Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Nisan '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Otostopçunun Kuzey İsrail Rehberi

Otostopçunun Kuzey İsrail Rehberi
 

Yehudiya Milli Parkı içindeki Hexagon Pool...


Üçüncü Bölüm

Majdal Shams’dan çıktıktan kısa bir süre sonra, karnımızın acıktığını farkettik. Öğle yemeği saati çoktan geçmişti. Biraz daha sabredip, Belçika’lıların tavsiye ettikleri lokantayı bulduk. Kendi üretimleri olan cins cins keçi peynirleri, hem çok lezzetliydi, hem de ara öğün olarak ideal boyutlardaydı. Yemeğimizi bitirince, biraz dinlenip, bir sonraki adımımızı planladık. Kocam, hazır buralara kadar gelmişken, 1967 ve 1973 savaşlarında yerle bir olana dek Suriye’nin Golan Bölgesi’ndeki en önemli yerleşim birimi olan Kuneitra’yı görmek istiyordu.

“Suriye tarafına geçemeyeceğimize göre, nesini göreceksin Kuneitra’nın?” diye sordum.
“Hemen şehrin karşısında bir gözlem noktası var, buradan çok uzakta değil.” dedi.
“Orada kimse yaşamıyor ki.” dedim. “Uzaktan hayalet bir şehre bakacağız.”
“Olsun.” dedi kocam, ve mantıksız birşey istediği zamanlarda hep yaptığı gibi eğilip beni öptü.

Arabaya atlayıp, Kuneitra gözlem noktasına vardık. Şehrin ne kadar büyük olduğunu görünce şaşırdım. Çok uzakta olduğumuz için, çıplak gözle ayrıntı görmemiz mümkün değildi. Kuneitra ile aramızda, göz alabildiğine geniş bir ova, ovada da rengârenk, işlenmiş tarlalarla, Birleşmiş Milletler vardı. Bir süre orada oturup, önümüzdeki garip manzarayı seyrettik. “Aha işte, karşısı Suriye.” diye düşündüm. “Daha ne kadar gider ki böyle?”

Kuneitra’yı hayaletlerine bırakıp, Masada üzerinden otelimize dönmek üzere yola çıktık.

“Bu göl ne gölü?” diye sordum kocama, yanıbaşımızda bitiveren gölün yerini haritada tespit etmeye çalışarak.
“Bir dakika.” deyip, kenara çekti kocam. Haritayı elimden aldı. Birkaç saniye sonra, “Ram Gölü.” dedi.

Kısa bir duraklamadan sonra, ikimiz de aynı anda kahkahayı bastık.

“İsrail’de, Ram Gölü kıyısında Rammstein dinliyoruz.” diye kıkırdadı kocam, müziğin sesini daha da açarak.
“Hayat ne tuhaf.” dedim gülerek. Sesim gürültüde kaybolup gitti.

Nihayet otele vardığımızda, otoparkın hıncahınç dolu olduğunu görüp, şaşırdık. Dışarıda bulduğumuz boş bir yere park ettik. Lobiye doğru yürürken, orta yaşlı, hatta biraz da geçkince bir grubun oteli ele geçirdiğini gördük. Ya bir toplantı, ya da düğün-dernek gibi birşeyler olacağı belliydi. Odamızda biraz dinlenip, kendimize çeki düzen verdikten sonra, yemekten önce birer bira içmek için bahçede bir masaya oturduk ve etrafı izlemeye koyulduk. Grupta sürekli bir hareket vardı. Kısa bir süre sonra, teknisyen oldukları anlaşılan birkaç kişi, lobinin bir köşesinde hazırlıklara başladılar. Birkaç dakika içinde, mikrofon ve ritm kutusu fişe takılmış, projeksiyon ekranına kartpostal manzaraları yansıtılmış, dinleyicilerin oturacağı sandalyeler sıra sıra dizilmişti. Nihayet parlak gömlekli piyanist-şantör, ritm kutusundan gelen konserve “dıpdıdı dıptıs”lar eşliğinde programına başladı. Dinleyiciler, projeksiyon ekranına yansıtılan şarkı sözlerini takip ederek “karaoke yapıyor”, kimi ayakta, kimi oturduğu sandalyede sağa sola sallanıyorlardı. Kocama eğlence çıkmıştı;

“İçeri girelim, yakından bakalım. Lütfen.” diye koluma asıldı.
“Camdan herşeyi görüyoruz zaten.” dedim gülerek.
“Bak bak, şu yaşlı teyze kendi kendine dans ediyor.”
“Sen içeri gidip, dansa kaldırsana onu. Eminim sana hayır demeyecektir. Hem de gecenin yıldızı sen olursun. Haydi.”
“Olmaz.”
“Niye? Herkes birileri dansa kalksın diye bekliyor zaten. Açılışı sen yap.”
“Yok, olmaz.”
“İyi, otur o zaman benimle burada.”

Biralarımız bitince kalkıp, lobideki bara gittik. Parti gittikçe hızlanıyordu. Güzel, tok sesli şantörün söylediği İbranice şarkılardan bazılarını, çocukluğumdan ve Türkçe sözlerle tanıdığımı farkedince, kendi kendime güldüm. Aklıma, yine çocukluğumdan kalma bir reklâm sloganı düştü:

“Yok aslında birbirimizden farkımız...”

Eğlenceyi bırakıp yemeğe gitmek istemediğimizden, kocamla arada ısmarladığımız devasa bir tostu paylaştık. Masamıza getirilen kâğıttan Amerikan servislerin üzerinde, Hagoshrim’in tarihçesi ile ilgili bilgiler vardı. Kibbutzun, 1940’larda Türkiye’den gelen bir grup tarafından kurulduğunu öğrenince, çok şaşırdık.

Akşam, geceye dönerken, canlı müzik sona erdi. Biz de yavaş yavaş içkilerimizi bitirip, ardından gidip yattık.

Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra toparlanıp, hesabımızı kapattık. Yola çıkmadan önce, daha önce gezme fırsatı bulamadığımız kibbutza bir göz atmak istiyorduk. Önce sanat galerisine uğradık ve kısa bir muhabbetten sonra, galerinin sahibi olan ressam teyzeden bir resim aldık. Ardından birkaç istisna haricinde genellikle çiftlik hayvanlarından oluşan minik hayvanat bahçesine gittik. Orada bendenizi bir sürpriz bekliyordu.

“Baykuş! Hem de turuncu misket gözlü olanından!” diye bağırarak, önümdeki kafesin tellerine yapıştım.
“Gördüm.” dedi kocam, “Bak bir tanesi de aşağıda uyuyor.”

Uyanık olan baykuş, turuncu gözlerini kocaman açmış, “Hayrola?” dercesine komik bir ifadeyle bana bakıyordu. Kafesin önünde çakılıp kalmıştım. Bir süre sonra kocam;

“Eh, yeter artık, hadi.” dedi.
“Gitmeyeceğim, gitmeyeceğim ben, dönmeyeceğim Tel Aviv’e, banane, banane...”
“Tamam, sen kal burada, ben gidiyorum.”

Etrafımda şımarabileceğim kimse kalmayınca, mecburen güzel baykuşlarıma veda ederek, kocamın peşi sıra arabaya gittim.

Artık Hagoshrim’den ayrılma vaktimiz gelmişti.

Dönüş yolunda, Ürdün Nehri’ni takip ederek güneye doğru ilerlerken, yolumuzun üzerinde bulunan Gadot mevkiinde bir mola verdik. Burada, ovaya tamamen hakim bir tepedeki gözlem noktasında, bir anıt-park var. Sesli rehberden, bölgedeki kibbutzun, Suriye bombardımanı altında nasıl defalarca yok edilip, yeniden kurulduğu ve Yom Kippur Savaşı sırasında İsrail birlikleri tarafından nasıl kurtarıldığıyla ilgili hikâyeyi dinledikten sonra, parkın geri kalanını dolaşıp, tekrar yola koyulduk.

Galile Gölü’ne iyice yaklaştığımız bir sırada, yolun kenarında “Hexagon Pool” diye bir işaret gördük. Tahmin edebileceğiniz gibi, bir mola da orada verdik. Yehudiya Milli Parkı içinde bulunan ve kenarlarını çevreleyen altıgen şekilli bazalt sütunlar nedeniyle “Hexagon Pool” adıyla anılan gölcüğü görmek için, yine tam öğlen vakti ve yine popolarımızdan ter damlayarak, zorlu bir doğa yürüyüşü yaptık. Göle vardığımızda yüzmeyi hayal ediyorduk, ancak su kahverengi ve bulanık olduğundan girmekten vazgeçtik. Yine de o kadar yolu geldiğimize değmiş, bu ilginç kaya formasyonlarını yakından görme şansımız olmuştu. Bir süre dinlendikten sonra, geri dönüş yoluna koyulduk. Her zamanki gibi çıkış, inişten çok daha zor oldu. Otoparka vardığımızda, sıcaktan bayılmak üzereydik. Hemen soğuk birşeyler alıp, kendimizi gölgeye attık.

“Üç günde bu kadar aktivite yeter herhalde.” dedi kocam.
“Artık sağda solda takılmadan, eve dönsek iyi olacak.” dedim.

Galile Gölünün doğu kıyısından dolaşarak, Afula yolu üzerinden Akdeniz’e ulaştık ve yoğun trafikle beraber akarak, akşam saatlerinde nihayet evimize vardık.

Herşey bıraktığımız gibiydi.

Son bir gayretle birer banyo yapıp, televizyon karşısındaki kanepelerimize uzandığımızda, bu küçük kaçamağın ikimize de iyi geldiğini düşündüm.

“Mariya-Konçita?”
“Efendim Luiz-Alberto?”
“Ne iyi ettik de gittik, değil mi?”
“Evet.”
“Mariya-Konçita?
“Hı?”
“Hooooooorrrrrrrrzzzzzzzz...”
“Hah, lafı ağzımdan aldınnnzzzzzz...”


(Bitti.)

 

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..