Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ekim '14

 
Kategori
Felsefe
 

Sakın "ben oldum" deme !!

Sakın "ben oldum" deme !!
 

Semazen


Öğlen yemeğinde 5 arkadaş üniversite kafesinde oturuyorlardı. Günün ilk yarısı geçmiş, karınları acıkmıştı. Acıkan karınlarını doyurduktan sonra hayata dair sorular soran, felsefeye ve bilime merakla sarılarak akıl yoluyla sordukları sorulara cevaplar arayan bu 5 kafadar yine felsefe yapmaya başladılar.

Konu “insanın kendisini bilmesi”ydi. Sokrates, Eflatun, Aristo öncülüğündeki Antik Yunan felsefesinin yükselişinden verilen örneklerle konu daha da güzelleşiyordu.

Konu bilmek ile yapmak arasındaki farka geldiğinde Mehmet lafa girdi. “ben yıllardır bu konularda okur dururum. Ben artık oldum. Bundan sonra görevim insanlara uyandırmak.”

Ekip bir anda durdu. Çok iddialı bir sözdü bu. Kaç kişi hayatta ben oldum diyebilirdi ki. Kaçımız bu noktaya varabilirdi ki. Bu bir yolculuktu elbet ve herkes kendi kaşığı kadar alarak o sonsuz basamaklı merdiveni çıkabilirdi.

Aralarında Fazıl da benzer düşünceleri aklından o birkaç saniye içinde diğerleri gibi geçiriyordu. Mehmet dışındakiler de belli ki o an düşünüyorlardı. Ancak kimse bir şey söylemiyordu. Herkes belli ki düşünüyor ve bir şey söylemek istiyordu ancak Mehmet’i kırmak istemiyorlardı da. Ya da bir şey söyleyip de yanlış anlaşılmak.

Ekip arasında kesin bir zekaya sahip olan Mehmet aynı zamanda Fazıl’a göre de bilginin kibrinden hala sıyrılamamış bir arkadaşıydı. Çoğu zaman bilgisini paylaşmaktan çok akıl vermeye, kendisini haklı çıkarmaya gayret ederdi. Kişi olarak Mehmet’i sevse de ondan “ben oldum” lafını duymak çok iddialı gelmişti.

Diğer ekip üyeleri gibi Mehmet ile kötü olmamak adına lafı duymazlıktan geldi. Zira daha önceden kendisi de dahil birkaç kere Mehmet’in bu tür yorumlarına anti-tezler üretmişler ve sonrasında Mehmet’in hışmına uğramışlardı. Mehmet dinlemekten çok anlatmayı, paylaşmaktan çok dikte etmeyi, davranışlarıyla konuşmaktan çok bilgisini konuşarak göstermeyi seviyordu.  Sözünü esirgemeyen biriydi ve çoğu zaman yaptığı eleştiriler sert ve acımasızdı; sanki kendisinde hiç hata yokmuş gibi. Onun tarzının yarısı kadar benzer bir tarzda ona bir söz söyleyin, tüm gemileri yakabiliyor, olumlu bir yorumu bile ters anlayıp baskın kişiliğiyle yorum yapanı susturabiliyordu. Eleştirmeyi çok severdi, hem de gördüğü kendine uymayan her sözde hatayı (??). Ama geri bildirim almayı sevmiyordu.

Tüm bu düşüncelerle Fazıl da sustu ve Galip’in 10 saniye sonra konuyu farklı bir yere çekmesiyle tüm bu düşünceler hepsinin aklından uçup gitti.

Yarım saat sonra öğle yemeği bitmişti. Karınları doyduğu kadar 5 kafadarın ruhları da yaptıkları sohbetle doymuştu. Tam masadan kalkarlarken Mehmet koridordan geçmekte olan 2 yaş alt sınıfa okuyan bir çocuğa çarptı. Çocuğu yere devrilmesiyle birlikte Mehmet hemen gürledi – “neden önüne bakmıyorsun?”

Çocuk yerden kalktı ve merakla sordu “umarım bir şeyin yoktur?”

Mehmet hemen karşılık verdi -“hem çarpıyor hem de konuşuyor şuna bak hele”

Çocuk diğerlerinden genç olmasına karşın akıllı ve aklının özgürlüğüne sahip bilgili bir gençti. Kendisine dair farkındalığı diğerlerinden daha genç olmasına karşın yüksekti. İçinde kıvılcımlanan ateşin öfkeye ait olduğunu anladı ve hemen bir nefes ile onu dağıttı. Uzak Doğu dövüş sanatlarında uzun yıllar çalışmıştı ancak öğrendikleri gücün doğru kullanılması gerektiğine dair onu eğitmişti. Güç kullanılmadığı sürece gerçek güçtü.

Yerden kalktı ve Mehmet’in göz mesafesine gelerek ve yüzünü bir karış mesafe kalacak şekilde Mehmet’in suratına yaklaştırarak ona 5 saniye baktı. Sanki her ikisinin burunları birbirine değecek kadar yakındı. Eğitimlerde bahsedilen kişinin güvenli alanına girmişti çocuk. Ne kadar uzun bir 5 saniyeydi o. Sanki dışarıda kuşların kanat çırpışları bile duyulabilirdi o an. Mert ve güçlü bakışları Mehmet’in başını eğmesiyle sonuçlandı ve çocuk hemen oradan ayrıldı. Sakin ve endişesiz adımlarla uzaklaştı.

Mehmet’in gururu kırılmıştı. Kendinden küçük o çocuğa öfkelenmişti ancak çok az insanın yaptığı gibi o çocuk kendisine karşı çıkmış ve hatta onun baskın karakterini bile saniyeler içinde aşan ve ezen bir içsel güç ile onun karşısında durmuştu. İçten içe o çocuğa karşı saygı duymuştu bir anda derinlere bir yerde. Ancak egosunun iç sesini, vicdanını, gölgelemesiyle bir anda o saf duyguları yerini kendine acıma duygusuna ve öfkeye bıraktı. Bu kendisine duyduğu öfkeydi. Neyi yanlış yaptım ve hayatın bana mesajı neydi diye kendisine soracağına kendisini suçlamaya başladı öfkeyle.

Ne kavga olmuştu ne de sözlü bir münakaşa ama o genç çocuk kendi içsel gücü, metaneti ve kendi gücünü bilerek Mehmet’in kontrolsüz gücüne karşın birkaç saniye de Mehmet’e haddini bildirmiş ve kavga dövüş olmadan da oradan dimdik ayrılmıştı. Mehmet ise bedenen dik yürüyordu, ama aklı kamburdu, kanatları kırıktı.

Diğer 4 arkadaşı “üzülme” diyerek Mehmet’in sırtını sıvazlayarak onu teselli etmeye çalıştılar. Ancak Fazıl biliyordu ki o son bir saat içinde ne olduysa hem Mehmet’e hem de tüm arkadaşlarına hayat büyük bir mesaj vermişti. Hayat öyle adildi ki, yapılan hiçbir şey adaletsiz kalmıyordu. Uzak Doğu felsefesinde “karma” denilen şey bir kere yaratıldı mı bir kere, karmayı yaratan ektiğini biçiyordu. Hem de ilk fırsatta. Kadimlerin “düşüncelerinizden bile sorumlusunuz” dedikleri ne doğruydu. Hele bir de düşünce söz frekansı ile evrene iletildi mi; işte kişinin karması mühürleniyordu ta ki hayat tiyatrosu onu eksiği ile sınayıp, kişi hatasını anlayıp düzeltene kadar.

İşte o gün öğlen vakti olan da buydu. “Ben oldum” demek ne haddimize. Bu tam anlamıyla şirk. Ben oldum demek son noktadayım demekti ve kim buna cüret edebilirdi ki malın mülkün O’na ait olduğu bu dünyada. Ne şanslı ki hayat ona hatasının hemen ardından, geciktirmeden ayna tutmuştu. Yaşamın bilgeliği ona hemen diğer insanlar üstünden konuşmuştu.

O öğlen Mehmet’in bunu ne kadar gördüğünden emin değildi Fazıl. Zira Mehmet asık bir surat ve negatif bir enerjiyle, kafasında dönen saf olamayan düşüncelerle kafeden ayrılmıştı. Herkes o gün kendi kaşığım kadar almıştı. “Ne acıdır ki ben oldum diyen Mehmet muhtemelen hiçbir şey almamıştı ve hayat tiyatrosunda tekrar aynı sınav üstünden daha sıkı imtihan edilecekti.

Fazıl o gün kendisine bazı dersler çıkarmıştı. Allah inancını daha da pekiştirdi çünkü Hakk o öğlen kulları üstünden herkese kendi algıları kapsamında konuşmuştu. Evrensel adalet hep iş başındaydı ve işliyordu. Kişinin son bileti hemen kesilmiyor anlaması için yarattığı karmaya karşılık ektiğini biçerek hatasını anlaması ve düzeltmesi isteniyordu. Ektiği kadar biçecekti de, yani ölçüsüzlük de yoktu. Bu nasıl bir muhteşem merhametti öyle? Merhamet sadece acımak değildi, aynı zamanda sevdiğini korumak için ona üzülse, acı çekse bile hatasını da göstermekti.  Anlaşılmayan her mesaj öğrenilmesi zorunlu olduğundan tekrar tekrar kişinin önüne farklı tiyatro sahneleri, kostümleri kadrolar ve oyuncular olarak farklı zamanlarda geliyordu. Kişiye öğrenmesi ve cüz’i iradesiyle seçim yapması için zaman da veriliyordu. Kişi yaptığı seçimleri ve seçimlerinin sorumluluğunu üstlenmesi ile eğitiliyordu. Bu bir yolculuktu. Sonsuz bir yolculuk ve insanın yapabileceği hayatın içinde ona verilen mesajları okuyarak bu yolda ışığa yaklaşmaya çabalamasıydı. Bundan daha başka yapabileceği yoktu. Yapılacak en iyi iş hayat kitabını okumaktı çünkü hayat kitabı yazan da bizdik, okuyanda. Hayat ise sadece bir aynaydı.

Sevgiler,

Kenan

 

https://twitter.com/Naacel

https://www.facebook.com/public/Kenan-Kolday

http://naacel.blogspot.co.uk/

http://www.felsefetasi.org/author/kenan-kolday/

 

 

 

 
Toplam blog
: 245
: 1347
Kayıt tarihi
: 29.10.12
 
 

Çocukluğumdan beri kendimden büyük bir şeyleri arayıp durdum. Ve 1999 yılında yaşadığım şoklar il..