Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Kamu Yönetimi Bilim Uzmanı ABDULLAH BEDELOĞLU

http://blog.milliyet.com.tr/abdullahbedeloglu

02 Ekim '14

 
Kategori
Sosyoloji
 

Osmanlı'da hukuk ve köleci toplumsal yapı

OSMANLI ŞERİATI
Osmanlı Devleti vatandaşı için yargılama hukuku olarak şeriat hukukunu seçmiştir.Devlet yargılamanın dışındadır. Devlet başkanlarını, memurlarını yargılama hukuku ve organları yoktu. Vatandaşları yargılama organı vardı. Devlet şeriat hukukuna bağlı değil Teokratik hukuka ve devletler arası anlaşma hukukuna göre yönetilirdi. Ancak devlet düzeni kölelik üzerine kurulu olduğu için vatandaş ve memurlar hukuki ehliyete haiz değildir. O yüzden şeriat hukukuna gerek yoktur. Efendinin köle üzerinde sınırsız sayılabilecek yetkileri vardır. Nikâhsız köle ile birlikte olabilir. Bir taraf köle olunca zina hükmü kapsamı dışındadır. O devirde kölelik statüsünü belirleyen şey kişinin özel mülkiyetinin olmayışı idi. Özel mülkiyet kavramının olmadığı yerde ticaret hukuku, borçlar hukuku, medeni hukuk bilimlerinin gelişmesi beklenemez.

Vatandaşın yargılanma hukukunda şeriat hukuku seçilmekle beraber devletler arası anlaşma ile bir taraf Müslüman değilse Osmanlı hoşgörüsü kapitülasyon kanunları geçerli olur, şeriat hükümleri uygulanmazdı. Gayri Müslüm lehine verilen kararlar geçerli olur, aleyhine verilen kararlar geçersiz olurdu.Aleyhe karar veren hakim cezalandırılırdı. Fatih Sultan Mehmet yıllık 16.000 altın karşılığı Venedik Cumhuriyetine ve vatandaşlarına bu hakkı tanıyarak ilk Osmanlı hoşgörüsü kanunlarını çıkardı. Fatih Sultan Mehmet ile çok hukuklu devlet yapısı oluştu. Osmanlı’da Danıştay 1868 yılında kuruldu denmekle birlikte Müslüman olmayan kişilere ceza veren hakimlerin kararlarını iptal eden, hakimi cezalandıran yapı daha önceleri kurulmuştur. Mahkeme hakimlerinden biri de Venedik Büyükelçisi olurdu. Bu durum Danıştay’ın kuruluş tarihini değiştirmez mi?

Osmanlı Devletinde kamu hukuku, özel hukuk ayrımı yoktu. Köle hukuku olarak da bir hukuk kanunları yoktu. 1856 yılında özel mülkiyet hakkının kabul edilmesi, 1876 Anayasası Kanuni Esasi ile özel ve kamu hukuku kanunları oluşmaya başlamıştır. Osmanlıda yargı yetkisi yürütmenin elindeydi. Yargı demek idari yaptırım gücü demekti. 1868 yılında Danıştay ve Yargıtay sayılabilecek devlet kurumları oluşturulmuştur.

Osmanlı Devleti'nde feodalizm hukuk yargısı da yoktur. Çünkü feodalizmde toprak sahibi soyluların toprağında (serf-köle) çalıştırma vardır. Feodal örgütlenme şekli benzeri olan has, zeamet ve tımar olarak toprak verilenler Osmanlı Devleti'nde soylu olamıyordu. Çünkü onlar toprağın sahibi değildi. Maaş alsalar da en yüksek devlet memurunun bile can ve mal güvenliği yoktu.Toprağın sahibi padişahtı. Toprak sahibi soylular sınıfı olmadığı için feodalizm de hiçbir zaman olmadı. Feodalizmi kaldırma da olmadı. Tarih kitaplarında beyliklerin kaldırılmasını feodalizmin kaldırılması olarak anlatanlar yanlış yapmaktadır. Hiçbir şey kalkmamakta Türk ve Müslümanların has, zeamet, tımar hakları ellerinden alınıp devşirme Hıristiyan çocuklarına ve Osmanlı padişahına geçmektedir. Olmayan feodal yapı el değiştirmektedir.
Osmanlı Devleti'nin feodal yapıyı kaldırdı iddiasının ders kitaplarında yer alması bilimsel bir utançtır. Tarih dersi öğretiminde temel bilgi eksikliği, değerler eksikliğine bilgi çağında izin verilmemelidir.

Osmanlı şeriatı mutlak monarşi hukuku idi. Padişah hiç kimseye hesap vermez. Hukuku padişah belirlerdi. Dinin üstünde bir kurumdu.Din adamı padişah kanunlarına uymakla görevli kişilerdi. Tebaa köle statüsünde olduğu için İslam şeriatı ve feodal hukuk kanunları uygulanamazdı.Teokratik hukuk kuralları üretemeyen bir devletti. Roma devleti teokratik hukuk kuralları üretir, kendine bağlı kiliseler kurar ve kiliselere din adamı atardı. Osmanlı Devleti din kuralları geliştirmez, kendine bağlı camiler yapmaz,başlarına atayacak din adamları yetiştirmezdi.Teokratik hukuku tanımayan bir devlet olduğu için din adamı olmayan devşirme Hıristiyan kökenli askerleri şeyhilislam, müftü olarak atardı.
Osmanlı Devleti cumhuriyet hukukunu da tanımaz, saltanat için yıkıcı bulurdu. Roma ve Bizans cumhuriyet hukukunu tanırdı.Osmanlı Devleti cumhuriyet hukukunu saltanat için bir tehlike olarak görüyordu. 1789 Fransız İhtilalinden sonra cumhuriyet hukukundan kaçamamıştır. Mustafa Kemal cumhuriyet hukukuna dayanarak Osmanlı Devleti'ni yıkmış, cumhuriyet hukukuna dayalı bir devlet kurmuştur.

Kendilerini İslamcı diyen gruplar çok eşlilik, el kesme, recm, krallık, mirasta bayanlara az mal verme, kadınların erkeklerle birlikte aynı yerde çalışmaması, başörtüsü takmasının zorunlu ve gerekli olduğuna inanıyorlar. Bu gruplar kendilerini şeriatçı İslamcı olarak niteliyor. Bu insanlar laiklik olarak ifade edilen, tek eşlilik, el kesmemek ve recmetmemek,  mirasta eşitlik, cumhuriyetçilik gibi devrim kanunlarını deccaliyet olarak görüyor. Devrim kanunlarına karşı gelmeyi Mehdicilik(Mehdiyet) ve İsacılık olarak görüyor.
Bir başka grup İslamcı düşünür İslamı ve Kuran'ı özüne ve ruhuna uygun yorumlama sonucu modern kanunların ortaya çıktığını Modernleşme, yenilikçi liderler yaklaşımlarını,faaliyetlerini Mehdiyet, Mesihlik çabası olarak görmekte, demokrasiyi İslami yönetim biçimi olarak görmektedir. Kuran'da yer alan Şura Süresi'nin meclisli, seçimli yönetim sistemini farz kılan bir niyet olduğuna inanmaktadır.
Diğer  kendini şeriatçı olarak tanımlayan karşı grup ise bunları dinde reform adına dinsizlik yapan grup olarak görmektedir. Bunlar üretim yönteminde dahi ilkelliği savunma, kaşık kullanma el ile ye, arabaya binme at, eşek bin vs tuhaf savunmalar, iddialar sunabilmektedir.Kuran'ın Şura Süre'sinin meclisli,seçimli yönetim sistemini demokrasiyi cumhuriyeti önermediğini padişahın divanı olması gerektiğini, saltanat yönetimini tavsiye ettiğini söylemektedirler.

Osmanlı Devletinin çok eşli, el kesme, recm, krallık ve mirasta bayanlara az verme kanunlarına cevaz verdiğini düşünerek şeriatçı devlet zannediyor. Osmanlı 1856 yılına kadar özel mülkiyete izin vermiyordu. Devleti yönetenler köleydi. Kanuni zamanında 140.000 köle Yeniçeri askeri olduğu düşünülürse Osmanlı Devleti’nin köle pazarındaki rolünün büyüklüğü anlaşılabilir. Osmanlı'da devleti yönetenler ya köle olarak alınır. Ya da savaşta yenilen tarafın halkı köle olduğundan onların arasındaki çocuklar seçilir. 16 yaşından büyük olanlar ise köle pazarlarında satılarak gelir elde edilirdi.Savaşta halkı, babası öldürülen insanlar doğal düşman olarak görüldüğünden bunlar köle olarak tercih edilmez, köle olarak satılırdı. Diğer Türk devletlerinin yendiği, (Kırım ve Altınordu Devleti'nin) köle yaptığı insanlar tercih edilirdi. Elde edilen ganimetin beşte biri padişaha aitti. Kölelerin beşte biri de padişahın olurdu. Ganimet, maaş alması, köle sahibi olmaları köleleri köle olmaktan kurtaramazdı. Mülkiyet hakkı oluşturamazlardı. Mutlak itaatle yükümlü idiler. Kadı, Şeyhülislam dahi köle iradesine sahipti. Hür vicdan gösterisi idam fermanıyla sonuçlanırdı. Mülkiyet has, zeamet, tımar olarak kiracı sayılacak kişiye verilirdi. Köle statüsündeki kişilere şeriatın hiçbir hükmü uygulanmazdı. Köle suçları efendiler arası savaşlara dönüşerek problemler kabile savaşları yapılarak çözülürdü. Köle olduğu için cariye ile nikâhsız birlikte olmak serbestti. Osmanlı'da el kesme cezaları uygulanmaz, onun yerine ölüm cezaları uygulanır. Kişileri cezalandırma yerine o kişinin ait olduğu beylik topluca cezalandırılırdı. Haydut ve harami beyliklere Sadrazam Kuyucu Murat Paşa’nın toplu halk cezalandırmaları pek meşhurdur. 60.000, 40.000 kişiyi hırsızlık suçlamasıyla, savaşla katletmiştir.

Osmanlı Devleti döneminde padişah iradesi Kuran Ayetlerinden daha bağlayıcıydı. Devlet memuru maaşlı imam uygulaması dahi yoktu. Cezalandırma işi öldürme şeklinde olurdu. Ya da köle yapma şeklinde olurdu. Köle gücü yettiği sürece gemide kürekçi, tarlada işçi vs şekillerde köle yapılırdı. Kölecilik sadece Osmanlı uygulaması değildi. Dünyanın her yerinde vardı. Osmanlı tarım kültürünü yok etmiş. Tarım yapabilmek için peşin vergi uygulaması, ihale kanunları ile Müslüman olmayanlara tarlaları icarlardı, Kapitülasyon garantörlüğünde bu halklar işletilirdi..Sonuç; Osmanlı Devleti kendine şeriat hukukunu temel almış ancak köle vatandaş(özel mülkiyetsiz vatandaş), köle memur ve köle askerlerden oluşan bir devlet sistemi olduğu için şeriat hükmü mükellefi olmayan, hukuken reşit olmayan insanlar hukukundan ibaretti. Bu yüzden şeriat hukukuna göre efendi hukuku olan köle üzerinde sınırsız sayılabilecek tasarruf hakkına sahipti. Monarşi hukuku, despot bir hukuk düzeni ve idari yapı vardı. Fermanlar kelle gidecek korkusu çeken Şeyhülislamlara onaylatılarak Kuran'a aykırı fermanlar Kuran Ayetlerinden daha üstün teokratik hukuk kurallarına dönüştürülürdü.Osmanlı hukukuna bu açıdan bakıldığında ve asırlarca uygulanan fiili durum olduğundan padişah fermanını Kuran Ayetlerinden üstün görme sistemine Allah'a ve Kuran'a isyancı teokratik hukuk sistemi, Nemrud, Firavun yönetimi denir.Hukuk kölelerin efendilerine karşı hak sahibi olmalarını engelleme hukuku idi. Mülkiyet Allah''ındır. Padişah Allah''ın temsilcisi idi. Onun için mülk padişahındı. İnsanlar da padişahın kulu ve kölesiydi.


Şeriat Hukuku: Efendi karşısında kölenin nasıl özgür yapılması, aile ve miras hukuku ile kişi ve varlıkların korunması ve adil paylaşımı, özel mülkiyet teşkili ve özel mülkiyetin korunması, dar gelirli kişilerin sosyal güvenlik tedbirleri ile korunarak köle durumuna düşmelerini engelleyici hukuk kuralları oluşturma esasına dayalıydı.
Osmanlı Devleti kapitülasyonlar yüzünden çok hukuklu devlet olmuştur. Fatih yıllık 16.000 altın karşılığı Venedik Cumhuriyeti'ne Katolik Hıristiyanlarını koruma ve yargı düzenini kurma hakkı vermiş. Osmanlı Padişahınının egemenliği devletler hukukuna göre sınırlanmıştır.
Osmanlı hukuk düzeni devletler hukukuna tabi bir kurumsal yapıya sahipti. Padişahı devletler hukukuna aykırı davranan kişi olarak gösteren ister hâkim, ister sadrazam, ister kaptanıderya, ister şeyhülislam, isterse padişahın oğlu olsun vatan haini olarak öldürülürdü. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı Devleti şeriat kanuna tabi devlet olmayıp devletler hukukuna tabi bir devlettir.
Osmanlı köleci mülkiyet sistemi has, zeamet ve tımar olarak şekillenmişti. Bu mülkler padişaha aitti. Sadrazam, vezirler (Başbakan, bakanlar dahi padişahın kölesiydi.) Mülkler işletmek üzere köleye verilirdi. Köle hukuku bu mülk işletenlere uygulanırdı.Türkler köle olmayı ret ettiği ve II. Murat'tan itibaren Türkler ve Müslümanların asker ve idareci olarak tercih edilmemesi, Hıristiyan çocuklarından toplanan devşirmelerin tercih edilmesi.Türkleri Yörük göçebe çadırlarda yaşayan halk durumunda kalmaya zorladı.Yörüklük Türkleri, diğer göçebe Müslümanları bir yargı alanı egemenliğinden kurtarıyordu. Bunlar üzerinde yargı egemeliği yoktu. Cezalandırma işlemi padişah fermanı ve seferler/savaşla gerçekleştiriliyordu.

Osmanlı Devleti egemenlik sahasından çıkıp şeriat hukuku egemenlik sahasına giren mülkler vakıf mülkleri idi. Bu mülkler padişaha değil Allah'a ait mülklerdi. Vakıf Hukukunu Kabe'nin yapılışı ve idare sistemini oluşturan Hz. İbrahim zamanına, Hz Süleyman zamanına,  dayandıran bilim insanları mevcuttur.

Şeriat kanun demektir. Şeriat hukuku islam hukuku olup Ku'ran ve sünnete göre oluşturulan hukuk kurallarıdır. Özel mülkiyet esaslı, devlet hazinesi ve devlete millete sosyal güvenlik tedbirlerini zorunlu kılan mülkiyettir. Osmanlıda vakıf mülklerini idare edenler İslam hukukuna ait şeri(yargı) hükümlerine tabi idi.

VAKIFLARIN ÖZELLİKLERİ:
Osmanlı devletinde mülkiyet padişahındır. Özel mülkiyet hakkı yoktur. Özgür yaşamak için ise iktisadi güce ihtiyaç vardır. Sadrazamlar ve vezirler, tüm idari ve askeri personel hatta vatandaş hukuken padişahın kölesidir. Bu durum idari, ilmi, dini tarikat sınıfını vakıf kurarak padişah otoritesinden, vergi mükellefiyetinden hatta askerlik mükellefiyetinden kurtarıyordu. Vakıflar kurulduğu andan itibaren vakıf mülkleri Allah'ın mülkü olmakta padişahın bu mülk üzerindeki tasarruf hakkı ortadan kalkmaktaydı. Padişah tarafından bakıldığında ise padişaha ve padişah fermanlarından kurtulmak özel mülkiyete sahip olmak, vergi vermekten kaçınmak için oluşturulmuş kanunlara karşı bir kötü hiledir. Vakıf kurma padişahın egemenlik haklarını sınırlamadır.
Bayanların da vakıf yoluyla mülkiyet gücüne, iktisadi gelire sahip olması mümkündü. Vakıf mülklerini anlamak, vakıfların kuruluş ve doğuş sebeplerini anlamakla olur. Vakıf mülkiyeti Allah'a ait mülkiyettir. Krallıkların zorbalıkla özel mülkiyetleri almasını engellemek için oluşturulmuş bir mülkiyet şeklidir.
Osmanlı Devleti köleci devlet olduğu ve özel mülkiyete izin vermediği için diğer medeniyetlerden daha çok vakıf özgürlük, iktisadi güç arayışındaki insanlar tarafından kurulmuştur.
Vakıflar Osmanlı Devleti'nin egemenlik haklarını sınırlayan bir uygulamaydı. Hıristiyan halk tarafından da vakıflar kuruluyordu. Fatih zamanında İstanbul'daki Venedik Balyos'u(konsolosu) Kanuni zamanında Fransa kapitülasyonla Katolik hem Hıristiyanların vakıflarını hem de canlarını koruma hakkına sahipti.
Rusya 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile Ortodoks Hristiyan kurduğu vakıflar üzerinde egemenlik hakkı olmadığını kabul etmiştir. Ortodoks Hıristiyanların can ve vakıf mallarının güvenliğini sağlama görevi Rusya tarafından üstlenilmiştir.

Hristiyanların kurduğu vakıflar ile Müslümanların kurduğu vakıflar arasındaki fark; Hıristiyan Katolik vakıfları Katolik Papa varlığına aitti. Ortodoks vakıfları kiliseleri Roma Kralına aitti. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethi ile Rus İvan Ortodoksların imparatoru halifesi olduğunu iddia etti. Korkunç İvan Roma Kralı soyundan bir kızla evlenerek ve Papanın taç giydirmesi ile Ortodoks Hıristiyanların hem imparatoru her biri vakıf olan kiliselerin mülkiyet sahibi olmuştur. 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile Osmanlı Devletine devletler hukukuna göre kabul ettirmiştir.
Vakıf olan kiliseler ruhban sınıfı oluşturuyordu. Merkezi otoriteye papaya bağlı görevli statüsünde idi.
Müslüman vakıfları ruhban sınıfı oluştursa da hiyerarşik kilise örgütlenmesine benzer bir yapı oluşturmuyordu. Hıristiyan vakıfları Müslüman vakıflarına göre daha az özgürlük getiriyordu. Merkezi kilise örgütü sultanın yerine geçiyordu.
Müslümanların kurduğu vakıfları ve onları kuranların veraset sahiplerin canlarını ve mallarını Osmanlı padişah ve idarecilerinden koruyacak bir başka İslam Devleti yoktu. 1828 yılında Yeniçeri Sisteminin kaldırılması ile Namık Kemaller döneminde özel mülkiyet talepleri, can ve mal güvenliği garantisi padişahtan istendi. 1856 yılından itibaren tımar toprakları tımar sahiplerine isyanlarını önlemek için özel mülkiyet olarak verilmeye başlandı. Vakıflar özel mülkiyet hakkının verilmesi ile önemini yitirdi. Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması ve zorunlu eğitim sisteminin kurulup devlet tarafından üstlenilmesi ile vakıfların hayatımızdaki etkisi hissedilmez oldu.
Atatürk'ün Toprak Reformu Kanunu ile topraksız vatandaş bırakılmayacak diyerek halkı özel mülkiyet sahibi yapması vakıfları sahipsiz bıraktı. İnsanlar vakıf mallarını bakmaz oldu. Vakıflar virane olmaya başladı. Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre; Osmanlı ve Selçuklu Döneminden günümüze intikal etmiş ancak yöneticisi kalmamış vakıf sayısı 41.750 adettir.
5 Haziran 1935'te çıkan bir kanunla “Vakıflar Genel Müdürlüğü" kuruldu. Ülkemizdeki vakıfların hepsinin yönetimi, bu teşkilata verildi. Günümüzde vakıflar Türkiye'de devlet mülkiyetidir.
1935 yılından itibaren vakıf malları virane olmaktan kurtulup imar ve hizmet sunmaya tekrar başladı.
VAKIF:
Bir hizmetin sürüp gidebilmesi için, kişilerin kendi istekleriyle bağışladıkları para ve mülklere “ Vakıf" denir. Bağışlanan mülklerin, eserlerin geleceğe sağlıklı kalabilmeleri korunmalarına bağlıdır. Geçmişin geleceğe taşınması ve yaşatılması vakıfların görevi arasındadır.
İnsanlar arasında sosyal dayanışmanın sağlanması, yardımlaşmak, birbirine destek olmak, acı ve mutlu günleri paylaşmak, sevgi ve saygı tohumlarını atabilmek için fertler arasındaki ilişkilerin iyi olması gerekir.
Vakfın tarihçesi çok eskilere dayanır. Dinimiz yardımlaşmayı ve ihtiyacı olanlara destek olmayı dini temeli saymıştır. Vakıflar Osmanlılar zamanında daha da yaygınlaşmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da etkinliğini aynı ölçüde sürdürmüştür. 5 Haziran 1935'te çıkan bir kanunla “Vakıflar Genel Müdürlüğü" kuruldu. Ülkemizdeki vakıfların hepsinin yönetimi, bu teşkilata verildi.
Vakıflar eğitime, öğretime, belediyelere, sağlık işlerine, yoksullara hizmet ederler. Vakıf tarafından yardım alan kişilerin adları, kurum tarafından açıklanmaz.
Ülkemizin sosyal, ekonomik, kültürel ve yurt savunmasında vakıfların yardımlar büyüktür. Bu kadar güzel bir hizmetin sürekliliğini sağlamak hepimizin görevidir. Vakıflara yardım ederek gelirlerini çoğaltmak ve çalışmalarını desteklememiz gerekir.
Vakıfların toplumsal yaşamımızdaki hizmetlerini şöyle sıralayabiliriz.
1. Dini hizmetler
2. Sağlık hizmetleri
3. Eğitim ve öğretim hizmetleri
4. Aş evi hizmetleri
5. Sosyal hizmetler
6. Sanat ve kültür hizmetleri.
7. Para yardımı
8. Milli savunma hizmetleri
9. İktisadi hizmetler.
10. Ulaştırma hizmeti
11. Spor hizmetleri
İnsanlardaki yardım duygusunu geliştirmek, dayanışmanın önemini anlatmak ve insanların gönül zenginliğine ulaşmasına yardımcı olmak amacı ile 1985 yılından beri “Vakıf Haftası" kutlanmaktadır.
Ülkemizde vakıf mülkiyeti 1935 yılından beri devlete aittir. Devlet tarafından tüm vakıf mülkleri idare edilmektedir. İlk kuruluş amacından tamamen farklı bir yapıdadır.
Abdullah Bedeloğlu

 
Toplam blog
: 152
: 2363
Kayıt tarihi
: 13.01.10
 
 

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yü..