Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mart '09

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Onların hikayesi -31-

Onların hikayesi -31-
 

Yeşil Kahveden Emir Sultan-S.Boya-1950 ler- Yücel Aktaş-36x48 cm.


Devam ediyor.....
Tekrar BURSA !!....

İki arkadaş, o akşamın şerefine bir “binlik” in yarısını geçtiler; şarkılar türküler söyleyerek Bursa hayal ve özlemlerine daldılar. Karakolları bile belliydi: Setbaşı….

Setbaşı; Göksu deresinin yukardaki dağ eteklerinden yuvarlanıp gelerek akıp gittiği, sağı solu yeşillikler, ağaçlarla süslü yolunun en güzel yerinde kurulu bir bölge..Bir kavşak, bir eğlence ve dinlence yeri ..Tutkulu , çağırıcı , her yaştan insana göz kırpan, kalabalıkların anafor yaparcasına karışıp bir araya gelip kaynaştığı bir yer.. Kasaplar, dükkanlar, manavlar, kırtasiyeciler, düğmeci, bezzaz - çorap çekici - yüncü – kumaşçı – aşçı – sütçü – dondurmacı – fırın –bakkal - ayakkabı tamircisi – sakatatçı – balıkçı – yüncü - terzi vb.vb. daha bir çok çeşitli iş alanlarının, küçücük büyücecik yerleşip arı gibi işlediği bir yerdi Setbaşı.. Köşe başını yer edinmiş “ Şaban Ağa “ gelecek yıllarda dondurma başta olmak üzere, süt ürünleri ile benim en kıymetli durak yerim olacaktı. Karakol da nasıl olsa tam karşısında, babam da oranın polisi olduğuna göre her aldığım bana bedavaya gelecekti. Babam nasıl olsa ödüyor değil miydi ?


En genç ve güzel anılarımın başlamak üzere olduğu bir beldenin bu seçkin noktası bende her zaman hep özlenen yer olarak kaldı. Ama 45 lerin başladığı tarihten 2008 lere gelindiğinde, oranın etrafı da olmadık yıkım , değişiklik ve eskilerin ortadan kalkmış olması ile ancak – Şurada şu vardı, burada o vardı – hatırlamaları ile konuşulabiliyor. Bu da insanı acıtıyor, üzüyor.. Ne Devrengeç suyu suyu yerinde, ne de karakolun önündeki birkaç asırlık o çınar.. Ve daha neler, neler zaman içinde ortadan yok olup gitmiş, kaybolmuş. Fırsatların getirdiği rastlantılarla uzun aralardan sonra gider olduğum Bursa, beni her zaman olduğu gibi koyu ve ağır ağdasının içine alıp eritiyor, buharlaştırıyor..

Umurbey mahallesi, Setbaşı’nın az yukarılarında bir yer. İlk gelişimizde olduğu gibi, yine Nedim amcaların yardımı ile, onların yakınlarındaki Karamani sokakta bulunan bir kira evine geldik. Karakola ve okullara çok yakın, zamanında ahşap işçiliğine epeyce özenilmiş, rahat güzel, eski sayılacak bir rum eviydi. Tahta raflar, merdiven trabzanlarındaki oyma süsler, insan figürlerinin yer aldığı ağaç kabartma nişler vb. ilgimi pek çekmişti.

Muradiye’nin Annemin tercihi olmasına rağmen, babamın karakolu oraya çok çok uzak kalıyordu. Böylelikle, onun eve gelip gidişlerinin zorluğu ortadan kalkmıştı, ve biz yine eski ve sağlam aile dostumuz amcamların yakınında bir yerdeydik..

Ayrılışımızdan pek farkı olmayan bir geri dönüşle yine Bursa’daydık. Evin yukardan aşağıya temizlenip, tahta fırçalarıyla oraların buraların ovulup temizlenmesi ile evde hayat başlayınca; Annem ilk fırsatta, bir hafta kadar sonra beni ve kardeşimi de alarak bir faytonla Muradiye’ye tırmandı. En merak ettiği; bırakıp gittiğimiz evi görmek, eski komşularını ziyaret etmekti. İzzet Efendi, harp yılları içinde düştüğü maddî zorluklar ve iflâslarların sonucu gelen yıkıntı ve çaresizlikle geçirdiği ağır felç nedeniyle yatalak bir halde bu evine taşınmıştı. Maksem’deki o koca konağı satılmış, elde avuçta bir şey kalmamıştı. Annem onu, eşini, evdeki gelinini ziyaret etti; galiba, daha dallarda hâlâ asılı gibi duran o çok yakın geçmişin seçkin ve özlenen seslerini duymak istercesine bahçelerde dolaştı.

Hüzün doluydu..

İpekçilik caddesinin üzerinde bulunan 19 Mayıs ilkokuluna kayıt için Amcamın oğlu Necmi ve onun arkadaşı Rahmi ağabeyle, çok yağmurlu bir günde götürüldüm..Dağ eteklerinde bulunan mahallemiz; her yağmurda sokaklarından çağlayanlar halinde akan yağmur sularının kaçınılmaz saldırısı içinde kalmaktaydı. Bunu önümüzdeki günlerde, ve tabii her yağmur mevsiminde görüp, yaşayacaktık.. İki genç adam, benim sulara batmamam için, iki taraftan kollarımdan tutup vücudumu havalandırıyorlar; - hoppalaaaa - diye diye sel gibi akan suların içine değdirmeden bir sağa bir sola taşıyorlardı. Aman; ne eğlenceli gelmişti bana.!. Hâlâ yaşayan Necmi ağabeyime o günü telefonda hatırlattığımda duygulanıp ağladığını biliyorum. ( Altmış üç sene önceden bahsediyorum. Dikkat.! )

Efsane bir öğretmenin ellerine düştüm.

NÂZİKE BUDUNÇ gibi ismin; Onların ailecek bu kadar seçkin bir yer aldığı Bursa’da, ki taşın toprağın bile bildiği bir öğretmenin öğrencisiydim. Bir gün sonra da gidip kayıt yaptırılabilecek olsa da, Nedim amcamın o gün mutlaka yapın demesinin demek ki bir sebebi varmış.. ONLAR; Kurtuluşun içinden çıkıp gelmiş gizli kahramanlar ve birbirlerini tanıyıp, biliyorlardı. O gün onun sınıfına yapılacak kayıt için beni uçurup götürmelerinin nedeni de buymuş zaten.

İlkokul bitiminde bunun ne demek olduğunu; kimin elinden ilkokul diploması aldığımı öğrenip duyduklarında , pek çok insanın neden o kadar takdir ve –Ooooo.! – dediğinin sebebini anlayamamıştım. Ama çok geçmeden; bu yaşıma gelinceye kadar bile; bende bir anıt gibi duran BUDUNÇ öğretmenin yüce anısı, ve verdiği çok köklü eğitimin kaynağının Anneminkilerle aynı çizgide birleştiğini görmekle mutluluğum her zaman diri kaldı.

ONLAR; yani, bizden önce doğmuş ama ; olağan üstü ortamlar ve koşullar altında bile bizlere en güzeli kalsın diye her şeylerini adamış ONLAR; haksız ve acımasız bir zaman çarkında öğütülüp, nesil olarak, bizden sonra gelen nesillerin içinde neden kaybolup , unutuluyorlar.?

1946 yılı içinde, gerekli sınavları geçerek, Süha ve İsmet, kurmay subay adayı olarak Harp Akademisine atandı. Demek ki, birkaç sene artık İstanbul’da olacaklardı.

Bursa’ya varıp ta Annemle buluştukları an muhteşem oldu.. Süha ve Yıldız; Bahattin Ziya ismini verdikleri bebeklerini Onun kucağına bırakırken, her iki tarafta, olağan üstü duygu sellerinin önüne geçmenin imkânsızlığı içindeydiler..

Geçen yıllar içersinde bakımsız kalan ve onarım istemesine rağmen, Yıldız; Muradiye’deki evde kalabileceğine Süha’yı ikna etti. İsmet ve Halime İstanbuldaydılar.

Artık çok sık beraberdik.. Ama ortada hoplayan zıplayan, benden çok herkesi etrafında toplayan küçük bebeğin bu becerisini kıskanmaktaydım. Ben Yıldız’ı bana ait olarak bırakmış değil miydim ? Bu küçüğe gösterilen ilgi ve sevgi , benim çok sevdiğim büyüklerimin bana yakınlaşmalarını iter olmama sebep oluyordu. Sebepsiz küsme ve gereksiz –zamansız onu bunu istemelerle sanırım bunaltıyordum..

Ama ; Yıldız benimdi.. Onu ancak ben sevebilirdim..

Son yılların arkasından, her tarafından dökülmeye başlayan, içinde yaşanılması zorlaşan bitişik iki virânenin artık ele alınması gerekiyordu.. İçine girmek bile neredeyse artık tehlikeliydi. Sarkan çatı tahtaları, eğilmiş, bükülmüş payandalar; dökük sıvaların arkasından görünen kerpiç manzaraları; bir zamanlarda onları işleyen genç insanların kendilerince koydukları görünür – görünmez işaret ve mesajların bulunduğu bu duvarlar, gönüllerde kalan birer hâtıra olarak ebediyen ortalıktan kaldırılacaktı . Zaten, arkadan gelenler ne kadar farkında olabilecek ve bu eski tutku ve yaşanmışların ne kadar etkisinde kalarak vefa ile donanabilecekti ?

Süha; bir zaman sonra nasıl olsa dönüp gelip yaşayacağı, yeniden eski yerlerinde ömür süreceği ve emeklilik günlerini geçireceği bir yaşam ortamını yaratmaya karar verip, bütün bu yıkıntıyı artık ortadan kaldırmak istedi. Halime’nin babası inşaat işleriyle de uğraştığı için bu çok kolaylaştı..

Bir zaman öncesinin; sevgi, sevinç ve yaşam; özlem ve aşk doldurduğu o küçücük , ama kuş yuvası kadar sıcak ve ılık odalar, tavanlar birer birer yerlere döküldü , kayboluverdi.

O günlerde , Yıldız ve Gülten hep bizdeydiler.

Harp akademisinde geçen ikibuçuk yıl içinde gelip gittikçe uğranılan ve en güzel sohbetlerin yaşandığı yer, ya bizim evdi ya da amcamlarınki. Onların gelişlerinde , birinden birinin şapkası ile oynamaya bayılır; başımda taşıyarak etrafta dolaşırken, bir komutan edâsıyla hayâli askerlere emirler verir, onları güldürürdüm.. Sevinç dolu günler yaşıyorduk.. Nâzike öğretmenin göz bebeğiydim. Divit ve mürekkep hokkamla yazarak hazırladığım defterlerimi, diğer sınıflara örnek diye gösteriyordu. Galiba güzel resim yapıyor, düzgün yazı yazıyordum.

Annem, Gülten’le, çok daha koyulaşmış bir arkadaşlığın, birbirlerine armağan ettikleri – Ahretlik- tutkusunun içindeydiler.. Her geldiklerinde, Yıldız’ın oğluyla aralarında üç yaş olan kardeşim Yüksel'in, ona ablalıklar taslayıp kurguladığı oyunlardaki komik işlevlerine karşıdan bakıp gülerdim. Katıldığım da olmuyor değildi..Ziya cin gibi bir çocuktu ..Onu mıncıklayıp güldürmeye bayılıyordum..

1948 sonbaharı, Harp Akademisi başarı ile tamamlanınca İsmet Ankara Genel Kurmaya, Süha da 1.Ordu Karargâhına tâyin oldular. Bursa’da süren inşaatın ve oturulması için çaba harcanılan evlerinin tamamlanabilmesinde gelip giderek çok faydası olabilecekti.

Ama, o günlerde, Nedim amcamların da biz de olduğu bir akşam İstanbuldan alınan alınan bir haber herkesi kedere soktu. Herkes sustu kaldı, neşeler birden uçtu gitti. Annem gözyaşlarını gizli gizli çıkartıp mendili ile silse de, devamının önüne geçemiyordu. Yemeğin de, buluşmanın getirdiği sevinç te ortada asılı kaldı. Ama Annemin bu ağlamalarını, ileriki yıllarda bile çok seyrek görebilmiş olsam da , hiçbir zaman istemedim; ağlamasını istemedim.. Ama !!.. o kadar çok sebep ve bahaneler dünyamızda yer aldı ki …Sadece ağlayan O değil, ben de ileriki yıllarda hayatımızı mânâlandırıp güzelleştirebilecek pek çok şeyin bozulup paramparça olması karşısında, gecelerimi gözyaşları içinde yastıklara kapanarak bitirdiğimi biliyorum.

İlerleyen yaşlarımızla, bir nakliye kamyonuna dönüşmüş belleklerimizde taşınan ve her köşe başında içine fırlatılıp atılan anıların ağırlığını sürüklemekte zorlanır oluyoruz.. Herneyse….

Gelen haber “ Ayı Boğan “ ın ölüm haberiydi.

Süha da İsmet te Ona son görevlerini yapmak için oradaydılar..

Birkaç hafta sonra gelen diğer haberle gözlere yine kara perdeler çekildi. Ne hikmetse , sevinçlerin ve kederlerin birbirini kovaladığı bir dünya düzeni içinde yuvarlanıyordu insanlar..Bundan hiçbir şekilde kaçış mümkün olamıyordu. Ve galiba , bu hep böyle olup gidecekti..

Bu sefer de Servet’in şehit olduğu haberi geliverdi. Merzifon hava alayının bu genç ve atak pilot üsteğmeni görev uçuşunda çakılıp, genç yaşında filo komutanlığına atandığı birkaç gün sonra bizlerden ayrıldı. Biz Kemal Paşada iken onu Ayşe’yle nişanlayıp yüzüklerini takan, hemen sonrasında da nikâh şahitliğini yapan amcamdı. Hem Ayşenin, hem Servetin ailesi, yakınları; acı içinde katıldıkları cenaze merasimi arkasından genç dulu ve tek torunu alarak Bursa’ya döndüler. Her taraflarda azgın bir keder ve kahredici matem dolaşıp durmaktaydı.

O tarihlerde, Safiye teyzemin oğlu Zeki (Erberksoy) ağabeyin de Eskişehir’deki hava alayında uçuşlarını bitirip te bröve takmış olması ailedeki bütün herkesi heyecanlandırmaktaydı. Uçmak, uçabiliyor olmak; o günlerin içinde yaşayan büyüklerimizin yaşları ve beklentileri yönünden, ne de olsa zor anlaşılabiliyor olmasına hak verilebilir sanırım..

Muradiye’deki evin yapımı nihayet bitmiş; Ortaya iki kat üzerine güzel , rahat ve modern ( o zamana göre ) bir yapı çıkmıştı. Gülten’le Annem zaman zaman gidip yapılanı, edileni takip ettiler. Gülten Bursaya döndükten sonra Annem onu bırakmamış , bizde tutmuştu. Zaten, şurada evin bitmesine ne kalmıştı ki !.

İnşaatın yapımında, kesilip kaldırılan ağaçlar olmasına rağmen; Yıldız ve Süha , bahçelerin diplerindeki O asırlık kestane ağacının mutlaka ayakta kalmasına özen gösterdiler. Plan da, proje de ona göre yapılsındı. Öyle de oldu.. Çünkü O ağaç; çocukluklarından beri tepelerinde oynadıkları, bin bir anının içinde yer alan bir hazineydi..Kaç yerinde bir imza, kaç dalında çakıyla kazınmış isim ve tarih vardı..





ONLARIN HİKÂYESİ -


Devam edecek....



yücelakt@ gmail.com

 
Toplam blog
: 53
: 469
Kayıt tarihi
: 03.10.08
 
 

1- Ankara 1938 doğumlu 2-İlk ve orta eğitim- Bursa - 3-Lise terk ve Hv. Kvv.Teknik Okullarından Mu..