- Kategori
- Sinema
Rüzgarın Hatıraları
"Kumun üzerinde bir su damlası olmak"
İyiyi kötüden ayırabilen her izleyici Özcan Alper’in filmlerini izlediğinde bu anlatımın çok özel bir sinemacıya ait olduğunu hissedebilir.
“Sonbahar” ve “Gelecek Uzun Sürer” çok beğenerek izlediğim filmlerdi. Bu yüzden hemen koşup gittim Rüzgar’ın Hatıraları’nın vizyona girdiğini öğrenince.
Nasıl gitmezdim ki; üstelik bu kez günümüz edebiyat dünyasının sevdiğim yazarlardan -Ahmet Büke’nin de- adı geçiyordu senaryonun yazımında.
Kendi kuşağının tarihiyle hesaplaşan bir dönem filmi olan “Sonbahar”90’ların karanlık Türkiyesi’nden bir parçaydı. Doğal oyunculukları, muhteşem görüntüleriyle olduğu kadar, daha önce hiç te o denli etkileneceğimi düşünmediğim tulum ezgileri ve bir de o annenin “Yusuuf!” derken ki sahiciliğiyle büyülemişti beni.
C. Pavesse’nin “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ölüleri ne yapacağız?” Sorusuyla başlayan Gelecek Uzun Sürer’de ise bir aşk hikayesi üzerinden Diyarbakır’a, ötekinin sancılı ağıtlarına odaklıyordu kamerasını Özcan Alper.
Evet “ Gelecek Uzun Süreceğe” benziyor gerçekten de ve biz hala o coğrafyadan dalga dalga yayılan ölüm haberleriyle sarsılarak başlıyoruz hemen her güne, her sabaha ne yazık ki…
Rüzgarın Hatıraları’na gelince; İkinci dünya savaşının sona ermekte olduğu 1940’ların Türkiye’sinde, İstanbul’dan- başlayıp, Karadeniz Gürcistan sınırında bir orman köyüne ve oradan da 1915 Ermeni tehciri hatırlarına uzanan dramatik bir öykü…
“Sonsuzluğa giden bir trende asılı kalmış çocukluk” hatıralarının bellekteki izlerini sürerek kara kalem hışırtılarıyla sayfalara çizilen resimler, ya da günlüğe düşülen notlar... Bir yanıyla yaşadığı travmaların etkisiyle öldürülen annesinin yüzünü hatırlamaya çalışırken, geçmişle bugün arasında gelgitlerin etkisinden kurtulamayan, diğer yanıyla da , baskıcı bir yönetimin muhtemel zulmünden kaçıp ormanda bir kulübede sürgün olma halinin zorluklarını yaşayan muhalif yazar, ressam, şair, çevirmen Aram’ın öyküsü…
İkinci kısım ne kadar da tanıdık değil mi? Bizim ülkemizde de hep bu yapılmadı mı aydınlarımıza? Ve yapamaya da devam edilmiyor mu en son Can Dündar, Erdem Gül tutuklamalarıyla?
Filmin baş oyuncusu Onur Saylak (Aram) sadece saçlarını tarayış şekli ya da yuvarlak çerçeveli gözlüğüyle değil, yaşamak zorunda bırakıldığı, kıstırılmış, hayatıyla da Nazım’dan Sabahattin Ali’den ve daha pek çok aydınımızdan izler taşıyan bir karakterdi. Ve Sonbahar’daki kadar da başarılı bir oyunculuk sergiliyordu.
Öte yandan Aram’ı saklayan Mikail rolündeki Mustafa Uğurlu ve tok sesi, kırık Türkçe’siyle çok az konuşmasına rağmen, çarpıcı güzelliğiyle etkili bir oyunculuk sergileyen Meryem rolündeki Rus oyuncu Sofya Khandemirova da muhteşemdi.
İç mekanda, ağaç evin alev alev yanmakta olan ocağının yanı başında yemek saatlerindeki suskunluklara kenetlenmiş kaçamak bakışlar ve daha pek çok kare, kıvılcımlanmakta olan bir aşkın habercisi olduğu kadar büyük ressamların tuallerinde rastladığımız türden gündelik yaşam betimlemelerini hatırlatan birer tablo güzelliğindeydi.
Hele A. Sinasos’un Angelopoulos filmlerini aratmayan doğa içindeki sisli puslu görüntüleri ve özellikle de uzun süre hafızalardan çıkmayacak o final sahnesi…
François Couturier'in müzikleri de unutulacak gibi değil…
Ninsun Hamra