 
 

Denize yakın adam... İzmir'de yaşıyorum. ..