Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Şubat '22

 
Kategori
Öykü
 

SOMYA

SOMYA

Hava güneşli ve sıcak olmasına rağmen hafif rüzgârlıydı ve nem hiç yoktu. Bu yüzden de etrafta gelip geçen insanların yüzünde bir canlılık, bir huzur, bir neşe vardı, sanki herkes çok mutluydu. Gelip geçen insanlar yüzlerini okşasın diye rüzgâra doğru çeviriyordu… 

Elleri cebinde, yerdeki ufak tefek taşları tekmeleyerek, arada sırada ıslık çalarak, okuldaki herkesin, genellikle ders harici zamanlarda ya ders çalışmak için, ya da sohbet etmek için gittikleri parka doğru gidiyordu. Aslında amacı oraya gitmek değildi, alışkanlık olmuş o yöne doğru gidiyordu. Gidip de ne yapacaktı ki, hiç işte. Birkaç arkadaşını görürse okuldan, ya onların yanına gidecek, ya da yalnızlığı tercih edip, orada bulunan arkadaşlarını görmezden gelip kenarda bir masaya oturup kendini dinleyecekti. Yapacak bir şey olmadığı gibi, hiçbir şey de yapmak istemiyordu. Terk edilmişti, ne kadar basit değil mi? Terk edilmişti, Sebep neydi? Onu da bilmiyordu. Üzülmemiş miydi? Hayır, çok üzülmüştü, gözlerinden yaşlar sel olup akmıştı günlerce, aylarca.  Her şey anlamını yitirmişti, ne yediğini biliyor, ne içtiğini, ne baktığını, ne de gördüğünü. Yaşıyor mu? Yaşayan bir ölümü? Onun da farkında değildi. Hiç ummadığı bir anda böyle bir tokat yemişti.

Yol boyunca üzerinde meyveleriyle uzanan turunç ağaçlarının altından geçerek spor salonunun önündeki açık alana geldi, Okuldan beri yürüyordu, yorulduğunu anlayınca oturmak için bir yerler aradı, sonunda spor salonunun kenarındaki duvarın üzerindeki demir korkuluklara oturdu. Biraz nefeslendi, işte yine kendi kendineydi, “Böyle olmayacak kuvvetli olmalısın” dedi kendi kendine; “Demek ki seni hiç sevmemiş. Sevmiş olsa bile ne olacaktı, dört sene üniversite, bir buçuk sene yedek subaylık, bir iki sene de elin ekmek tutması için geçse, eder altı yedi sene, nasıl bekleyecekti ki seni? Gerçi bekleyen yok muydu? Vardı, Komşunun büyük kızı nasıl da beklemişti sevdiğini?”

Son bir haftadır, hiçbir şeyi umursamıyordu, her şeyi alaya alıyor, herkesi ti ye alıyordu. Sahte bir neşe, canlılığa bürünmüştü kimsenin anlam veremediği, içi kan ağlasa da gülüyor, coşuyor, eğleniyordu. Bu durum bazı arkadaşlarını da rahatsız etmiyor değildi açıkçası. Üniversitede okuyorlar ya, ciddi olmalıydılar, memleket meseleleri dışında başka mesele konuşmamalıydılar. Bu yüzden de kimi lümpen(seviyesiz, sefil) diyordu, kimi burjuva çocuğu, kimi de ne diyorsa diyordu, açıkçası o bilmek dahi istemiyor, gülüp geçiyordu.

Okul açılalı, yaklaşık üç ay olmuştu. Yeni dönem öğrenciler gelmiş, bir yandan yeni arkadaşlıklar, dostluklar kurulmuş, diğer yandan eğitim, öğretim tüm hızıyla devam ediyordu. Boş vakitlerde herkes toplanma yerleri olan parklarda toplanıyor, birlikte çay içiyorlardı. Biraz gürültü yapınca, parkın çaycısı arada bir nara atarak, öğrencilere “Gürültü yapmayın ülen Cumhuriyet çocukları!” diye bağırırdı. Tüm öğrencilerde onu sevip saydıkları için, gürültüyü kısa bir süre için keserdi.

Seksenli yılların başında şehirde hala gelişmemişlik hüküm sürdüğünden olsa gerek, devlet ya da özel yurt yoktu. Okula gelen öğrenciler birkaç kişi bir araya gelip şehrin değişik mahallelerinde değişik tipte evlerde kalıp okumaya çalışırlardı. Diğer yandan öğrenciler için, eşyalarının olmayışı da halledilmesi gereken önemli bir sorundu. Yatak, yorgan, yastık, battaniye vs. vs. her şey, yeni veya kullanılmış, nasıl olursa olsun, gerekliydi öğrencilere, her şeyi de memleketlerinden getirecek değillerdi ya. Gerekli olan bazı şeyleri de bu şehirden tedarik ederlerdi.

Doğup büyüdüğü şehirden gelirken bir battaniye, bir küçük halı, bir yorgan, bir yastık ve bir valizi yanına alıp, çocukluğunu, hatıralarını ve aşklarını o şehirde bırakarak gelmişti okuyacağı bu şehre. Kumaşını getirmişti ama pamuktan yatağını bu şehirde yaptırmıştı. Somyasını da bu şehirde almıştı.

Spor salonunun demir korkuluklarında oturup kendi kendine düşüncelere dalmış iken, yanına okula yeni başlayan arkadaşlarından biri geldi. Gerek dünya görüşü, gerekse hayat felsefesi olarak son derece ciddi bir arkadaştı, pek öyle espri yaptığı da söylenemezdi, tebessüm etmesinin dışında pek güldüğü de görülmemişti. Selam verdi ve o da oturdu demir korkuluklara. O ise hiçbir şeyi ciddiye almadığı için, her şeyi alaya aldığı için, yeni arkadaşı sohbetten rahatsız oldu;

“Sen hiçbir şeyi ciddiye almaz mısın?”

İçini çekti, uzaklara daldı, bir müddet sessizce bekledi ve kaşlarını çatarak;

“Sen hastaneye gitsen, doktorlar seni muayene etse ve sana deseler ki altı ay ömrün kalmış ve bu altı ayın da üç ayını yemişsen sen ne yapardın, hayatı ciddiye alır mıydın?”

“Ben, ben bunu duyduğuma çok üzüldüm, inan çok özür dilerim.”

“Önemli değil, sadece ev arkadaşlarım biliyordu, bir de şimdi sen öğrendin. Lütfen başkalarına söyleme, bana acımalarını istemem.” Bir müddet sustu, uzaklara bakıp içini çekti; “Ben ölünce Yatağımı, İspanyol gitarımı, gömleklerimi, kot ve kumaş pantolonlarımı, ayakkabılarımı evde beraber kaldığım diğer dört arkadaşa paylaştırdım, onlar alacaklar.” Bir süre daha sustu; “İşte böyle arkadaşım, neden her şeye kaygısız kaldığımı şimdi anladın mı?”

“Ben, ben çok üzgünüm inan, ne diyeceğimi bilemiyorum, çok özür dilerim.”

“Bir şey söylemen gerekmez, bana acıma, normal davran yeter.”

Birkaç saniye sonra;

 “Madem öleceksin, benim somyam yok, ben de onu alabilir miyim?”

“Tabiki alabilirsin, ancak evdeki arkadaşlara söyle de başkasına vermesinler.” Derken katıla katıla gülmemek için kendini zor tutuyordu…

 

Adnan Şişman

24 Eylül 2012, 01:20, İzmir

 
Toplam blog
: 177
: 9
Kayıt tarihi
: 21.08.15
 
 

1961 yılının sıcacık Temmuz ayının 12. Günü sabah serinliğinde, Üsküdar Zeynep Kamil doğum hastan..