Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Aralık '15

 
Kategori
Sinema
 

Rüzgarın Hatıraları

Rüzgarın Hatıraları
 

"Kumun üzerinde bir su damlası olmak"

 İyiyi kötüden ayırabilen her izleyici Özcan Alper’in filmlerini izlediğinde bu anlatımın çok özel bir sinemacıya ait olduğunu hissedebilir.

“Sonbahar” ve “Gelecek Uzun Sürer” çok beğenerek izlediğim filmlerdi.  Bu yüzden hemen koşup gittim Rüzgar’ın Hatıraları’nın vizyona girdiğini öğrenince.

Nasıl  gitmezdim ki;  üstelik bu kez günümüz edebiyat dünyasının sevdiğim yazarlardan -Ahmet Büke’nin de- adı  geçiyordu senaryonun  yazımında. 

Kendi kuşağının tarihiyle hesaplaşan bir dönem filmi olan “Sonbahar”90’ların karanlık Türkiyesi’nden bir parçaydı.   Doğal oyunculukları,  muhteşem görüntüleriyle    olduğu kadar,  daha önce hiç te o denli etkileneceğimi düşünmediğim tulum ezgileri  ve  bir de o annenin “Yusuuf!” derken ki  sahiciliğiyle büyülemişti beni.

C. Pavesse’nin “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız:  Peki ölüleri ne yapacağız?” Sorusuyla  başlayan  Gelecek Uzun Sürer’de ise bir aşk hikayesi üzerinden Diyarbakır’a,  ötekinin sancılı ağıtlarına odaklıyordu kamerasını Özcan Alper.

Evet “ Gelecek Uzun Süreceğe” benziyor gerçekten  de ve biz hala o coğrafyadan  dalga dalga yayılan ölüm  haberleriyle sarsılarak başlıyoruz hemen her güne, her sabaha ne yazık ki…

Rüzgarın Hatıraları’na gelince;  İkinci dünya savaşının sona ermekte olduğu  1940’ların Türkiye’sinde, İstanbul’dan-  başlayıp,  Karadeniz Gürcistan sınırında bir orman köyüne ve oradan da  1915 Ermeni tehciri hatırlarına uzanan dramatik bir öykü…

“Sonsuzluğa giden bir trende asılı kalmış çocukluk” hatıralarının bellekteki  izlerini sürerek  kara kalem hışırtılarıyla sayfalara  çizilen resimler,  ya da günlüğe düşülen notlar... Bir yanıyla yaşadığı travmaların etkisiyle  öldürülen annesinin yüzünü hatırlamaya çalışırken,  geçmişle bugün arasında gelgitlerin etkisinden kurtulamayan,  diğer yanıyla  da , baskıcı bir yönetimin muhtemel zulmünden  kaçıp  ormanda bir kulübede  sürgün  olma halinin zorluklarını yaşayan  muhalif yazar, ressam, şair, çevirmen  Aram’ın öyküsü…

İkinci kısım ne kadar da  tanıdık değil mi? Bizim ülkemizde de hep  bu  yapılmadı mı  aydınlarımıza? Ve yapamaya da devam edilmiyor mu en son Can Dündar, Erdem Gül tutuklamalarıyla?

Filmin baş oyuncusu  Onur Saylak (Aram)   sadece saçlarını tarayış şekli ya da yuvarlak çerçeveli  gözlüğüyle  değil, yaşamak zorunda bırakıldığı, kıstırılmış,  hayatıyla da   Nazım’dan Sabahattin Ali’den ve daha pek çok aydınımızdan  izler taşıyan bir karakterdi.   Ve Sonbahar’daki kadar da başarılı bir oyunculuk sergiliyordu.

Öte yandan   Aram’ı saklayan Mikail rolündeki  Mustafa Uğurlu   ve  tok sesi, kırık Türkçe’siyle çok az konuşmasına rağmen,  çarpıcı güzelliğiyle etkili  bir oyunculuk  sergileyen Meryem rolündeki  Rus oyuncu  Sofya  Khandemirova da muhteşemdi.

İç mekanda, ağaç evin  alev alev  yanmakta olan ocağının yanı başında yemek saatlerindeki suskunluklara kenetlenmiş  kaçamak bakışlar ve daha pek çok kare, kıvılcımlanmakta olan bir aşkın habercisi olduğu kadar  büyük  ressamların  tuallerinde rastladığımız türden gündelik yaşam betimlemelerini hatırlatan  birer tablo güzelliğindeydi.

Hele  A.  Sinasos’un  Angelopoulos filmlerini aratmayan doğa içindeki   sisli puslu görüntüleri ve özellikle de uzun süre hafızalardan çıkmayacak o final sahnesi…

François Couturier'in  müzikleri de unutulacak gibi değil…

Ninsun Hamra

 
Toplam blog
: 30
: 572
Kayıt tarihi
: 02.11.09
 
 

Edebiyat, sinema, tiyatro ve müzik başlıca ilgi alanlarım. Gezmeyi, okumayı, yazmayı, düşünmeyi v..