Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '09

 
Kategori
Eğitim
 

Romanımızın tatlı yaramaz çocuğu

Feride, Nizamettin adında bir süvari binbaşısının kızıdır. Nizamettin, vahşi karaktere sahip bir askerdir. Feride’nin annesi ile evlendikleri yıl Diyarbakır’a giderler. Gidiş, o gidiştir. Bir daha İstanbul’a geri dönemezler. Diyarbakır’dan Musul’a, Musul’dan Hınıkın’a, oradan Bağdat’a, Kerbela’ya geçerler. Bir yerde üst üste bir sene kalamazlar.

Feride, annesine çok benzer. Sanki O’nun bir modeli gibidir. Feride’nin annesi, soğuğa, sert havalara, çöle ve çöl sıcağına dayanıksız bir vücut ile bir hastalığa sahiptir. Annesinin hastalığı artınca, İstanbul’a doğru yola çıkarlar. Misafir kaldıkları evde bir gün Feride’nin annesi, sandıktan yeni elbiselerini çıkararak giyinir ve süslenir. Akşamüzeri eşini karşılamak için aşağı iner. Nizamettin, eşini görünce sevinçle koşar ve yeni yürüyen çocuklar gibi, onu bileklerinden tutarak ağlar.

Feride, bu günü hiç unutamaz. Çünkü bu gün, onların bir arada geçirdikleri son gün olur. Ertesi gün annesini, dudaklarında bir kan lekesiyle ölmüş bulurlar. Feride o zamanlar altı yaşındadır fakat fazla bir şey sezemez. Annesini yabancı bir toprakta bırakarak, yollarına devam ederler. Fakat babası buradan geri döner. Feride’yi İstanbul’a nefer Hüseyin getirir. Feride, seyahat sırasında çok mutlu olur. Feride’nin hareketli yaşamı İstanbul’da devam eder. Büyükannesinin ve teyzelerinin oturduğu yalının arkasında, içinde kırmızı balıkların dolaştığı taş havuzun içine, büyükannenin özene bezene hazırladığı ipekli entarisi ve yeni potinleri ile yürüyüverir. Bu durumu gören teyzeleri çığlık atarak, O’nu kucaklarına alırlar ve bir yandan öpüp, bir yandan azarlayarak üstünü değiştirirler. Bu çığlık ve azar üzerine havuza tekrar girmeğe cesaret edemeyen Feride, kenardaki çakılların üzerine uzanarak başını suya sarkıtır.

Feride, bir gün bahçede otururken, Hüseyin ile büyükannenin konuşmalarından, arasıra kendisine bakmalarından şüphelenir. Tavşan gibi kulaklarını diker. Hüseyin, kendisine bakarken, kocaman mendili ile gözlerini siler. Feride, bu baş başa konuşmalardan bir suikast kokusu alır ve Hüseyin’i kendisinden ayıracaklarını anlar.

O gece karyolasında uyurken, birdenbire gözlerini açar. İçinde dayanılmaz bir acı vardır. Bileklerine dayanarak büyükannesine baktıktan sonra, onun uyuduğuna kanaat getirerek, yavaşça karyoladan aşağıa iner ve ayaklarının ucuna basarak odadan çıkar. Feride, diğer çocuklar gibi karanlık ve yalnızlıktan korkmaz. Merdiven tahtaları gıcırdadıkça, büyük bir insan ihtiyatıyla yerinde durarak ağır ağır aşağıya, sofaya iner.

Kapı sürgülüdür. Fakat bahçe kapısının yanındaki pencereden dışarı atlamak O’na bir saniyelik iş olur. Bahçenin öbür ucundaki bahçıvan kulübesinde yatan Hüseyin’in yanına, gecelik gömleğinin uzun etekleri bacaklarına dolaşa dolaşa koşar. Hüseyin’in kerevet üzerine yatağına sıçrar.

Eskiden Suudi Arabistan’da iken Hüseyin’i uyandırmak için ata biner gibi göğsüne oturup zıplar. Uzun bıyıklarını dizgin gibi yakalayıp çeker ve bir misli bağırırken bu gece, onu uyandırmaktan korkar. Çünkü uyandırırsa, kendisini kucağına alarak büyükannesine teslim edeceğinden emindir. Bunun için tek istediği, son gecesini onun koynunda geçirmekten ibarettir.

Büyükanne sabaha karşı uyanıp da O’nu yatağında göremeyince, çıldıracak gibi olur. Birkaç dakika içinde bütün yalıyı ayağa kaldırır. Ellerinde lambalar ve şamdanlarla bahçelere, deniz kenarlarına dökülürler. Tavan arasından sokağa, kayıkhaneden havuzun iki karış suyuna kadar her yeri arayıp tararlar. Bitişik arsadaki bostan kuyusuna fener sarkıtırlar. Neden sonra büyükanne, Hüseyin’i hatırlayarak odasına koşar ve Feride’yi neferin boynuna sımsıkı sarılarak uyumuş görür.

Feride, ayrılık gününün faciasını hala hatırlar ve güler. O gün yaptıklarını dalkavukluk olarak niteler. Hüseyin o gün, kapının yanına çömelmiş, koskoca bıyıklarıyla utanmadan ağlarken Feride, Bağdat’ta, Suriye’de Arap dilencilerden öğrendiği dualarla, büyükannenin, teyzelerin eteklerini öper. Feride, ne zaman derin bir üzüntüye kapılsa gözleri parlar. Tavır ve hareketleri neşelenir. İçi içine sığmaz olur. Dünyayı hiçe sayıyormuş gibi kahkahalarla güler. Türlü gevezelik ve delilikler yapar. Feride bu davranışlarının gerekçesini;

“Yakın kimsesi ve başkalarına açılmağa kabiliyeti olmayan insanlar için, bu daha iyi bir şeydir, ”

diyerek açıklar.

Feride, Hüseyin’den ayrıldıktan sonra da böyle yaptığını hatırlar. Yaramazlıktan kudurur. Kendisini eğlendirsin diye getirilen akraba çocuklarına sarılarak, onları sıkarak canlarını yakar. Hüseyin’i çabucak yakadan silip atar. Pek bilinmez ama ihtimal, ona sahiden de dargındır. Yanında adı anıldıkça yüzünü ekşitir. Yeni öğrenmeğe başladığı Türkçe kelimelerle “Hüseyin pis, Hüseyin çirkin, edepsiz… öö” diyerek, yere tükürür.

Buna rağmen zavallı, pis ve çirkin Hüseyin'in O’na, Beyrut’a çıkar çıkmaz oradan gönderdiği bir kutu hurma, hiddetini yatıştırır, gibi olur. Bunların bitmesinden bir felaket gibi korktuğu halde, bir oturuşta hepsini silip süpürür. Bereket versin ki çekirdekleri kalır. Onlarla haftalarca eğlenir. Bir kısmını iri katır boncuklarıyla karıştırarak ipliğe düzer ve muhteşem bir yamyam kolyesi şeklinde boynuna takar. Ötekileri bahçenin ötesine, berisine diker. Aylarca her sabah küçük bir kova ile onları sular ve bahçede bir hurma ormanı meydana gelmesini bekler.

Feride ile başa çıkmak hakikaten imkansız olduğu için zavallı büyükanne şaşkına dönmüştür. Çünkü Feride, sabah karanlığında uyanır ve gece yorgunluktan baygın düşünceye kadar gürültü ve yaramazlık eder. Sesi kesildiği vakit yalıyı adeta telaş alır. Çünkü bu durum, Feride’nin ya bir yerini keserek sessiz sedasız kanını dindirmeğe çalıştığına, ya bir yerden düşerek acıdan bağırmamak için kıvrandığına yahut da sandalye ayaklarını testerelemek, minder örtülerini boyamak gibi muzır bir işle meşgul bulunduğuna delalet eder.

Bir gün kuşlara bez ve tahta parçalarıyla yuva yapmak için ağaçların tepesine çıkar.

Bir başka gün ocak bacasından taş atıp aşçıyı korkutmak için damın tepesine tırmanır.

Yine bir başka gün, kapıda, yalıya ara sıra gelip giden doktoru bekleyen arabaya atlayarak, hayvanları kamçılar.

Bir başka gün de kocaman bir çamaşır teknesini sürüye sürüye denize indirir ve kendini akıntıya salıverir.

Ailelerinde öksüze el sürmek günah sayıldığından, Feride pek çekilmez hale geldiği zaman kolundan tutarak bir odaya kilitlerler. Parmaklarının, bir gün yaradan, bir gün bereden hali kalmaz. Daima kına koymuş gibi bez parçaları ile sarılı bulunur. Bu nedenle sakallı akrabaları onun ellerine “Evliya Parmaklığı” der.

Akrabaları ile bir türlü geçinemez. Yaşça, kendinden çok büyük olan akraba çocuklarını bile yıldırır. İnsan gibi sevmeyi, sevdiğini güzel güzel okşamayı öğrenememiştir. Sevdiği insanın üzerine bir canavar yavrusu gibi atılır. Kulaklarını ısırır. Yüzünü tırmalar. Tartaklaya tartaklaya şaşkına çevirir.

Akraba çocukları arasında yalnız Besime Teyze’nin oğlu Kamran’a karşı anlaşılmaz bir çekingenlik ve cesaretsizlik duyar. Karman, yaşça Feride’den büyük, çok uslu ve ağırbaşlı, çocukların arasına karışmaktan hoşlanmayan elleri ceplerinde kendi kendine deniz kenarında dolaşan yahut ağaçların altında kitap okuyan bir kişidir.

Kamran’ın kıvırcık sarı saçları, beyaz, nazik, parlak bir cildi vardır. O kadar parlak bir cilt ki, Feride, “Cesaretim olsa da kulaklarından yapışsam, ” der. Yakından yanaklarına baksa, kendini aynada gibi göreceğini sanır.

Feride çekingenliğine rağmen, bir gün Kamran ile kavga eder. Deniz kenarından sepete koyarak taşıdığı kaya parçasını O’nun ayağı üzerine bırakır. Birden bire bir çığlık, bir vaveyladır kopar. Bu tepki karşısında şaşırır. Bir maymun çevikliği ile bahçedeki büyük çınara tırmanır. O’nu ne azar, ne tehdit, ne de yalvarma aşağı indirebilir. Sonunda bahçıvanı, O’nun takibine memur ederler. Fakat bahçıvan çıktıkça, Feride daha tepelere doğru kaçar. Öyle ki, bahçıvan yoluna devam etse, Feride’nin vücudunu çekemeyecek kadar ince dallara çıkmakta tereddüt etmeyeceğini, böylece bir kaza çıkacağını anlar ve aşağı iner. Hasılı Feride o gece, ortalık kararıncaya kadar kuş gibi ağaç dalında tüner.

Biçare büyükannesinde dur durak bırakmaz. Büyükanne bazı sabahlar, bir gün evvelki yorgunluğunu dinlendirmeden, onun gürültüsüyle uyandıkça, yatağında doğrularak Feride’nin kollarından tutup sarsarak, “Ne vardı ölüp de bu yaşımda bu canavarı benim başıma musallat edecek?” diye, Feride’nin hayatta olmayan annesine çıkışır. Buna rağmen, Feride’nin annesi karşısına çıkıp da, “Bu canavar mı, yoksa ben mi?” diyebilse, büyükanne hiç şüphesiz Feride’yi alır ve onu geldiği yere geri gönderir. Hasılı verdiği zahmetlere rağmen büyükanne, Feride ile çok avunur ve mesut olur.

Feride, büyükanneyi kaybettiği zaman dokuz yaşlarındadır. O sıralarda babası da tesadüfen İstanbul’da bulunmaktadır. Bu arada babası, Trablus’tan Arnavutluk’a atanmıştır. Büyükannenin ölümü onu müşkil bir mevkide bırakır. Bekar zabit, dokuz yaşında bir kız çocuğunu peşine takıp, dağ taş sürükleyemez ki. Feride’yi teyzelerinin yanına bırakmaya yanaşmaz. İhtimal, O’nun bir sığıntı durumuna düşmesinden korkmaktadır. Ne düşünürse düşünür ve bir gün Feride’yi elinden tutarak vapura bindirir. Vapurla İstanbul’a geçirir ve arabalara binip inerek, bitip tükenmez yokuşlardan çıkarak, çarşılardan geçtikten sonra, bir taş binanın kapısı önünde dururlar. Burası Feride’nin, dokuz yaşından, ondokuz yaşına kadar, on sene kapalı kalacağı Sör Mektebi’dir.

Binaya girdiklerinde onları, perdeleri ve pancurları kapalı, loş bir odaya alırlar. Odaya giren siyah giysili bir kadın, Feride’ye doğru eğilerek yüzüne bakar ve yanağını okşar. Babası Süperiyör ile konuşurken, Feride dolaşmağa, öteyi beriyi karıştırmağa başlar. Üzerindeki renkli resimlere parmaklarıyla dokunmak istediği bir vazoyu yere düşürerek kırar. Babası bunun üzerine kılıcını şakırdatarak yerinden fırlar ve telaşla Feride’yi kolundan yakalar. Kırılan vazonun sahibi Sör Süperiyör ise bilakis güler ve ellerini sallayarak babayı yatıştırmağa çalışır. Böylece, Feride’nin mektebe ilk ayak atışı bile bir yaramazlıkla başlamış olur.

Mektepte bu vazoya benzemez daha neler kırar. Evdeki haşarılığı orda da devam eder. Sınıfta mütemadiyen gevezelik eder, oradan oraya dolaşır. Herkes gibi merdivenden inip çıkmak Feride için değildir. Teneffüslerde bir köşeye sinerek arkadaşlarının inmesini bekler. Sonra, ata biner gibi tırabzanın üzerine atlayarak kendini yukarıdan aşağıya kapıp koyverir. Yahut da ayaklarını birbirine yapıştırarak, zıplaya zıplaya basamaklardan atlar.

Fırsat buldukça, bahçedeki kuru ağaca tırmanır ve tehditlere kulak asmadan teneffüs sonuna kadar, daldan dala atlar. Bir gün, bu durumu gören bir muallim, “Bu çocuk insan değil, Çalıkuşu!” diye bağırır. İşte o günden sonra Feride adı unutulur ve O’nu “Çalıkuşu” diye çağırmağa başlarlar.

Çalıkuşu ismi, aile arasında da alıp yürür. “Feride” adı ise, Bayram Elbisesi gibi pek sayılı günlerde kullanılan bir ad olur. Çalıkuşu adı, O’nun hem hoşuna gider, hem de işine yarar. Bir münasebetsizliğinden dolayı şikayet edildiği zaman omzunu silker ve “Ne yapayım? Bir Çalıkuşu’ndan başka ne beklenir?” diyerek kendini savunur.

Çalıkuşu’nun yaptıkları bunlarla sınırlı kalmaz. Bir gün, arasıra mektebe gelen keçi sakala benzeyen, küçük bir sakal taşıyan gözlüklü bir papazın, el işi makası ile saçından kestiği bir parçayı zamkla çenesine yapıştırır. Hoca, onun tarafına baktığı zaman çenesini avuçlarının içine saklar ve Papaz başını öte yana çevirince ellerini açıp sakalını sallayarak, Papazın taklidini yapar. Böylece çocukları güldürür. Muallim, bu kahkahaların sebebini bir türlü anlayamayarak, öfkesinden çığlık çığlığa bağırır. Bir aralık, başını sınıfın koridoruna açılan penceresine çevirir ve onun arkasında, okulun en büyüğü olan ve herkesin saydığı Sör Süperiyör’ün kendisine baktığını görür. Bunun üzerine boynunu büküp, parmağını dudağına götürerek “sus” işareti yapar ve ona, parmakları ile bir öpücük gönderir.

Sör Süperiyör, bir gün de Çalıkuşu’nu, sınıftan çalıp getirdiği kağıt sepetine yemek artıklarını doldururken yakalar. Sert bir sesle, “Buraya gel Feride, nedir bu yaptığın?” diyerek O’nu yanına çağırır. Feride “Köpeklere yemek verdiğini ve köpeklerin ona karşı davranışlarını” anlatır. Sör, “Peki sen mektepten nasıl çıktın?” diye sorunca hiç çekinmeden, “Çamaşırhanenin duvarından atladığını” söyler. Sör şaşırır. “Nasıl cesaret ettin?” sorusuna ise Çalıkuşu, “Duvar çok alçak… Hem beni kapıcı bırakır mı?” karşılığını verir. Bunlar yetmezmiş gibi bir kez de kapıcıyı, “Ma Sör Terez seni çağırıyor!” diye aldatarak kaçtığını söyler. Arkasından, “Rica ederim, siz de beni haber vermeyin… Çünkü köpeklerin aç kalmaları tehlikesi var, ” diyerek, Sör’ü tembihler (!) Çalıkuşu, Sörler’i “garip insanlar” olarak görür. “Bu davranışı, zannederim ki başka bir mektepte yaparsam ya hapsedilirim ya da başka bir ceza görürüm, ” der. Sör, “Küçük hayvanları korumak güzel bir şey fakat itaatsizlik etmek hiç de öyle değil… Ben kırıntıları kapıcı ile gönderirim, ” der ve ayrılırlar.

Feride, Sör’ün bu davranışlarını; “Sörler’in buna benzer hareketleri o zaman, ‘yelin kayaya çarpması” gibi bir şeydir. Fakat zamanla, gizli gizli içeriye işlemiş, bende silinmez izler, şifasız bir zaif ve rikkat tortusu bırakmış olmasından korkarım, ” diyerek değerlendirir. Bu arada Feride, “Hayatta kimse galiba bu kadın kadar beni sevmedi, ” diyerek, bir gerçeği dile getirir.

Feride hocalarının zayıf damarlarını, her birinin en ziyade neden üzüleceğini, gayet iyi keşfeder ve ona göre işkenceler hazırlar. Örneğin, Sör Matild ismindeki ihtiyar ve son derece mutaassıp Musiki öğretmenini, duvardaki Meryem Ana heykelinin önünde gözlerinde yaşlarla dua ederken, heykelin etrafında uçuşan sinekleri göstererek, “Ma Sör, aziz annemizi melekler ziyarete gelmiş!” gibi bir sözle en can alıcı yerinden vurur.

Yine son derece temiz ve titiz olduğuna dikkat ettiği bir hocası yanından geçerken kaleminin iyi yazmamasından şikayet eder gibi yapar ve kalemini sallayarak, zavallının bembeyaz yakasına mürekkep sıçratır.

Bir de, böceklerden pek korkan bir hocası vardır. Kitapların birinden, boyalı bir akrep resmi bularak, makasla etrafını keser ve sonra bu kağıt parçasını yemekhanede yakaladığı iri bir at sineğinin sırtına zamkla yapıştırır. Bunu, akşam etüdünde hocasının yanına yaklaşarak kürsünün üzerine bırakır. Sör konuşurken, sinek yürümeye başlar. Zavallı hoca akrebin yürüdüğünü görünce bir feryat koparır. T cetvelle, bir vuruşta sineği kürsünün üstüne yapıştırır. Sonra da küçük bir baygınlık geçirir. Bu durum karşısında Feride de üzülür. O gece yatağında yatarken, yaptığından pişmanlık duyar. Bu zamanlarda oniki yaşındadır ve ar ve haya duyguları gelişmeye başlamıştır.

Ertesi gün idareye çağrılıp cezalandırılacağını beklerken, ikinci ders, dersten çağrılarak, babasının ölüm haberi, alıştırıla alıştırıla verilir. Feride bu haberi büyük bir olgunlukla karşılar ve “Anladım Ma Sör, üzülmeyiniz… Ne yapalım? Hepimiz öleceğiz…” der. Bunun üzerine Sör Süperiyör, başını Feride’nin göğsüne dayar ve uzun bir süre bırakmaz.

Acı haberin verildiği gün, kabul günü olmadığı halde, Feride’nin teyzeleri de okula kendisini görmeye gelirler. İzin alıp eve götürmek isterler. Feride ise, sınavlarının yakın olduğunu söyleyerek, razı olmaz. Sadece o akşam mütaleasında, şiddetli bir ateş de bastığı için, tembellerin yaptığı gibi kollarını sıranın üzerine koyarak uyur ve o gece yemek yemez. Ertesi sabah uyandığında ise, yine her zamanki gibi bir Çalıkuşu’dur.

Yaramazlığından, gevezeliğinden bıkan Sör’ler sınıfta Feride’yi arkadaşlarından ayırırlar ve bir köşede, yanında kocaman bir ahşap direk bulunan tek kişilik küçük bir sıraya oturturlar. Müdürün söylediğine göre, “ders sırasında konuşulanları lakırdıya tutmamayı, uslu uslu muallimi dinlemeyi öğreninceye kadar” orada bir sürgün hayatı geçirmeğe mahkum edilir.

Ne yapılırsa yapılsın, baştan çıkarılmasına imkan olmayan bu direğin, çakısının ucuyla ötesine, berisine yaracıklar açar. Pancurları hiç açılmayan uzun bir pencereden, göğsünü sıraya yaslayıp, çenesini biraz yukarı kaldırarak, pancurların arasından gökyüzünün bir parçasıyla, büyük bir akasyanın yaprakları arasından tek bir apartman penceresi ve bir balkon parmaklığı seyreder. Parmaklıkta daima ufak bir çocuk şiltesi ile yorganı görür.

Fakat O, bu kadarından da memnundur. Çünkü Sör Öğretmenler bunu, bir uslanma başlangıcı sanarak sevinirler. Ayrıca, ders sırasında O’nun ellerini çenesinin altına kilitleyerek, çok ruhani bir şekilde gözlerini göğe diktiği için mutlu olurlar. Feride ise, onları atlatarak, kendisinden gizlenmeğe çalışılan hayatı seyrediyormuş gibi, bir atlatma ve intikam zevki duyar.

O, bambaşka bir çocuktur. Çok küçük yaşlarda annesini kaybetmiş ve annesinden aklında pek fazla bir şey kalmamıştır. Sör Aleksi’nin “Hayatta ilk hatıralarınızı yazmağa çalışın” ödevini yazmaya çalışırken, duvarda Meryem Ana tablosunun altında asılı bulunan Guguklu saat durmadan ilerlerken, O hala yerinde saymaktadır. Bu arada başındaki kordelayı çözer, saçlarını yavaş yavaş gözlerinin üzerine indirmeğe başlar. Bir eliyle de kalemini ağzına sokar. Isıra ısıra dişlerinin arasında döndürür. (Kalemini ısırmak, saçlarını gözlerinin üzerinde dağıtmak, O’nun düşüncelere daldığının alametidir. Fakat bereket versin ki, O’nun düşünce saatleri pek nadirdir.)

Sör Aleksi’nin yazı ödevi için şunları yazar: “Ben galiba, balıklar gibi bir göl içinde doğdum. Annemi, babamı, neferimiz Hüseyin’i… hatırlamıyor değilim…” dedikten sonra, “Beni bir gün sokakta koşturan bodur bir kara köpeği… Bir gün dolu bir sepetten gizlice üzüm çalarken parmağımı sokan arıyı… Gözüm ağrıdığı zaman damlatılan kırmızı ilacı… Hüseyin ile beraber İstanbul’a gelişimizi…

Feride, yazdığı ödevi okuduğu zaman bütün arkadaşları O’na dönerek kahkaha ile güler ve Sör Aleksi sınıfı susturmak için bir hayli uğraşır.

Yıllar sonra, yabancı bir otelde, bitip tükenmeyecek gibi görünen gecenin yalnızlığına karşı koymak için hatıralarını yazmaya başlar. Yazarken küçük bir çocuk tavrıyla saçlarını çekiştirir ve gözlerinin üzerine indirmeye uğraşır.

Feride, etrafındaki hayata pek fazla kendini kapıp koyuveren hafif ve dikkatsiz bir çocuktur. Sıkı zamanlarında kendi kendisiyle, kendi fikirleri ile yalnız kalmak için gözleri ile dünya arasına bu saçlardan bir perde koymağa çalışır. Sürekli kalemi kemirdiği için dudaklarından mor mürekkep lekeleri eksik olmaz.

Feride’nin annesi hastadır. Hem de Feride’yi görmeyecek kadar hastadır. O yıl, yaz da çok şiddetli geçtiği için şehirde barınmak mümkün olmaz ve köye giderler. Köyün sınırları içinde küçük bir göl vardır. (İşte Feride’nin yazı ödevinde bahsettiği göl bu olmalı.)

Feride bir zamanlar pek sefil olur. Aylarca hizmetçi odalarında sürünür. Sonradan köylerden birinde Fatma adlı kimsesiz bir Arap kadını bulunur… Fatma, yeni ölmüş çocuğundan boş kalan memesini ve kalbini O’na verir.

Feride, ilk senelerinde bir çöl çocuğu gibi büyür. Fatma O’nu bohça gibi sırtına bağlar, kızgın güneşin altında dolaştırır, hurma ağaçlarının tepesine çıkarır. Sonra köye gelirler. Fatma O’nu her sabah yiyeceği ile beraber ağaçlığa getirir, çırıl çıplak suya sokar. Akşama kadar alt alta, üst üste boğuşur, türkü söyler, yiyecek yerler. Uykuları geldiği vakit, kumları kümeleyerek yastık yapar, vücutları suda, başları dışarıda kucak kucağa, yanak yanağa uyurlar. Feride bu hayata o kadar alışır ki, tekrar Musul’a döndüklerinde, durmadan huysuzluk edip, çarpınıp çırpınıp, fırsat buldukça üzerindeki elbiseleri atarak, çırılçıplak sokağa koşar.

Feride’nin ilk matemi, Fatma’dan ayrılışı olur. Feride, dört yaşında iken, Fadime’ye iyi bir kısmet çıkar. Fatma’nın düğününde O’nu kucaktan kucağa gezdirir, sonra Fatma’nın yanına oturturlar. Düğünün verdiği yorgunluğun etkisiyle Feride, dadısının dizinde uyuya kalır. Uyandığında, kendini bir yabancı kadının koynunda bulduğu zaman büyük bir kıyamet koparır. Bağırmaktan sesi kısılır. Büyük bir adam gibi günlerce açlık grevi yapar.

Dadısının acısını, babasının emir eri olarak eve aldığı Hüseyin adlı sakatlanmış bir süvari neferi unutturur. Hüseyin, delişmen bir adamdır. Feride’yi çabucak sever. O da bu sevgiye hemen karşılık verir. Fatma ile olduğu gibi beraber yatmazlar ama Feride, sabahleyin horozlarla beraber gözlerini açtığı dakikada soluğu onun odasında alır ve ata biner gibi göğsüne oturarak parmağı ile göz kapaklarını açar.

Uzun bıyıklı kocaman Hüseyin, oyun icat etmekte çok maharetlidir. Oyunların en güzel yanı da, çoğu kazalı, heyecanlı şeyler olmasıdır. Bazen Feride’yi lastik top gibi havaya fırlatıp tutar, bazen kalpağının üstüne oturtup ayaklarından tutarak sıçrar, fırıl fırıl çevirir. Feride’nin saçları karışır, gözleri döner ama tıkana tıkana haykırmaktan duyduğu zevki ondan sonra hiçbir şeyde bulamaz.

Hüseyin ile oynarken, bazen kaza da olur. Fakat aralarında daha önceden yapılmış olan sıkı bir antlaşma gereğince, Feride, ağlamayacak ve Hüseyin’i hiç kimseye şikayet etmeyecektir. Aksi halde, Hüseyin bir daha kendisi ile hiç oynamayacaktır. Bu kuşku ile Feride, büyük bir adam gibi sır saklamaya alışır.

Çocukluğunda O’na “hoyrat” derler. Çünkü kiminle oynasa, canını yakar ve bağırtır. Kendi canı yandığı zaman ise, felaketi güler yüzle karşılar.

Hüseyin bazen, kışlada askerlere saz çaldırarak, Feride’yi başının üstüne testi gibi koyar ve garip oyunlar oynar. Bir zaman da, Hüseyin ile at hırsızlığı yaparlar. Hüseyin O’nu kucağına oturtarak, saatlerce kırlarda dolaştırır.

Bu muhabbete rağmen Feride ile Hüseyin, günde en az beş nöbet kavga ederler. Kavgadan sonra Feride, odanın bir köşesinde çömelip, yüzünü duvara çevirip üç beş dakika bekledikten sonra, Hüseyin O’nun haline acır ve birden O’nu belinden kavrayarak, bağırta bağırta havaya kaldırır. Feride, biraz daha kucağında titizlenir ve neferi çenesinden öperek barışırlar. Hüseyin ile arkadaşlıkları iki sene sürer.

Feride, yaz tatillerini Besime teyzenin Kozyatağındaki köşkünde geçirir. Besime teyzenin çocukları Necmiye ve Kamran’dan hayır yoktur. Çünkü annelerinin dizleri dibinden ayrılmazlar. Bereket versin ki, etrafta muhacir çocukları vardır. Onları bahçeye toplayarak başlarına geçer. Akşama kadar adeta kudurur.

Feride’nin arkadaşları, köşkün bahçesinden kovulunca, bir yol bulup O’nu köşkten kaçırır ve kırlara götürürler. Saatlerce serserilik eder, bahçelerin çitlerinin üzerinden aşarak yemiş çalarlar. Feride, güneşten derileri pul pul olmuş yüzleri, yaralı elleri ve yırtık etekleri ile eve gelir. Teyzesi bu duruma çok kızar ve ve kendi çocukları Necmiye ile Kamran'ı O’na örnek gösterir. Aslında Feride de, kız kısmının Necmiye gibi olmasını ister ve onaylar. Fakat yirmi yaşına yaklaşan bir erkek çocuğuna çok içerler. Ballandırılan meziyetler Feride’nin kanına dokunur.

Kaç defa koşarken, ayağı kaymış gibi yaparak, Kamran’ın üstüne düşer, kitaplarını yırtar. Sudan bahanelerle kavga çıkarmağa çalışır. Fakat Kamran bunlara karşılık vermez. Feride, kedi gibi boynuna atlamak, onu tozun toprağın içinde yuvarlamak, saçlarını çekmek, yeşil gözlerini parmakları ile tehdit etmek ister. Fakat Kamran, Feride’ye tepeden bakar ve gözlerinde hain bir gülümseme ile “Ne zamana kadar bu çocukluk Feride?” der.

Bu zamanlar Feride, onüç, ondört yaşlarındadır. Bu kadar kabalığı nezaket ile karşılayan bir delikanlıya daha fazla sataşamaz ve ona fersah fersah küfretmek için bahçenin yalnız köşelerine kaçar.

Yağmurlu bir günde kadınlar, Kamran’dan kadın tuvaleti (giysisi) konusunda, fikir alırken Feride Kamran’a, “Allah seni yanlış yaratmış. Sen onüç, ondört, ben yirmi, yirmiiki yaşında erkek olacakmışım, ” diyerek sataşır. Misafirlerden biri buna, “Sen Kamran’a varırsın… O, senin tuvaletinle uğraşır, söküklerini diker… Sen de sokak işlerine bakarsın…” diye karşılık verir. Bunun üzerine Feride, hem suçlu, hem de güçlü bir şekilde taarruza geçer. Geçmişte ayaklarına koyduğu taşı, Kamran’a hatırlatır. Gülüşmeler arasında, söylenerek odasına çıkar. Topukları ile merdiven tahtalarına vurarak, kapılara çarparak odasına girer ve kendisini top gibi karyolanın üstüne atar. Kamran ile bir kerecik olsun saç saça, baş başa dövüşerek hıncını çıkarmak için evlenmeyi bile düşünür.

Yaz tatili sonlarında mektep için için kaynar. Bu taşkınlık birinci üç ay sınavına doğru yatışır. Nedeni, onüç, ondört yaşına gelen Katolik kızlar baharda, Paskalya Bayramında İsa Peygamber ile nişanlanırlar. Bu nişan çok görkemli geçer. Fakat bunu takip eden tatil aylarında hain arkadaşları önlerine çıkan ilk erkek ya da erkeklerle İsa’yı aldatırlar. Mektep açıldığı zaman da, arkadaşları bavullarının gizli köşelerinde mektuplar, fotoğraflar, hatıra çiçekleri v. s. şeyler getirirler. Kızlar iki, üç kişilik gruplara ayrılır ve birbirlerine kene gibi yapışırlar.

Biçare Feride, bahçede ve sınıfta tek başına kalır. Arkadaşları ona karşı esrar kumkuması kesilirler. Onlar, Sörlerden ziyade, Feride’den çekinirler. Çünkü geveze, ağzında bakla ıslanmaz ve bir şey gördüğünde hemen tellallık yapar. Fazla olarak da böyle şeylere karşı son derece mutaassıptır. Ayrıca Feride, arkadaşlarının ağladığı duygulu, üzüntülü zamanlarında bile espiriyi elden bırakmaz ve hemen onlara karşılık verir.

Hasılı arkadaşlarının Feride’yi aralarına almamalarında hakları vardır. Fakat herkesten ayrı kalmak, koskoca bir kız olduğu halde zevzek bir çocuk muamelesi görmek, onun pek hoşuna gitmez.

Çalıkuşu onbeş yaşına gelmesine rağmen, “topaç gibi bir vücut, fırça ile boyanmış gibi bir yüz” diyerek, dilini çıkarıp, gözlerini şaşılatarak kendisi ile eğlenir.

Tatiller içinde en çok, onbeş gün süren Paskalya Yortusunu sever. Çünkü bu zaman kiraz ağaçları yemişlerle donanmıştır. Kirazı çok sever. Bu onbeş günde yalnız serçe kuşları gibi kirazla geçinir. En yüksek tepelerde kalmış son kirazları bitirmeden mektebe dönmez. Ağaçların tepesinde kirazları yer, çekirdeklerini uzaklara savurarak eğlenir. Yine böyle bir şey yaparken, attığı çekirdeklerin biri yoldan geçen yaşlıca bir komşunun burnunun ucuna değer. Feride, son derece korkmuş ve utanmış olmasına rağmen, kendini tutamaz ve gülmeğe başlar. Adam, çok hiddetlenir ve kızar. Feride, o dakika çok utanır ve “Yer yarılsa da yerin altına girsem!” diye düşünür. Ellerini kavuşturarak af diler ama yine gevezeliği elden bırakmaz. Adam nasihatlerde bulunur ve “Oğluma keşke sizin gibisini bulsam, ” der. Bunun üzerine Feride gevezeliğe devam ederek, “Oğlunuza da kiraz atabileceğiz, ” cevabını verir ve hemen bir sincap hafifliği ile dallara tırmanmağa başlar.

Adam, dalların çatırtısından, “Aşağı düşeceksiniz, ben sebep olacağım!” diye telaşlanır. Bu arada Feride topladığı kirazları, cebinden çıkardığı mendilin içine koyarak, çıkın gibi bağlar ve adama atar. Adam yakalar ve Feride’ye teşekkür eder. Feride, “Yalnız ben şimdi mendilinizi nasıl iade edeceğim?” diye sorar. Bu söz karşısında Feride, mendil üzerine uydurduğu hikayeyi gerekçesi ile anlatır:

“Duvarın üzerinde sarışın, uzun boylu bir erkekle, birbirimize kur yaptık. Hediye mendil verdim, ” derim, der. Böylece, kendisinin yanlarında küçük düşmeyeceğini, belirtir. Bu işi nasıl yapacağını da anlatır: “Mektebe gittiğim zaman, mühim bir sırrım varmış gibi başımı önüme eğip düşüneceğim. Mahzun mahzun gülümseyeceğim. Onlar, 'Çalıkuşu sende bir şey var’ diyecekler… Gevşek gevşek, ‘Hayır… Nem olacak?’ diyeceğim. İnanmayacaklar, beni sıkıştıracaklar… O vakit, “Peki, öyleyse… Amma kimseye söylemeyeceksiniz, yemin edeceksiniz!” diyeceğim ve bir yalan uyduracağım. Sizinle tanışmam, bu yalanı kolaylaştırır, ” der.

Feride, çocuklarla boğuşmanın yanında, kendi kendine ip atlar, yere yatar, iskambil falı açar.

Feride, ağaca çıkma illeti yüzünden, eşini kaybetmiş olan Neriman ile Kamran arasında geçen duygusal konuşmalara ve sarılmalara yine çınar ağacının üstünde iken tanık olur. Bu duruma çok kızar ve feryat eder. Feryadı aşağıdakiler tarafından duyulunca, hemen bir kahkahaya döner. Bu durumdan Neriman ile Kamran rahatsız olur. Karman rahatsızlığını Feride’ye bildirir. Aralarında bir tartışma geçer. Karman ağaca çıkar. Daha fazla çıkmaması için Feride onu uyarır: “Durunuz, netice fena olacak… Bilirsiniz ki ben Çalıkuşu’yum. Ağaçlar benim mülkümdür. Onlara benden başkasının ayak basmasına tahammül edemem. Biliyorsunuz size hürmetim var. Sizi ağaçtan aşağı yuvarlamağa mecbur olursam pek üzülürüm, ” der. Bunun üzerine aralarındaki tartışma bir süre sonra antlaşma ile sonuçlanır ve Feride “Sana büyüdüğümü, hemen hemen bir genç kız olduğumu söyleyişimde elbet bir maksat var, ” der. Mesut dul Neriman, o geceden sonra köşkte bir daha görünmez olur. Karman da uzun bir süre Feride’den korkar. İstanbul’a her inişinde Feride’ye, Japon şemsiyesi, ipek mendil, ipek çoraplar, yürek biçiminde aynalar, şık bir el çantası gibi hediyeler getirir. Feride, başkası tarafından hatırlanmadaki zevki anlayacak yaşa geldiği ve bu durum hoşuna gittiği halde, hediyelere önem verdiğini kimseye göstermek istemez. Fakat diğer yandan da, bu hediyeleri yırtmak, kırmak, sonra ayaklarının altına alarak ağlaya ağlaya ezmek ister. B.una rağmen kuzenine kızgınlığı, nefreti bir türlü geçmek bilmez. O yıl, diğer yılların aksine, okulun açılacağı günü iple çeker.

Mektebin ilk haftalarında bir Pazar Sörler onları geziye götürürler. Feride, taburun en arkasından yürür. Bir aralık, arkadaşları ile arasının epeyce açıldığını görür. Feride’yi, her zamanki adeti üzerine, yine en önde gidiyor, zannederler. Derken, Feride’nin yanında Mişel’in gölgesi belirir. Feride’ye niçin böyle yürüdüğünü sorunca Feride, mendile sarılı sağ ayağını gösterir. Mişel, yardım teklif eder ve Feride’nin koluna girer.

Mişel, Feride’nin koluna girmeden önce, Feride “Her halde beni arkana almayı teklif edecek değilsin…” diyerek espirili halini sürdürür. Feride ile Mişel bir süre böyle yürüdükten sonra Mişel, “Biliyor musun Feride, bizim bu pozda yürüdüğümüzü görenler, ‘Feride de aşık olmuş…’ Mişel’e derdini anlatıyor, ” derler, der.

Bunun üzerine Feride, Mişel’i bir komuta gibi sertçe, “O halde hemen kolumdan çık!” diye emreder. Mişel, O’nu tutmakla devam ederek, “Koca budala. Senin böyle bir maceran olamayacağını… Kimse ile kur yapmana ihtimal olmadığını… Çirkin değil… Belki hatta güzelsin bile… Fakat ıslah kabul etmez surette, saf, aptal olduğunu… Herkesin öyle düşündüğünü… Sevgi işinde Çalıkuşu’nun hakiki bir asma kabağı, su kabağı, bal kabağı (gaurde) olduğunu…” söyler. Feride, Çalıkuşu’nun yanında, “gaurde” diye bir isim daha takılacağından korkar. Bu tehlikenin önüne geçmeyi düşünür ve Mişel’e “Siz öyle zannede durun!” diyerek, Kamran ile Şen Dul arasında gece geçenleri, kendisi ile Kamran arasında geçmiş gibi anlatır. Anlatırken titrer, gözleri yaşarır, sesi tıkanır. Sonunda hıçkıra hıçkıra ağlar. Sonra da, Feride ayağı ağrıdığı için ağladığını söyler. Mişel, duygusal konularda anlatılanlara inanır. Zaten Kamran’ı geçen sene okulda görmüştür.

Masal yavaş yavaş herkese yayılır. Fakat bu durum, Feride’ye sezdirilmemeye çalışılır. Feride ise bakışlardan, gülüşlerden, arkadaşlarının ne demek istediklerini anlar ve garip bir gurur duyar. Bunun üzerine bir zaman gevezeliği, yaramazlığı bırakmaya mecbur olur. Çünkü artık, kuzenini seven bir genç kızdır. Bu vaziyette bir insanın, bebek gibi atlaması, sıçraması, yaramazlık etmesi şık bir şey olmaz. Buna rağmen arada sırada, şeytana uyarak eski haline döndüğü olur.

Yine geziye gidilen bir gün Kamran okula gelir. Feride geziye gittiği için görüşemez ama Mişel geziye gitmediği için Kamran’ı görür ve Fedide’ye akşam onun geldiğini söyler. Sör Matild de Kamran’ın getirdiği iki kutu şekeri Feride’ye verir. Feride aslında bu duruma çok sevinir. Çünkü masalın doğru olduğundan şüphe edenler fikirlerini değiştireceklerdir.

Bu olaydan üç gün sonra Feride, sınav için boyalı bir Coğrafya haritası hazırlamaktadır. Bu sırada Kamran yine okula çıkar gelir. Boya işleri Feride’ye hiç gelmez. Biraz savruk olduğu için ikide bir renkleri birbirine karıştırır, ellerini ve dudaklarını boyar. Feride bu halde iken Kamran’ın geldiğini haber verirler. Feride şaşkınlık içindedir. Çünkü yüzünün, hele ağzının hali felakettir. Yazı yazarken kalemi ağzına soktuğu gibi, şimdi de fırçayı ağzına sokmuştur. Dudakları yol yol sarı, kırmızı, mor boyalarla boyanmıştır. Selamlama ve kutulara öpücük gönderme gibi çeşitli hareketlerle boyalarını biraz siler ve misafiri ile konuşmaya başlar.

Feride’ye getirilenler arasında Noellerde çocuklara verilen çocuk kitapları da vardır. Bunun için Kamran’a, “Siz maşallah seneden seneye büyüyüp, resimli roman kahramanlarına benzer bir genç oluyorsunuz da, neden ben yerimde sayıyorum? Ben onbeş yaşına girmiş bir kız muamelesine layık görülmüyorum?” diye çıkışır. Çıkışır ama hemen arkasından da pişman olur. Feride kendisine getirilen şekerlerden birini dudaklarına götürür ve kuş yavrusu sever gibi okşar, onunla adeta konuşur. Bunun üzerine Kamran elini uzatarak şekeri ister. Feride’nin cevabı hazırdır. “Getirdiklerini kendin yemeğe başlarsan işimiz var…” Kamran birdenbire şekeri kapmak ister fakat Feride daha atik davranarak şekeri kaçırır ve Kamran’a dilini çıkarır. Bir de arkasından “Sizin böyle el çabukluğu hüneriniz yoktu?” diye onunla alay eder.

Bu arada Feride, birilerinin kendisini gözlediğini fark eder ve hemen bir kurnazlık düşünür. Mişel’in “Bana masal okudun ha!” diye gülmemesi için sevişen iki insan gibi ses çıkarır ve jestler yapar. Mişel, diğer çocuklar gibi Türkçe bilmediği için Feride, “sevgi, sevmek, sevda” gibi sözcükleri bolca kullanır. Mişel bir Türkçe bilenden ya da sözlükten “sevmek” sözcüğünün anlamını öğrenebilir. Böylece durumu fazlasıyla kurtarmış olabilir… Feride, Kamran’a bir şey verdiğini de Mişel’e göstermek ister ama cebinde, akşam etüdünde uyuklayan İhtiyar Sör’e atmak için büküp hazırladığı kağıt parçalarından başka bir şey bulamaz.

O sene Kamran birçok kereler okula gelir ve şekerlemeler getirir. Kızlar Feride’ye, “Flörtünün bu kadar güzel şeyler getirmesi için seni ne kadar çok sevmesi lazım, ” diye takılırlar. Artık bu gevezelik Feride’yi sıkmaya başlar. Çünkü Kamran’ın okula gelmesini ve hediyeler getirmesini, geveze bir çocuğa sükut hakkı, diye getirilen bu şeyleri, kendisinin arkadaşlarına başka türlü gösterme durumunu, namussuzluk olarak niteler.

Kmamran’ın da şu ya da bu gerekçelerle, “Buradan geçerken geldim, ” demesine de inanmaz ve onu bir gün, “Ziyaret ettiğin kişinin adı nedir? İşi nedir? Adresi nedir?” gibi sorularla sorgular. Karman, renkten renge girerek, Feride’yi atlatmaya çalışır. Bu olaydan sonra Kamran okula geldiğinde, Feride bir bahane uydurarak görüşmeye gelmez. Hediyelere de el sürmeden, onları çocuklara yağma ettirir. Kutuları yırtarak açar. Feride, Kamran’ın Şen Dul’u görmek için geldiği, Şen Dul’un buralarda bir yerde oturduğu ve bu arada Kamran’ın yanına uğradığı, düşüncesindedir.

Feride, hayvanlarla çok iyi anlaşır. Küçük bir fino köpeğini havuzda yakalamak için dışarı çıkarken, Şen Dul’un bir mühendisle evlendiğini öğrenir. Bunun üzerine köpeği yıkamaktan vazgeçer. Çitlerin, bağ kütüklerinin üstünden atlayarak koşar, bahçenin etrafında dört döner.

Feride, bir yaz Tekirdağ’a, teyzesinin yanına bir seyahat yapar. Akraba çocukları arasında, teyzesinin kızı Müjgan’ı çok sever. Ona abla der. Akrabaları içinde en çok onu sever. Müjgan, Feride ile taban tabana zıttır. Feride, ne kadar ‘çılgın ve yaramazsa’ Müjgan, o kadar ağır başlıdır. Fazla olarak da müstebittir. Her istediğini yaptırır. Bu durum, Feride’nin nitelemesidir. Feride, Müjgan’ın her dediğini yapmasını ve aralarında geçen en küçük bir tartışmada bile yetenekleri kendi indirme gerekçesini “İnsan, birini sevmek felaketine uğradı mı, esir gibi bir şey oluyor, ” diye açıklar.

Feride’ye Tekirdağ’da, “Artık kocaman kız olduğunu, bir hafiflik yaparsa, ayıplayacaklarını söyledikleri” için Feride hareketlerine son derece dikkat ederken, kendini misafirlik oyunu oynayan bebeklere benzetir.

Müjgan, Feride’yi yaptıklarından dolayı uyarır. Onu men etmeye çalışırsa da, sonradan kendisi de alışır. Birlikte, saatlerce kumlarda yatar, suların üzerinde taş sektirir, sahil boyunca yürüye yürüye ta uzaklara giderler. Feride denizin sessiz sakin olduğu zamanlar, sahildeki kayaları kahkahalarla çın çın öttürür.

Bir gün de Feride, kendisinden kilo ve yaşça büyük olan Müjgan’ı sırtında taşıyarak sudan geçirir. Müjgan çok korkar. Bu arada üç balıkçı ile karşılaşırlar. Müjgan korkar. Feride, “korkma”yı ayıp bulup, balıkçılarla konuşmaya başlar. Sırf lakırdı olsun diye, saçma sapan sorular sorar ve kendine sorulan bir soruyu, “Ben Marika, tüccar kızıyım, İstanbul’dan misafir geldim, ” Müjgan’a, da, “Sadece başını değil, bacaklarını da açıyor, ” demesinler diye, kendimi böyle tanıttım, der.

Akşamüstleri Müjgan ile gezerken, genç bir süvari etraflarında dolaşır. Bu dolaşma Feride içindir. Çünkü daha önce Müjgan’ı gördüğü halde, peşinde dolaşmamaktadır. Müjgan Feride’ye, “Sen büyüdükçe dehşet bir şey oluyorsun!” der. Bayırın kenarında taş atmaya başlarlar. Feride’nin attığı taşlar, bir zaman havada kaybolduktan sonra bir yakamoz parıltısıyla suları yıldızlandırmasına karşılık, Müjgan’ınkiler gülünç bir parıltı ile bayırın taşlarına çarpar yahut aşağı kumsala düşer. Bu durum karşısında ikisi de dehşetli gülerler.

Feride, arkadaşları arasında küçük düşmemek için uydurduğu Kamran masalını, Müjgana’a da anlatır. Mektepte kızlara anlatırken rol gereği mahzunlaşması, bu kez rol gereği değildir. Kendini buna kaptırır. Sesi yavaş yavaş perdelenir, bakışları bulanır. Müjgan’ın yüzüne bakmaktan çekinir. Kah oraya, kah denize bakar. Kah etekle, kah düğmesiyle oynar. Feride artık kendini ele vermiştir.

Müjgan, “Zavallı Ferideciğim, sen Kamran’ı sahiden seviyorsun, ” der. Bunun üzerine Feride, hemen Müjgan’ın üstüne atılır. Onu kuru otların içinde yuvarlayarak tartaklamaya başlar. Müjgan’a özür dilettirir ve ağlamaya başlar.

Ertesi gün, yine bir zenginin verdiği davette Feride, “Hayatımda o günkü kadar azdığının ve eğlendiğinin olmadığını” söyler. O gün çocukları peşine takar, etrafta otu ota, suyu suya katar. Hatta bir ara çıplak bir ata binmeğe çalışırken, ufak bir tehlike bile geçirir. Feride, yaptıklarından ve böyle davrandığından kendinin de memnun olmadığını belirterek, “Evet onbeş yaşında, ‘at anası gibi’ gibi bir kızın başı açık, bacakları çıplak, üstü başı darmadağınık, işçiler, yanaşmalar arasında haylazlık etmesi ayıptır. Bunu ben de biliyorum amma bir türlü kendime lakırdı anlatamıyorum, ” der.

Buna rağmen Feride Müjgan’a, “Gel, sen de benimle beraber!” diye çıkışır. Müjgan kızar ve “Sen hakikaten şaşılacak bir mahluksun, canavar gibi bir şeysin Feride. Akşam ne haldeydin? Sabahleyin iki saat bile uyumadan tekrar ayağa kalktın. Halinde zerre kadar bir yorgunluk eseri yok. Rengin parlıyor, gözlerin parlıyor. Halbuki beni ne hale getirdin, bak!” der. Oysa Feride, o geceyi hatırlamaz bile ve tekrar kaçar.

Karman, Tekirdağ’a da gelir. Feride ile yüz yüze geldikleri zaman, her zaman yaptıkları gibi sakin ve biraz da alaycı davranır. Kamran’a, “Bu kadar uzun yolculuğu nasıl göze aldınız, şemsiyesiz mektepte mi dolaştınız?” der. Kamran’a, yer yer kayıtsız kalır. Bazen de “Misafir misafiri çekemez, ” diye sataşır. Arkasından, “Sizi eğlendirecek insanı nereden bulup getirsinler, zavallılar, ” der. Karman kızar. Bunun üzerine, Feride delikten fırlayıp, basamakları ikişer ikişer atlayıp, şarkı söyleyerek bahçeye doğru çıkar.

Feride, daha önce kendini Marika olarak tanıttığı balıkçı ile karşılaşınca, onunla sohbet eder. Çünkü O, Kamran hariç, herkesle barışıktır. Kızdığı zamanlar denize, hiddetle taş atmaya başlar. Kendini bayırın en dik yerinden kumsala kapıp koyuverir. Birkaç yerinin kırılmadığına kendi de şaşar. Bu durumu Feride, “Bu tehlikeli deli gözlülük de beni kurtaramamıştı” diye niteler. Müjgan ile Kamran arkadan geldikleri için “Keçilerin bile zor çıkacağı yoldan çıkmayı, böylece izini kaybettirmeyi düşünürken, bağırarak oradan oraya koşan bir köpekle karşılaşır. Köpek, verdiği bir zarardan dolayı cezalandırılmaktadır. Feride, köpek ile özdeşleşir ve “Kendisinin de onun gibi kovalandığını” söyler. Bu arada sorun çözülür ve Feride “darısı başıma” dileğinde bulunur ve evin yolunu tutar. Arka bahçeye koşar.

Arka bahçede, büyük bir gürgen ağacına asılı, bir kolon salıncağı vardır. Feride bazı günler komşu çocuklarını toplayarak, burasını bayram yerine çevirir. O gün, Müjgan ile aralarında geçen tartışmadan sonra, salıncağın yanında bekleşen çocukların arasına koşup, işi deliliğe vurarak, kuzenlerinin yanlarına sokulmalarına engel olmayı tasarlar. Çocukların arasında çıkan kavga ile de, bu düşünceyi gerçekleştirir.

Feride, salıncakta çok hızlı sallanır. Çocukları da yanına alarak sallar. Teyzesinin uyarısına, “Kırk yıllık Çalıkuşu’nu daha tanımadınız mı? Bana güven olur mu? Uslu başlarım. Sonra salıncak gidip geldikçe şeytan yavaş yavaş dürtüşler: ‘Haydi, haydi. Biraz daha, biraz daha!” diye. ‘Etme eyleme, yanımda çocuklar var diye!’ cevap veririm. Fakat O; ‘Haydi, haydi. Bir parçacık daha, bir parçacık daha, ne olursun?’ diye devam eder. Derken, ağacın dalları, yaprakları da koro gibi, ‘Haydi Feride, haydi Feride! Diye tekrar ederler. Bu kadar teşvike bir zavallı Çalıkuşu nasıl dayanır, insaf etseniz!” diye karşılık verir.

Feride bu arada, çocuğu kollarından indirirken, Kamran’ın gözlerinin içine dik dik bakarak, “Haydi, küçük. Kamran ağabeye yanaş. O, hanım gibi nazlı, nazik bir çocuktur. Ninnisi eksik bir sütnine gibi seni sarsmadan, yormadan uslu uslu sallar. Yalnız, fazla kıpırdanma. Çünkü nazik kolları seni zapt edemez. İkiniz de düşersiniz, ” diyerek, Kamran ile eğlenmekten, onu aşağılamaktan geri kalmaz.

Feride’nin niyeti, “Kamran’a baş eğdirip, neticeye kadar bu küstah ve zalim alaya devam etmektir.” Kamran, Feride’nin bu davranışları karşısında tepki göstermeyince, Feride partiyi kaybettiğini anlar. Kamran’a, “Eğleniyorsun öyle mi yaramaz, şimdi görüşürüz, beraber sallanacağız” deyip, ceketini çıkartıp fırlatınca, teyzeleri pencereden, “Aman Kamran, çocukluk etme. O canavarla başa çıkamazsın, bir yerini kırar!” diye bağırır. Her ikisi de delice salınmaya devam ederler. Feride’nin dizleri gevşer, “İnelim artık!” diye yalvarır. Kamran, “Feride benimle evlenmeğe razı olduğunu işitmeden seni bırakmam, beraber düşüp ölünceye kadar, ” diye karşılık verir. Sallanırken dengelerini kaybedip yere düşerler. Kısa bir süre sonra İstanbul’a dönerler ve nişanlanırlar.

Feride, nişanlandıktan sonra da eski hallerine devam eder. Kamran’ın kendisine doğru geldiğini gördüğü zaman ürkmüş bir at gibi pıtır pıtır kaçar. Arkasından sapan taşı yetişmez. Bu arada Kamran’a bir de ültimatom verir ve sözünü tutmazsa her şeyi bozacağını, yeminle söyler. Sızlanır ve ağlar. Teyzesinin sürpriz gibi gösterdiği yüzük karşısında da beklenen tepkiyi göstermez. Hatta parmaklarını bile uzatmaz. Resmi nişana da itiraz eder ve “Ben okula gittikten sonra yapın!” der. Teyzesi, “Feride, zannederim ki, artık çocukluğu bırakmak zamanı gelmiştir. Yalnız… Yalnız biraz fazla havaisin. Gitgide büyüyorsun. Büyüdükçe de elbet ağırlaşacaksın, akıllanacaksın. Mektebi bitirmene ve evlenmenize aşağı yukarı dört sene var. Bu hayli uzun bir zamandır. Sen artık nişanlı bir kızsın… Ciddi ve ağırbaşlı olmalısın. Çocukluğa, yaramazlığa, inatçılığa artık nihayet vermelisin. Şimdi artık anlaştık mı Feride?” diyerek, onu hafifçe azarlar.

Buna rağmen Feride, nişan anının kalabalığını hayal ederek, dörtnala aşağı kaçar. Kendisine nişanlı gibi davranılmasını istemez ve Müjgan’ın “Benimle boğuşmayacaksın. Sonra onu sevdiğini bana söyleyeceksin” sözüne “evet” diyerek anlaşırlar.

Feride evde, dolabı, perdesi ve odası değiştirilerek farklı bir konuma yükseltilmesine rağmen, O terfiiyi kabullenemez ve eskisi gibi davranır. Hatta bir akraba düğününe giderken, çevrenin şaşkın bakışları arasında, arabacının yanına binmek, ister. Feride, bununla da kalmaz. Eskiden olduğu gibi ara sıra mutfağa kayısı kurusu vb. aşırmağa gittikçe aşçı, “Ne istersen açık deyiver, küçük hanım. Gayrı zatınıza hırsızlık yakışmaz!” diyerek, O’nunla alay eder.

Feride, her ne kadar konumunu kabullenmek istemese de, artık davranışlarında bazı değişmeler başlar. Örneğin, kimse, çocuklarla ilgili bir şey söylemediği halde artık, sokaktan çocuk çağırmağa cesaret edemez. Kırk yılda bir ağaca çıkmak için köşe bucak saklanmak ve geceyi beklemek lazım gelir.

Kamran’ın konuşma isteklerine karşılık vermez ve hep ondan kaçar. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de, “Yanlış anlamayınız. Tipinizin, biraz kadın tipi olmasına rağmen erkeksiniz…” diyerek onunla alay eder. Ne vakitten beri kaçtığını, kapana tutulmak üzere olduğunu, konuşursa sesinin titreyeceğini ya da bir münasebetsizlik yapacağını anladığından, Kamran’ın sözünü ağzında bırakarak sokağa doğru bir koşu koparır. Tüm bunlara rağmen, yüzüğü parmağına takarak denemesini yapar. Dar gelen yüzüğü dişleri ile çıkarmaya çalışır.

Feride, tatilin son günü hazırlık yapar ve “model bir talebe” imiş gibi, tüm ısrarlara rağmen hemen okula gitmek ister. Kamran sitem eder.

Pek öyle aklı başında, çalışkan bir talebe olmayan Feride, bu nişanlanma olayı, bu dert ortaya çıkınca, büsbütün -kendini- şaşırır. İlk üç ayın notları son derece fena gider. Bir gayret yapıp kendini toplamazsa, sınıfta kalacağı kanaatindedir. Sör Aleksi, bültenler dağıtıldığı gün, Feride’yi bir köşeye çekerek, “Notları beğendin mi, Feride?” diyerek onu uyarır. Feride Sörler’in, dünyaya ait hiçbir şeyin farkında görünmemelerine rağmen en küçük dedikoduları bildiklerini, bunları kimden, nasıl öğrendiklerini, on sene aralarında yaşadığı ve öyle pek de alık bir kız olmadığı halde, bunu bir türlü anlayamadığını, belirtir.

Feride, bir sene evvel uydurma bir masaldan bahsederken ne kadar serbest bir farfara ise, bu sene hakikaten nişanlı bir kız vaziyetine düştükten sonra, o kadar korkak olmuştur ki, tebrik eden arkadaşlarını bile kuru bir teşekkürle başından savar. Yaklaşmak isteyenlere yüz vermez. Hafta tatillerini de genellikle mektepte geçirir. İnadı, teyzesini gücendirir.

Kamran okula ziyarete geldiği zaman da, en fazla beş dakika görüşür. Kamran’ın mektup yazma isteğini de, “Okulda mektuplar Sörler tarafından okunup, yırtılıp atılıyor, ” diye geri çevirir. Ayrıca, okula yaptığı ziyaretlerin fazla olduğu söyleyerek, ziyaretler konusunda onu uyarır. Bunun üzerine Kamran bir daha okula gelmez.

Feride Mişel’den Kamran’ın Avrupa’ya büyükelçilik katibi olarak gideceğini öğrenir. Bu durumun Kamran tarafından kendisine bildirilmemesi üzerine, çok kırılır ve izin alarak teyzesine gider. Köşke vardığında, köpek onu havlayarak karşılar. Kamran’ı gördüğü halde, görmezden gelerek yere çömelir. Köpekle oynar, köpekle cilveleşir. Kamran’a, teyzesinin hasta olduğunu duyarak geldiğini, söyler. İlk kez el ele tutuşup yürürler. Feride’nin artık kaçmağa kuvveti kalmamıştır. Kamran’ın, beklediğinden üzgün ve dargın görünmesi karşısında, kendisini ona karşı suçlu hisseder. O zamana kadar gösterdiği vahşiliğe pişman olur. Gönlünü alacak bir kelime bulmak ihtiyacı duyar ama aklına hiçbir şey gelmez. Feride artık Kamran’a alışmaya başlamıştır ama Karman O’ndan çekinmektedir. Karman, amcasının kendisini Madrit’e elçilik katibi olarak aldırmak istediğini söyler.

Feride okulu bitirir ve artık ondokuz yaşındadır. Karman, dört yıl yurt dışında kalmıştır. Amcası emekli olur ve birlikte İstanbul’a gelirler.

Feride, ‘güvercinlik’ adını verdiği okul binasından, elinde iyi kötü bir diploma ile kendini dışarı atacağı günün bir ‘kurtuluş bayramı’ olacağını söylerken, günün birinde güvercinliğin kapısı açılıp, kendini sokakta bulunca, neye uğradığını şaşırır. Teyzesinin de düğün hazırlığına başlaması O’nu, büsbütün çileden çıkarır. Şaşkınlık içerisinde işi serseriliğe vurur. Bir işe yaramak şöyle dursun, düğün hazırlıkları yapanların işlerine engel olarak, türlü münasebetsizlikler yapar. Bir de son parti olarak, bir delilik arz olmuştur. Eskiden olduğu gibi misafir çocuklarını peşine takarak, köşkün altını üstüne getirir.

Bu arada bir akşamüstü, çadırın önünde kızartılan tatlıları görünce aklından bir şeytanlık geçer ve tatlı çalarak çocuklara dağıtır. Aşçı durumu fark eder ve “Bunu yapanın vallahi billahi kemiklerini kıracağım!” diye bağırarak, elindeki kocaman kepçeyi sallayarak Feride’nin ve çocukların arkalarından koşar. Allah’tan Dilber Kalfa Feride’nin çığlığını duyar ve aşçının kepçesine karşı ellerini uzatarak, O’nu kurtarır.

Düğüne üç gün kalmışken Feride, yine her akşamüstü arka bahçenin karşısında çocuklarla ip atlamaktadır. Bu arada terziden “Nerdesin Feride?” diye bir azar işitir. Teyzesinin kızgınlığı karşısında ise, hafif bir reveransla dizini büker.

Feride her zaman daha haşarı ve hoyrat görünmesine rağmen, “O günler, en karışık heyecanlarla sarsıldığım, okşanmak ve anlaşılmak ihtiyacı ile en için için eridiğim bir tarihti, ” der. Bu sözleri ile Feride, şimdiye kadar yaptıklarının, adeta nedenini açıklar.

Feride, tüm olanlara rağmen neşesinden hiçbir şey kaybetmez. Öyle ki, düğün elbisesini giyince, tavus şekline girdiğini tasavvur eder ve kendini epeyce gülünç bulur.

Düğüne üç gün kala, bir bayan köşke gelir ve Feride’ye Kamran’ın İsviçre’de Münevver adlı bir hasta ve dul bir bayanla ilişkisin olduğunu, onunla evlenmeyi umduğunu, bir kabahat varsa Kamran’da olduğunu, söyler. Bir de Kamran’ın Münevver’e yazdığı bir mektubu verir.

Feride, “Benim Sarı Çiçeğim…” diye başlayan mektubu okur.

Aracı kadına, “Vazifenizi yaptığınızı söylersiniz. Öte tarafı artık kendi bileceği şeydir, dersiniz, olur biter, ” der ve hızla ağaçların arasına dalar.

Kamran’a, “Kamran Beyefendi, Sarı Çiçek romanını baştan sona öğrendik. Bir daha ölünceye kadar birbirimizi görmek yok. Senden nefret ediyorum. Feride” diye bir not bırakarak köşkten ayrılır.

Sonuç:

Sevgili öğretmenler ve yöneticiler. Her sınıfta yaramazlık, aşırı yaramazlık yapan öğrenciler bulunabilir. Bu çocuklar fiziksel cezalarla etkisiz duruma getirilme yenine, öncelikle anlaşılmaya çalışılmalıdır.

Sevgili anne babalar. Çocuklarınız yaramazlık, aşırı yaramazlık yapabilirler. Önce onları anlamaya çalışın.

Sevgili öğretmenler, yöneticiler ve anne babalar. Sizlerin de sınıfınızda, okulunuzda ve evinizde Çalıkuşları olabilir.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..