Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Şubat '11

 
Kategori
Öykü
 

Rısto

İnsan oğlunun tüm zincirlerinden 

kurtulmasını ve salt özgürlüğe 

kavuşmasını sağlayan konum,  

delilik değil midir? 

Desiderius ERASMUS (Deliliğe övgü) 

Ayağına bol gelen ‘cizlavat’ marka soğukkuyu ayakkabılarını yerde sürüyüp, etraftan duyulacak şekilde ve başkalarını rahatsız edecek kadar ses çıkartarak, kan ter içinde, taşlarla örülmüş olan geniş Cami avlusunun yanına geldi. Durup dikeldiği yerde, sırtını duvara dayayarak yavaş yavaş yere doğru kaydı ve kıçının toprakla olan temas noktasını bulduğundan emin olduğu zaman, bu önemli bölgesini emniyete aldığı toprakta, ayaklarını genişçe yayarak oturdu. Bir hayli yorulmuş, aynı zamanda terlemişti de. Üstüne üstlük karnı da alarm verip, zil çalıyordu. Kimi kimsesi yoktu, koca dünyada yek başınaydı. Onca insanın içinde Robinson Crouse’den dahi daha yalnızdı ki, onun çıtı pıtı seken ceylanları, rengarenk kuşları, derme çatma bir kulübesi ve daha pek çok şeyi vardı. Oysa O, yılın yaklaşık sekiz ayını dışarıda geçirir, nerede akşam orada sabah deyip, bazen bir duvar dibinde, kimi zaman da boş bulduğu kuytu bir yerde yatardı. Kışları ise geceyi o gün kendisine kim acıyıp merhamet göstermişse, genelde de o evin tandır damında geçirirdi. 

Kimin kapısını çalabilirdi. Her gün on tane kapıyı çalıp, yiyecek bir şeyler istiyordu. Bütün köylülerde ona ellerinden geldiğince bir şeyler vermeye çalışıyordu. Kime gideyim derken, hem düşünüyor hem de bu arada boş kalmadan; kalın işaret parmağını geniş burun deliklerine koyup, sağlı sollu karıştırıyordu. Bir hayli ak düşmüş olan sakalları iyice uzamış, elbiseleri yırtık pırtık ve kir pas içindeydi. Kaşları oldukça gür ve uzun, burnunun geniş çehresindeki asaleti de gözden kaçmıyordu. Bu burun tüm haşmetiyle adeta “ey ahali” bakın ben buradayım diyordu. Bacakları, kolları ve yüzü alabildiğine kıllıydı. Bu haliyle tam bir kıl yığınını andırıyordu. Göğsünden, kollarından ve yaşlanmaya iyice yüz tutmuş olan suratından, kıllar adeta fışkırıyordu. Orta boylu ama eski toprak olduğundan, değil kırağının, kendisini tipi ve boranın da çalacağı yoktu. Dimdik ayakta duruyor, gücü ve kuvvetinden hiç bir şey kaybetmemiş kendisi ile göz göze gelen herkese sanki kendisini iyi hisseden bir kişinin, karşısındaki tarafından da iyi olduğu intibasını vereceği savını doğrular gibi, bunu en iyi şekilde karşısındakine lanse etmesini başarıyordu. 

Bu ihtiyarın adı namı diyar Rısto’ydu. Tam da köyün meşhur delisi demeye insanın dili varmıyor, böyle bir betimleme doğru olmayabilir, böylesi bir ölçüm veya mihenk taşı olmadığı için, belki de akıllı olan oydu. 

Uzun uzadıya düşündükten sonra fazla uzağa gitmeyi kendisinde göremedi, iyisi mi caminin yakınında bulunan Şamlı’nın evine gitmekti. Bir elini yere bastırarak güçlükle ayağa kalktı. Ayaklarını sürüye sürüye evin önüne geldi. Şamlı ve karısı Pullu tandır damında oturmuşlar, kendi hallerinde çaylarını yudumlayıp, öğle olduğu için de Allah ne verdiyse onu yemekle meşguldüler. Allah Baba o gün Pullu’ya çay yapmasını ve yanında da yemeleri için ‘Nani sorkiri – Kızarmış ekmek’yapmasını sağlık vermişti. Şamlı ve pullu yere bağdaş kurmuş halde, her ikisi de iyiden iyiye çıkmış olan kamburlarını daha bir belirgin hale getirip, ortalarına koydukları ‘tepur’ denilen, üzerinde çeşitli çiçeklerin ve kabarık tüylü bir kaç tavus kuşundan oluşan motiflerin işlendiği, bir kuzu postu karşılığında Çankırılı Çingene Zarife’den aldıkları eleği, bu işlemeli bakır sininin altına koymuşlar ve dizlerini de, karşılıklı olarak bir kenarı yanmış olan sofra bezinin altına gizlemişlerdi. 

Gerek Şamlı’nın gerekse karısı Pullu’nun yaşı bir hayli ilerlemiş, bir yerde yaş yetmiş iş bitmişti. Fakat tüm bu olumsuzluğa rağmen, yine de kendi ayakları üzerinde durmaya çalışıyorlar, kimseye yük olmadan, hayatlarında hiç bir heyecanı yaşamadan günlerini gün etmeye çalışıyorlardı. Oğulları Heyder köyde pek kalmıyordu. Genelde Ankara veya çevre ilçelere gidip, çalışıyordu. Şamlı yanından eksik etmediği, iyice eskiyip kırılmak üzere olan bastonu artık kendisinin vazgeçilmez bir aksesuarı olarak kabullenerek, hayatını Pullu’dan sonra onunla da birleştirmiş, Şamlı, Pullu ve baston tam bir trio oluşturmuşlardı. Pekte uzun olmayan ak sakalıyla Şamlı çatık ve gür kaşları ile insana hiç kızgın olmadığı halde, çok sert, keskin ve derinlemesine bakardı. Bu kısa boylu adam sanki Camili Köyü’nün Mahatma Gandi’siydi. Fiziksel olarak birbirlerini çok andıran bu iki insan arasında elbette felsefi, manevi ve düşünce bazında benzerlikler söz konusu değildi. Mahatma Gandi altına giydiği tumanın üstüne her gün temizce yıkanıp, ütülenmiş olan dört metre uzunluğundaki bir bezi vücuduna karmaşık bir şekilde dolarken, Şamlı genişçe bir şalvar giyer, üstüne beyaz zemin üstüne sarı renkte motiflerle işlenmiş bir kuşak bağlar, ayrıca bir mintan ve onun üzerine de dokuz düğmeli bir yelek giyip, sol cebinde de köy muhtarı büyük oğlu Qefer’in hediyesi Devlet Demir Yolları markalı, arka kapağında tren resmi kabartmalı, köstekli saatini bastonundan sonra ikinci bir aksesuar olarak bulundururdu. 

Şamlı’nın sırtı tandır damının kapısina dönük olduğu için üstüne düşen Rısto’nun gölgesini hala keskin gören gözleri hemen fark edip, irkilirken Pullu da sessizce iyice kırışmış olan yuvarlak yüzünü daha da buruşturarak, feri kaçmış gözleriyle Rısto’ya bakıyordu. Şamlı ani bir hareketle dönüp, gelenin Rısto olduğunu görünce istifini fazla bozmadan: 

“Oo, Rısto tü yi? Veri runi, Pulye nane sorkiri çekır, zike te birçiye? – Oo, Rısto sen misin? Gel otur, Pullu ekmek kızarttı, karnın aç mı? 

Rısto olduğu yerde dikelip, biraz ileri doğru sallanıp, mırıldanan bir sesle, sakal yığının arasında ki ağzını açarak zor anlaşılır bir sesle: 

“Ere, ere valle ez pır birçi bum. Ez pır birçi bum… - Evet, evet ben çok açıktım. Ben çok acıktım.” 

Bunun üzerine Pullu hemen alarm çalmış gibi yerinden kalkıp, tandırın köşesinde bulunan kuru yufka yığınından iki tanesini alıp, küçük bir tasa doldurduğu suya bütün bir elini koyarak, elini ıslatıp ustalıkla kuru yufka ekmeklerin üstüne serperek, onların önce yumuşamasını sağladı. Ardından yumuşamak üzere olan ekmekleri katlayıp, bir taraftan da tavada ısınıp, çevreye nefis bir koku saçan kızgın tereyağına sırayla koyup, cosssss diye bir sesin ardından bir tarafı kızaran ekmeği çevirip, diğer tarafını da kızarttı. Tereyağında iyice kızaran ekmekleri bir tabağa koyup, Rısto’ya ürkek bir edayla sunan Pullu, ardından büyük bir bardağa tavşan kani bir çay doldurup, Rısto’ya verdi. Rısto önce çay bardağına uzun uzadıya ardından da kendisini izlemekte olan Pullu’ya baktı. Biraz hiddetli bir sesle: 

“Na ew çiyi? Ez bardağe pıçûk dixwazım. – Hayır bu dane? Ben küçük bardak istiyorum”. 

Paniğe kapılıp telaşlanan Pullu, hemen küçük bir bardak bulup, yeniden tavşan kanı çayından doldurup, Rısto’nun önüne sürdü. Rısto, başını hu çeker gibi sallayıp: 

“Aha va ya rınde… rınde…. – Aha bu iyidir… iyi” 

diyerek küçük bardağı kabullendi. 

Rısto iştahla girişip, kızarmış ekmekleri götürü usulu almış gibi, kaşla göz arasında silip, süpürdü. Aslında karnı iyice doymuş olmasına rağmen, olur ya kıyıda köşede belki başka bir şeyler vardır diye yan gözlerle baktıysa da bu gözler umduğunu bulamazken, Pullu’nun gözleri de “Hadii çek arabanı” der gibiydi. Rısto hiç aldırmadan yine güçlü kuvvetli kendisinden beklenilmeyen bir performansla, ayağa kalkıp, kapıya yöneldi. Cızlavatlarını sürüyüp, Şamlı’dan müsaade istemeden dışarı çıktı. 

Dışarıda hava bayağı güzeldi. Mevsim sonbahara merdiven dayamak üzereydi. Lakin etrafta tek ağaç olmadığından bunu ispatlayıp, Rısto’nun bol soğuk kuyularına dolanabilecek sararıp solmuş, diğer diyarlarda insanların ağaç yaprağı dedikleri bir nesne yoktu. Köylüler yaklaşan sonbaharla birlikte tarlalarını yeniden ekip, umut dolu bir yılı yeniden başlatma hazırlığı içindeydiler. 

Rısto kendisini fazla yormadan, tekrar kendisini güvende hissettiği limanına, yani Allah’ın evinin yanında buldu. Burada kimse kendisine yanaşıp, bir şey demiyor, çocuklar burada olduğu zaman onu taşlamıyorlardı. Sabah oturduğu yere gidip, yine aynı tarzda oturdu. Cebinden bir kağıt ve kalem çıkarıp, kağıda kargacık burgacık bir resim çizmeye başladı. Kara kalem çizdiği resim gittikçe berraklaşıp, edalı bir kadın halini alıyordu. Risto’nun bu yönünü hiç kimse bilmiyordu. Herkes onu sokak insanı perişan, kirli paslı bir deli olarak biliyordu. Oysa Dünyadaki tüm önemli köşe taşları sanatçılara, yazarlara, şairlere ve de ressamlara bakıldığında bunlardan pek çoğunun az çok kaçık olduğunu hiç kimse yadsımayacaktır. Sanat olayı derin duygu işiydi, bu da Rısto’da yeterince mevcuttu. Rısto gizliden ancak kara kalem resimler çizme olanağına sahipti. Oradan buradan bulup buluşturduğu kağıtlara Allah vergisi olan tüm yeteneğini ortaya koyarak müthiş güzellikte resimler çizedururdu. Zaten az buçuk çatlaklık olmazsa bunu da yapamazdı. Allah korusun çocukluğunda birileri elinden tutsa, olanaklar yaratsa ve onun eğitimini üstlenip, güzel sanatlar akademisine ve mastırlar için yurt dışına göndermiş olsa, Camili Köyü’nün de bir Van Goch’u, Gaugin, Monet, Rembrand, Dalli ve diğer kaçık ressamlar gibi bir ressamı olacak ve Camili böylesi bir köy olarak kalmayacak, belki de dünyanın göz bebeği olacaktı. Sürekli fırsatlar kaçıran Camili Köyü, böylelikle bu değerinin de elinden tutmadığından ne kadar büyük bir fırsatı daha kaçırmış olduğunun farkında değildi. 

Rısto da Hollanda’nın ünlü ressamı Van Goch gibi hayattayken hiç kimse tarafından ciddiye alınmıyordu. Van Goch’un yaptığı resimlere de hiç ama hiç kimse dönüp bakmadı bile. Van Goch’ta öldükten sonra badem gözlü olanlardandı, hem de ne badem. Tüm yaşamı boyunca her biri bir servet karşılığında olan ve bugün paha biçilemeyen yüzlerce eser ortaya koydu ve hayatta iken onlardan sadece bir tanesini satabildi. Ağabeyi Thoe van Gogh tarafından sürekli finanse edildi. Sağ olsunlar Camili’ler de Rısto’yu finanse edemedilerse de, bir yandan teneke bağladılar, diğer yandan da ölülerinin hayrına karnını doyurmamazlık etmediler. Oldukça büyük bir hümanist, müthiş bir ressam olmasına rağmen diğer pek çok meslektaşı ve Camili’nin Risto’su gibi Van Gogh’da biraz kaçıktı. Bilindiği gibi Dünyanın bu en büyük ressamı Van Goch, günlerden bir gün bir genel ev kadınına aşık olur, kadın onun kulaklarını çok sevdiğini söyler. Ertesi gün Van Goch kulaklarını kesip, hediye paketi yapıp, sevdiğinin kapısını çalar.Bizim Rısto’ ya ne kimseler aşık oldu, ne de elinden tutan oldu. Aşık olan olsaydı ve beğenilecek bir tarafı olsaydı, o da kendisine göre kesip paketleyecek bir şeyler bulurdu elbet. O hep köyün Rısto’su olarak kaldı. Bir insanın perişanlığı, dağınıklığı, üstünün başının istenilenin biraz altında olduğu zaman, o insan anında Rısto’ya benzetilirdi. Zamanla bu bir deyim halini aldı ve günümüzde dahi hala bu deyim sık sık kullanılır oldu. Rısto da kendince ardında bir değer bırakarak gitti. Birisine“Rısto gibi olmuşsun” dendiğinde, jeton hemen düşer ve mesaj yerini bulur. O kişi aceleyle kılık ve kıyafetinin alaboralığını anımsar ve gidip, bu konuda gerekli düzeltmeyi yapar. 

Risto bir iki resim daha çizdikten sonra karanlığın ve karnının acıkmasının bastırmış olduğunu hissederken, aniden beklenmedik bir rüzgar esmeye başladı. Çok geçmeden gök gürültüsü ve ardından inanılmaz bir anilikle bardaktan boşanırcasına bir yağmur bastırdı. Rısto aceleci adımlarla bu defa Caminin az ilerisindeki tepede dimdik ayakta Anavarza’daki Yılan Kalesi gibi duran Deno’nun evinin yolunu tutmuştu. Deno’da köyde maddi durumu pek iyi olmayan kendi halinde yaşayıp giden birisiydi. En büyük zevki kötü konuştuğu halde ara sıra durup dururken, karısı Makbule ve dört yaşlarındaki kızları Yurdanur ile Türkçe konuşmaktı. Türkçe ile ilk kez gençliğinde Avanos kasabasında gidip çalıştığı kiremit fabrikasında yüz yüze gelmişti. O gün bugündür, Ziya Gökalp’ten bile daha Türkçü olmuş ve Türkçe konuşmak en büyük hobisi haline gelmişti. Tipi halinde yağmurun yağmasıyla yüksekte bulunan evinin tüm kapı ve pencereleri çarpmaya başladı. Böylesi telaşlı bir durumda bile Türkçe konuşma hobisinden ödün vermeyen Deno: 

“Koşun lo loo, koşun bakın evrler teq teq ediyor, camler şek şek ediyor” 

diye bağırıyordu. Deno bağıradururken kapıya iyice yanaşmış olan Rısto, Deno’nun neden bağırıp çağırdığına bir izah getiremeden, hızla kapıya vurunca, kapı da ewrler (gökyüzü) misali daha bir “teq teq” etmeye başladı. 

Rısto genelde fakirlerin evine gidip, bir şeyler yemeye çalışıyordu. Çünkü fakirler daha bir gönlü bol oluyorlardı. Yoksulların evlerinde kendisini daha rahat hissediyor, kendisi ile bu evlerde daha az alay ediliyor ve pek horlanmıyordu da. O nedenle maddi durumları iyi, ama gönlü dar olan varlıklıların evlerine, ancak mevlitlerde, düğünlerde ve askere gidenlere verilen davet yemeklerinde, o da beraber gidiyordu. 

Deno’nun karısı Maşike o gün ne yemek yapacağını uzun uzun düşünmüş; “pırşung” mu yoksa “dew şewiti – ağız yandı” mı yapmakta zor karar kılmış, sonuçta dew şewitide aklının diğer köşesinin tüm diretmelerine rağmen kesin kararını vermişti. Yağmur tam yağmaya başlamıştı ki sofrayı serdi, dew şewitiyi getirip, sofranın ortasına indirdi, aceleyle kızı Yurdanur’a da çok sevdiği “eside – nişasta unundan yapılan şekerli bir bulamaç” den yapıp, kızarttığı tereyağının yarısını pırşungun, diğer yarısını da kızı Yurdanur için yaptığı yemeğin üzerine döktü. 

Üstü başı sırıl sıklam olan Rısto tedirgin adımlarla içeri girerken, Deno’da teq teq ve şek şek eden tüm kapı ve pencerelerini kapatmıştı. Şimşekler bir birini kovalayadururken Deno’nun Malbatı (ailesi) ve Rısto sofraya oturup, karınlarını dewşeviti ile ağızlarını yakmadan bir güzel doyurup, minderlere çekildiler. Deno gümüş tabakasını çıkarıp, önce Rısto’ya sonra da kendisine birer tütün sarıp, bol tükürüklü bir şekilde kağıtları ıslatıp yapıştırdı. Evin içinde, yağmurdan dolayı doluşan rutubet, pırşung, eside ve tütün kokuları birbirine karıştı. Sofrayı acele ile toplayan Maşike diğer odaya giderken, Deno da Rısto’ya hal hatır sorup, bu arada sönen Rısto’nun sigarasını muhtar çakmağı ile ikinci defa yakıyordu. İçilen demli çayların ardından, dışarıda hala yağmur devam ettiği için, Rısto geceyi Deno’nun tandır damında serilen bir çulun üstünde geçirdi. 

Rısto ertesi gün erkenden uyandı. Deno’nun karısı Maşike bir bezin arasına bir avuç kesme şekerini koyup, dışarıda yatmakta olan köpekleri Duman’ın yanı başındaki taşı aldı ve bezi iyice döverek içindeki şekeri toz haline getirdi. Bezin arasından aldığı toz şekeri bir yufka ekmeğinin içine serpip, dürüm yaptıktan sonra, Rısto’nun eline tutuşturdu. Rısto aceleci hareketlerle dürümünü aldı ve hışımla eğik bir şekilde ağzına götürerek, ilk darbesini vurdu. Isıra ısıra minnet yüklü olarak Deno’nun evinden ilerlemiş yaşından beklenmeyecek bir şekilde, adeta uçarcasına uzaklaştı. 

Tepeden paldır küldür inen Rısto, iyisimi “Kenye Jerin” e gidip, bir güzel yıkanayım diye düşündü, çünkü dün akşam, evrler teq teq ederken kendisi de oldukça “şıl şıl – ıslak ıslak” olmuştu. Nasılsa bu saatte çeşmede kimseler olmazdı. Uzun bir yürüyüşten sonra çeşmenin başına gelen Rısto, sabahın bu saatinde iki kadının çeşmenin başında tokaçlarla, kocalarından gördükleri zulmün hıncını yünden çıkartırcasına, pat rap sesleri birbirini takip ederek, yün yıkayıp kışa hazırlık yaptıklarını gördü. Rısto’nun gelmekte olduğunu gören kadınlar, hınç alma işini biraz erteleyerek, onun yıkanacağını bildiklerinden çeşmenin ardına geçip, meydanı Rısto’ya bıraktılar. Kadınların gitmesinin ardından, Rısto kendisini elbiselerini çıkarmadan yüz üstü, büyük bir gürültü ile havuza attı. Havuzda bu halde dakikalarca kalan Rısto’nun ak sakalları tel tel olup, suyun yüzeyinde dağıldı. Su yüzeyinde arta kalan yün artıkları da gelip, Rısto’nun tüm bedeninin üzerine konunca, ortaya korkunç bir manzara çıktı. Çeşmenin havuzunda epeyce oyalandıktan sonra, yavaş yavaş limanının yolunu tuttu. Köyün girişinde Rısto’nun geldiğini gören çocuklar, oyunlarını bırakıp Risto’nun peşine takılarak, bir ağızdan bağırmaya başladılar: 

“Rıstooo, doxun sıstooo, Rıstoo, doxun sıstoo…. Rıstooo, uçkuru gevşekkk…” 

Rısto, aile terbiyesinden yoksun kalmış olan bu çocuklara fazla aldırmamaya bakarak, yoluna devam ederken, çocuklar birleşip bulup buluşturdukları bir kaç tenekeyi onun ardına bağladılar. Ardında tenekelerin çıkarttığı gürültüyle tangur tungur hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam ederken, çocuklar da hala bağırıyorlardı. 

“Rıstooo, doxun sıstooo….” 

Rısto tenekeleri ile gelip yine cami avlusunun duvarına otururken, bu sırada boğaza karşı olan yalısında ayak ayak üstüne atıp, boğazı seyre dalan Fisun Hanım, bir yandan şarabını yudumluyadururken, bir yandan da radyoda yeni bir rock grubunun şarkılarını dinliyordu. 

“Hiç bir şey bilmiyorlar,  

Çünkü bilmek istemiyorlar. 

Hiç bir şey görmüyorlar,  

Çünkü görmek istemiyorlar. 

Şu cahillere bak,  

Dünyanın sahibi onlar. 

Onlardan değilsen,  

Sana zalim derler. 

Onlara aldırma,  

Hayyam dostum. 

Dünyanın sahibi onlar….” 

Ve cami avlusuna geldiğinde dinen çocuk korosu; 

“Rıstooo, doxun sıstooo.” 

Rısto ayaklarını iyice yaymıştı ki, iki eşeğe küfelerle üzüm bindirip getiren, Çerçi Şakir de cami avlusunun dibine geldi. Rısto, Şakir’in geldiğini görünce kendisini acındırarak ona yanaştı. Çerçi Şakir eliyle kafasında terden sırılsıklam olmuş şapkasını çıkarıp, el yordamıyla akça anlını ve yeni yeni kırlaşmaya yüz tutmuş olan saçlarını da arkaya doğru tarayıp, derin bir nefes aldı ve Rısto’ya uzun uzadıya bakakaldı. Şakir bu köye her sonbaharda Kara Ahmeli’den üzüm getirip satıyordu. Kehribar cinsi olan bu üzümler insanın ağzında unutulmaz bir tad bırakıyor, yörede bu üzümlerden ve Kırıkkale’nin Hasan Dede ilçesinde yetiştirilen üzümlerden nefis içimli şaraplar yapılıyordu. Üretim fazlası üzümleride bu yörenin köylülerine getirip, bu nimetlerden kendi kendilerini cezalandırmak suretiyle mahrumiyet yaşayan Kürt köylerine satıyorlardı. Çerçi Şakir, Rısto’nun ardındaki tenekeleri görünce, önce biraz şaşırdıysa da, daha sonra olup biteni ve olayın kurbanının nasıl biri olduğunu hemen anlayıp, tenekeleri çözerek, onu özgürlüğüne kavuşturdu. Tenekelerden azad olan Rısto gidip, çerçinin yakınına oturdu. Çerçi duvar dibine koyduğu üzüm küfelerinden büyükçe bir kara üzüm salkımını Rısto’ya verdi. Çarçabuk üzümün bittiğini görüp hayrete düşen çerçi, pranga balıkları gibi üzümlere dadanacak olan Rısto’ya: 

“Yavaş ye henşeriiim, yavaş. Acelen ne? Nireye yetişecen?” deyince Rısto’da: 

Üzüm küfelerinden birini sık sık burnunu karıştırmak için kullandığı işaret parmağı ile göstererek: 

“Oldu hemşerim, bunu böyle yiyim, diğerini de senin dediğin gibi yerim.” 

deyince, Şakir’in beti benzi tamamen attı. Ne yapacağını şaşıradururken, bir salkım daha verdi. Rısto oldu olacak buna da razıydı. Üzüm salkımını alıp, ayaklarını sürüye sürüye köyün derinliklerine dalmadan önce çerçiyi, eşeklerini, üzüm küfelerinin resmini daha sonra uygun bir zamanında çizmek üzere iyice belleğine yerleştirdi. 

Rısto her ne zaman yalnız kalsa bir şeyler çiziyor, çizerken yaşadığının farkına varıyor ve bu dünyada kendisini buluyordu. Çizdiklerini hiç kimse ile paylaşmıyor, genelde yanlız kaldığı zaman kendisine ilham ve istek gelirken, benliğini bu resimlerin çizgiliri, perspektifleri ve eğrileri arasında kaybediyordu. Yaptığı tüm resimleri önce cebine koyuyor ve daha sonra da zulasına götürüp saklıyordu. 

Rısto köydeki her yemekli davetin, öylesine konu komşuya verilen yemeğin, düzenlenen eğlencenin vazgeçilmez şeref misafiriydi. Köyde yine askere alım zamanı gelip, çatmıştı. Bir sürü genç, hayatlarının en verimli zamanının yaklaşık iki yılını hibe edip, bu zamanı başka bir diyarda, oldukça zor koşullarda, üstüne üstlük sevdiklerinden ayrı kalarak geçirecekti. Uzun zaman ayrı kalacak olan bu gençlerin, köydeki yakınları tarafından gurup halinde yemeğe davet edilmeleri adettendi. Bu adet Allah’tan sadece bir davetle sınırlı kalıyor ve bazı diyarlardaki gibi barbarlık göstergesi olan “en büyük asker bizim asker” şovlarına dönüşmüyordu. Bu gençlerin yüzü suyu hürmetine Rısto da, bu davetlerde yerini alıyor ve hep baş köşeye oturuyordu. 

İç Anadolu Bölgesi Kürtlerinin en büyük handikaplarından biri de yemek kültürlerinin pek gelişmemiş olmasıydı. Zaman darlığından, bazen askere gidecek olan gençler, bir günde altı yedi eve gidip, yemek yeme zorunluluğu ile karşı karşıya kalıyorlardı. Maksat sembolikte olsa son bir kez birlikte olmak ve verilecek yemeğe yine birlikte bir iki kaşık sallamaktı. Her evde yemek yendiğinden, gidilen onca evde bir iki kaşık derken, bol kepçe koca bir öğün yemeği ortaya çıkıyordu. Fakat Rısto bu davetlerde işi bir iki kaşıkla geçiştirmiyor, karnı çok tok olan gençler ev sahibine ayıp olmaması için gizliden, yemeklerini Rısto’ ya veriyorlardı. İşin ilginç tarafı bu davetlerde mübarek kewanilerin hepsinin aynı gün, ala kart menülerini birbirlerinden kopyalamalarıydı. Ne yazıkki var olan yemek versiyonları, kültürleri bu ala kartla sınırlıydı. İşte handikapta, yemek kültürü bağlamında burada başlıyordu. Üç aşamalı olan bu standart menü şu yemeklerden oluşuyordu ve seçme olanağınız yok denecek kadar güdüktü: 

* Ön yemek : 

Şorbe keşke (tarhana çorbası-keşk çorbası) 

*Ana yemek: 

Bol teryağlı bulgur pilavı ve üzerine özenle döşenmiş kızarmış tavuk (Herkese küçük bir et parçası düşer, tavuklar ne yazık ki bütün dünyada olduğu gibi Camili Köyünde de iki ayaklıdır, kazara misafir gelmez ve tavuklardan biri hastalanıp kesilirse; butlardan biri babanın, diğeri de annenindir. Çocuklara birer kanat düşer. Bu küçük yaratıklar etten yoksun bu kemik parçaları yine de büyük bir iştahla kemire dururlarken, hep neden tavukların da diğer hayvanlar gibi dört ayaklı olmadığına şaşıp kalırlar). Ana yemeğin yanına, eğer davet yaz mevsimine denk düşüyorsa birde‘çırtme’ deilen bir tür çoban salatası sunulurdu. 

Ana yemekte işi biraz ilerletmiş olan kewaniler, maharetlerini göstermek için zaman zaman çok ufak doğranmış patetezli, bol soğanlı, salçalı ve yine küçük doğranmış etle yapılan bir yemekti ki, bu yemeğe ‘Mıkle’ adı verilirdi. Bu çok kibar olan bazı genç kızların telafuzunda Paris’de Şanzalize Caddesi’ndeki lüks restaurantlarda yenilen bir yemek intibasını verirdi. Rısto’nun da en sevdiği yemek mıkleydi ve o bu işin erbabı kewanileri iyi bildiği için, davet hangi evdeyse, Rısto o davete herkesten yarım saat önce gider, kewani de Rısto’ ya dönerek: 

“Rısto tü ji bo mıkle hat? – Rısto mıkle için mi geldin?” 

Rısto da soruyu teyit edercesine başını önüne eğerdi. Evin kewanisinin keyfi o gün yerindeyse, diğer misafirler henüz sökün etmeden, Rısto’ya aceleyle bir tabak mıkle koyup, yemesi için Rısto’ya verirlerdi. 

Gelgelelim meşhur menünün tatlı (desert) kısmına: 

*Tatlı: 

Camili’li kevaniler davetlerinde ‘eside’ veya ‘sütlaç’ikram ederlerdi. Verilen tatlıyla davet faslı, su bulunabilinirse namuslu bir çayla kapatılırdı. Böylece her asker davetinde Rısto’da bu davetlerin hepsine katılır, bir kaç gün sonra başlıyacak olan meydan muharebesinin askeri komutanı intibası ile ev ev onlarla birlikte dolaşırdı. Camili Köyü’nün gök kubbesinden, şimdiye değin belkide binlerce can geçerek, hakkın rahmetine kavuşmuş ve hemen hemen hepsinin de, adı şanı unutulur olmuştur. Lakin Rısto bir yerde duruşu, giyimi, hal ve hareketleri, sırra kadem resim kabiliyeti ile Camili Köyü’nün bir ilkiydi. Aradan kırk küsür yıl geçmiş olsa da, hala köyde her Allah’ın günü, mutlaka birileri diğer birisini Rısto’ya benzeterek, Rısto’yu anmış olur. Dört dağ içindeki Dersim de, delileri ile ünlü ücra bir yerdir. Belkide Anadolucoğrafyasında, Dersim’den başka hiç bir yerleşim yerinde delilerinin heykelini diken bir yer mevcut değildir. Dersim halkı delilerinin pek çok akıllı görünümlüden daha akıllı olduğunun bilincinde olduklarından, delilerinin heykelini dikmişler ve bir ilki gerçekleştirmişlerdir. Görünen o ki, bu bir yanılgı olmasa gerek deyip, merhum Rısto’nun hikayesini de, İstanbul’lu Fisun Hanımın rock dinletisinin parelelinde, heykelini dikemesekte iki hayyam dörtlüğü ile köyümüzün Rısto’sunu yeri gelmişken, hiç değilse bu tarzda da olsa analım. Rısto böylesi bir ilk de olsa, biz yine de üstümüzün, başımızın Rısto’nun ki gibi olmamasına dikkat edelim. ‘Temizlik imandan gelirken’, zamanın da ‘ye kürküm ye’ zamanı olduğunu kulak ardı etmemek gerekir. 

“Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok. 

Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok. 

Sabahlar, akşamlar, seviçler, tasalar yok. 

Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok. 

Bu dünyaya kendi isteğimle gelmedim ben; 

Şaşkınlıktan başka şeyim artmadı yaşarken. 

Kendi isteğimle de gidiyor değilim şimdi,  

Niye geldik kaldık, niye gidiyoruz bilmeden.” 

 

Aydın Yılmaz aydin1960@live.nl 

Amsterdam, 27 Temmuz 2006 aydinhecibi@yahoo.com 

 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..