Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Aralık '11

 
Kategori
Fotoğraf
 

San’at eseri değil, sadece tesadüf eseri olanlar

YAZI DİZİSİ: 07

Türk insanı – Türk’ün san’at anlayışı – Türk fotograf tarihçesine özet bakış –  Türk’ün Dünya ülkeleri önünde medeniyet katına çıkamama sebepleri – San’at dünyasında acı rekabetin vurduğu piyasa ve iş adamları – Adı rekabet olan, aslı rezaleti aşamayan işler sonunda, bugün Türkiye’nin vardığı olumsuz  neticeler.

Mimar Başı Ahmet, Ayasofya’nın İki ince minaresinin mimarıdır. Mimar Sinan da Ayasofya’nın iki kalın minaresini imar etmiştir.. Mimar Başının minareleri alışıldık ince zarif minarelerden olmakla birlikte, Ayasofya’ya göre yanlıştır. Zîra, Ayasofya’nın külliyesine ancak Sinan’ın yaptığı kalınlıkta ve hatta o kütlükteki minareler, tabiî ve akademik olarak daha uygundur. Dersimiz mimarî değildir ama, eser için san’atı ve san’at ile insan rabıtasını külliyen anlamazsak, bu yazının dünden ve günden  yarınlara taşımak istediği amacı da tam kavrayamayız. San’atkâr denilen şahıs, icra edeceği san’at her ne ise; o icraatın sonunda ortaya çıkacak eseri için, uzunca boylu düşünmek mecburiyetindedir. Estetik ve akademik kaygılarla tasarlanmamış, uzun müddet düşünülmeden uygulanmış her eser, eser olmaktan çok geridir. Bu dediğime en güzel misâl de, İki ayrı mimar tarafından inşa olunmuş olan, önümüzdeki İki çift Ayasofya minaresidir. Tek başlarına Sinan’ın minareleri alışıldık dışıdır. Ama Mimar Başının minareleri daha estetiktir. Ancak bu minareler Ayasofya ile bir araya gelince, külliye ile uyum içinde olan minareler, Sinan’a ait olan minarelerdir.

Var sayalım ki; bir ressam ile bir fotografçı, aynı noktadan aynı konuya baksalar, ressam Bir saatlik bir çalışma neticesinde, tuval üzerine tüm gördüklerini aynı ile ve mükemmel bir şekilde resmetse, fotografçı da aynı görüntüyü bir deklanşöre basmakla, mükemmel bir şekilde film üstüne kaydetse; Sizce bunların hangisi, bir san’at eseri olur? Heyecana hiç gerek yok. Esasen her ikisi de hiçbir şey olmaz. Çünkü her ikisi de tasarım ve düşünce dışıdır. Mevcudun bir kopyasıdır. Resimde daha fazla işçilik vardır. Fotografta o da yoktur. Dijitâl dünya sayesinde, ortada banyo edilecek Bir film falan da kalmamıştır. Bu kadar Allah verdi de oldu bir işe “San’at” demek çok ayıp olur. Maalesef genel kabul, buna çok yakın olduğu için, zaten çok uzun zamandan beri de, fotograf san’atı ve san’atkârları adına, çok ayıp da olmaktadır.

Bütün bu karmaşaya mahâl vermemek için, fotograf makinesi ve fotograf filmini icat etmiş olan insanlar, zaman içinde daha henüz bizim keşfedemediğimiz bir ayrıma da gitmeyi, fevkalâde yerinde bulmuşlardır. Aynen tıp ilminde olduğu gibi, hem teknik hem pratik, hem de tatbikî olarak, fotograf zanaatını da branşlara ayırmışlardır. Bu uzun ayrımda belli başlı yer alan dallar: Tıp, tabiat, hayvan, sualtı, çocuk, aile, moda, turizm, harp, siyaset, hatıra, sanayii, o an, makro kozmos, mikro kozmos, şehircilik, mimarî, masaüstü, adlî, çıplak, reklâm, star, san’at ve multivizyon fotografçılığı gibi bölümlerden oluşmaktadır. Her halde takdir edersiniz ki; dahası da olan bütün bu dalları, sadece san’at altında toplamak asla mümkün değildir. Bunu denemek bile, bizlerden çoğunun karıştırıp, yaptığı gibi çok da komik bir vasıflandırma olur. Ezcümle bugün bu Dünya şartlarında, müze açarken de, pastahane açarken de, ağzını açarken de herkes gayet düzgün ve Evrensel düşünmekle, tarafsız olmakla ve öyle de hareket etmekle yükümlü bulunmaktadır. Aksi halde yaptığınız her ne olursa olsun; san’at eseri değil, sadece tesadüf eseri olur.

Tabiî bu ülke için esas suâl şudur. Dünya fotograf ve fotografçıları branşlar halinde mütalâa ederken, biz neden san’at kapısında ite kaka bir otobüse binmiş gibi, yer kapmaya çalışıyoruz? Bunun bilinç altı, bilinç dışı, bilinç üstü çok sebebi, olabilir. Sebepler her ne olursa olsun; fert kendini her nerede ve her ne konumda ilân edecek olursa olsun. Evrensel doğruyu, saçmalıklarla değiştirmek mümkün değildir. Bunu bilen aklı başında fotograf erbabı da, diğer meslektaşlarına zaten terbiye dışı davranmaktan, yıllardır büyük bir özenle kaçınmaktadır. Bir grubun yıllar süren bu efendiliği, başka birkaç kişi tarafından, bu kerre de istismar edilmemiş olsaydı; belki ben bile içimi acıtan bu yazı dizisini, kaleme almazdım. Ve fakat bu yazı dizisini kaleme alıyorum ki; ardımızdan gelenler, biz neslin yaşadığı yanlışları yaşamasınlar. Belki biz duayenleri bu itiş kakış hâl için, haklı kılabilecek sebepler bulunabilir. Ancak yeni yetişenlerin itişip kakışmak için, hiçbir sebebi de, vakti de, lüksü de olmayacağı kesindir. AB’ye girdiğimiz gün, oradan bomba gibi eğitilmiş olarak buraya gelenler, pek çok konuda pek çok kişinin başını yiyecektir.

Türkiye’de çok insan vicdan ile cüzdan arasına sıkışıp kaldığı için, meslekî imkânları el verdiği nispette, her işe koşmayı tercih ederek, bir dalda bilindik, bir kişi olmaktan kaçınmış, zarureten ağacın tümüne sahip çıkmak isterken, pek bir şey de olamadan güdük kalmıştır. Bu sebeple de, muhtemelen fotograf işleri ile ilgilenen ve geçimini bu meslekten sağlayan bizler, müşteri tarafından bir gün sincap, diğer gün traktör, başka gün çamaşır tozu, hafta başı Efes harabeleri, hafta sonu kaşık, aşık, tas, tava, takunya gibi, önümüze konulanları, tefrik etmeden çekmişizdir. Bu durum gerçekten vahim bir durumdur. Bu durum, bu işi yapanın, sadece kendisini aldatması anlamına gelmez. Asıl aldattığı kişiler, parasını aldığı müşterisi olan kişilerdir. Onun üzerinden de aldattığı doğrudan doğruya kendi milletidir. Ve nitekim, sanayii ya da reklâm fotografçılığına soyunan çok kişinin yarattığı, piyasaya dar ya da bol gelen inanılmaz sıkıntılar meydana gelmiştir. Hele multivizyon işine soyunanların bazıları, ki bu kişiler bir elin parmakları kadardır. Her zücaciyeciye fil sürülerini aratır nitelikte, vahim ve elim bir manzara arz etmişler ve sanayici için çok elzem olan bir medya dalını da, O dalı yanlış kullanarak sanayici menfaatlerini de perişân etmişlerdir. Türkiye fotograf tarihi arşivlerine girmesi gereken, bu bilgiler sebebi ile kayda geçmesini istediğim bazı konuları, bu yazı dizisi esnasında, açıkça anlatacak olduğumdan; şimdi bu olaylara yer vermiyorum. Ancak tekrar ediyorum. Hiçbir beyin bu kadar karmakarışık çekim düzeyini ve düzenini kaldırma gücüne sahip değildir. Parasızlık anlaşılabilir bir iştir. Ancak parasızlık sebebi ile arsızlığı anlamak ve hafife almak mümkün değildir. Bu sebeple ben, meslek ahlâkım için, kendi adıma Otuz yıl önce, çekim hududumu epeyi daraltmışımdır. O daralma yetmemiş, sonra bir kez daha daraltmışımdır. Ve sadece multivizyon reklâm ve san’at  için fotograflar çekmeye başlamışımdır. Bilenler iyi bilirler ki; bu düzey bile, ayda 1.000 ile 1.500 kullanılabilir, üstelik multivizyon içinse, imtizaç içinde birlikte kullanılabilir, ekran düzeni çok zor fotograflara tekabül eder. Tek fotografta bile müşterisi ile sorun yaşamış bir fotografçının, sırf bol para var diye, multivizyon gibi kısa metraj film yapımından çok daha zor, üst seviye san’at bilgisi ve hatta birkaç konuda deha sahibi olmayı gerektiren bir işe soyunmasının neticesi, tabiî hüsrân olur. Maalesef bu hüsran fazla da olmuştur. Ve bu hüsran, Türk sanayiî ve ticarî piyasaları için, hiç de hoş olmamıştır.

Rahmetli Sami Güner’i çok severdim. Kendisi değerli bir bankacı olarak, emekli olduktan sonra, herhâlde hobisini fobisi haline getirmek için, Beyoğlu’nda bir stüdyo açmış, O da her  fotografçı gibi, önüne konulan objeleri büyük bir iyi niyet ile çekmeye çalışıyordu. Ben de Beyoğlu’na indiğimde, bazen kendisine uğrardım. Yine böyle bir gün uğradığım için pek sevinmişti. Zira, ecnebi bir manken ile arasında tercümanlık yapmam, Onun işini kolaylaştıracaktı. Çekim hazırdı. Manken reklâmı yapılacak pardösüyü giyidi. Ve Sami Bey yerini alınca, ecnebi manken, saniye başına bir poz değiştirmek sureti ile kendi profesyonel işini yapmaya başladı. Üstelik bu işi gayet de iyi yapmaktaydı. Her şey iyi  hoş da, o zamanlar hiçbir fotografçıda stüdyo flâşı yoktu ki, Sami Bey ne yapsın? Rahmetli bana dönüp “-Haydar, bu hatun ne zaman duracak? Söyle de dursun.” dedi. Rahmetlinin hiç ecnebi bir manken ile çalışmadığı aşikârdı. O ecnebi mankenin de ilk kez bir Türk fotografçı ile çalıştığı ortadaydı. Ben bir an, kime ne diyeceğimi şaşırdım. Sonra mankene, “- Sayın Güner, bu fotografın dramatik olmasını istediği için, flâş kullanmıyor. Dolayısı ile pozunu ver ve bekle.” dedim. Ve tabiî mankenin yalanımın anlaşılmaması için dua ettim.  İş bitince de oradan ayrıldım. Ancak, Sami Beyin de, asistanı Garo’nun da, mankenin de, benim de, sıkıntı çekmiş olduğumuz kesindi. Kendisine uğradığım başka bir gün, bu olaydan yola çıkarak, “- Haydar, şimdi dua ediyorum. İyi kötü biraz manken falan var. Umumhaneden hatunları manken olarak kullandığımız da olmadı değil.” dedi. Aynen bu konuşmayı Haluk (Doğanbey) Konyalı’dan da duydum. Keza, aynı duruma ben bile düştüm. Ezcümle bugün, bir zümre dijitâl ortam çocuğu olmakla övüne dursun; Allah hepsinden razı olsun ki, benden öncekilerin çektiği, benim neslin çektiği, bir miktar da bizden sonrakilerin çektikleri, Türk’ün fotografçılığı için, çok ciddi bir temel teşkil etmiştir. Bu sebeple de yaşananlar müthiş bir tarihçedir ama, bunu kaleme alacak kişi nerededir?!. Bu aşamadaki sual de, budur maalesef...

Haydar Volkan

Çiftehavızlar: 01.12.2011

Bu yazı dizisi, başlığındaki konularla ilgili olarak, devam edecektir. Lûtfen takip ediniz. Ki; bilmediğiniz çok enteresan konulara vakıf olunuz. Hem kendinizi hem de çevrenizi tanıyınız. 

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..