Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mart '11

 
Kategori
Öykü
 

Spaziba

Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Camili Köyü’nde de o gün bunaltıcı bir yaz havası hakimdi. Bu denli sıcak olmasına rağmen hafiften terlemeye başlamış olan ellerini yarıya kadar pantolonunun ceplerine koydu, köy mezarlığına yakın olan evinden çıktı. Her nedense içini nedenini anlayamadığı bir sıkıntı kaplamıştı. Bu nahoş duyguyu bertaraf edip, oluşan istem dışı kasvetten kurtulmak için kendisini zor bela dışarı attı. On dokuz yaşındaydı. Küçücük buğday tenli suratının her yanını artık iyiden iyiye sakal ve bıyık kaplamıştı. Oldu olacak; ince üst dudağının üstüne parıldayan kıllardan oluşan incecik bir de bıyık bırakma hazırlığındaydı. Bu hazırlık yeni, köklü bir imajın hazırlığıydı.

Bir kaç aydır köyden bir kıza dehşetli vurulmuştu ve bu kızın adı Fate’ydi. O yıllarda elbette Büyük Camili köyü şimdilerde olduğu kadar büyük değildi. Yaklaşık elli haneden oluşan Büyük Camili dağınık bir yerleşim bölgesine sahip olduğundan, insana ilk bakışta büyükçe bir köy intibası veriyordu. Kısa boylu tombulca, kömür karası saçları, ela gözleri, kar beyazı teni olan sevdiği Fate de hemen karşı mahallede tepenin yamacında oturuyordu. Delikanlıı günde on kez saçlarını ıslatıp siyah sık dişli kemik bir kadın tarağıyla tarıyor, Fate’nin evinin yakınından çaktırmadan geçmeye çalışıyordu. Uzaktan da olsa hem Fate’yi görebilmeyi hem de kendisini ona fark ettirmeyi, (hani kanadı kırık bir kuş misali çırpınaduran) sevgi dolu yüreğinin daha hızlı atmasına da mani olamadan, bunu deliler gibi arzuluyordu. Her şey iyi hoştu ama şu boyu da hani birazcık daha akranları gibi uzun olsaydı, kıyamet mi kopardı! Gerçi sevdiği de öyle selvi boylu değildi. Ama ne de olsa o erkekti ve boyunun sevdiceğine kıyasla toplumun belirlediği ölçütlere göre; biraz daha uzun olması gerekiyordu.

Günlük olarak traş olmayı kendisine bir gelenek haline getirmişti. Fakat son bir haftadır traş olurken, çatık küçük gözlerinin hizasında başlayan pek büyük olmayan biçimli burnunun altındaki bölgeye dokunmuyordu. Artık o da değişik bir görünüme sahip olmak istiyordu. Evden çıkmadan önce duvara asıldığı günden beri yeşil bir bez parçasının süs olsun diye üstüne sarkıtıldığı ve her nedense hep eğri duran yer yer sineklerin kirlettiği aynaya doğru baktı, içindeki sıkıntıya rağmen gülümseyip, baş ve işaret parmaklarını açıp, daha yeni belirmeye başlayan bıyıklarının üzerinde gezdirdi. Boyunun kısalığını belirleyen kısa bacakları ile ağır ve dingin adımlar atıyor, bir yandan da düşünüyordu.

Adı Yusuf’du. Fakat ilerleyen yıllarda köylüleri ona önce Mıllı Yusuf, daha sonraları da nereden bulup buluşturdular bilinmez, Lilo adını taktılar. Bundan sonraki yaşamında o hep köyünün Lilo’su oldu. İnsanda herhangi

bir çamaşır deterjanının adını çağrıştıran bu isim, doğrusu kendisine çok yakışmıştı. O da bundan pek şikayetçi olmadığı gibi zamanla bunu benimsedi. Mıllı ve Yusuf adları zamanla unutuldu. Adı Lilo olarak kalakaldı.

Osmanlı İmparatorluğu yer yer çatırdayıp sallanıyor, her geçen gün bir tavan direği yıkılırken, devasa İmparatorluk gün be gün daha bir küçülüyordu. Avrupa ülkeleri kendilerine sürekli tehdit unsuru olarak gördükleri bu gücün söz konusu kötü gidişatından bir hayli memnun kalarak, onu çok geçmeden “hasta adam”olarak adlandırdılar. Su misali akan zaman beraberinde yeni bir cephede yeni bir savaş kaybettiriyor ve imparatorluğun hükümranlığı altında bulunan topraklardan bir kısmı peyder pey elden gidiyordu.

En son yaşanan ve Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecini başlatan hicri takvime göre 1293 yılında yapıldığından dolayı “Doksan Üç Harbi 1877 - 1878” olarak anılan yenilginin ardından Ruslara Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Erzurum çevresi bırakılmıştı.

Lilo ellerini yaz ortasında şalvarının ceplerine koyup, mezarlıklara doğru volta atarken, Turancılık hayallerinin peşinde koşan Osmanlı komutanlarından Enver Paşa da ülkeyi yeni bir çıkmaza sokmanın hazırlıkları içindeydi.

Lilo ellerini bir an ceplerinden çıkardı ve karşıdan gözüken Küçük Camili Köyü’ ne doğru baktı. Ülkede belli bir karmaşanın olduğunu sezinliyordu. Her an her şey olabilirdi. Uzaktan beş atlının hızla kendi köyüne doğru gelmekte olduğunu ve iyice baktığında bunların asker olduğunu anlamakta fazla gecikmedi. Yüreğine ani bir sızı girdi. Bu sızı gidip yüreğinde sabahtan beri istenmeyen misafir olan sıkıntı ile bir araya gelip, baş köşeye oturdu. Duyduğu sıkıntının nedenini şimdi anlar gibi olmuştu. Ön sezisi güçlüydü. Belki de korktuğu olacaktı. Sakın yine savaş çıkmış olmasındı. Çok geçmeden köy meydanına gelen ve atlarını zapt etmekte zorlanan askerlerden ince uzun sarkık bıyıklı bir başçavuş, ülkede seferberlik ilan edildiğini açıkladı ve askere gitmesi gereken gençlerin isimlerini bir bir okuduğunda Lilo da kendi ismini duydu. Ferman Padişahındı, büyük yerdendi ve kesindi. Gelen emre göre hemen ertesi günü hazırlıklar yapılıp yola çıkılması gerekiyordu. Lilo ve arkadaşları buruk duygular içinde hazırlıklarını tamamlayıp, at sırtında günlerce sürecek olan yolculuklarının hazırlıklarını yaptılar. Yola çıkmadan Lilo da arkadaşları gibi akrabaları, arkadaşları ve ailesi ile helalleşip birbirlerinden güç bela kopabilmişlerdi. Babası Melle ve annesi saatlerce hıçkırıklara boğularak ağladılar. Oğullarının ardından atının nallarına baka baka bir kova su döküp, akan su misali onun kendilerine tekrardan dönmesi için uzun uzun bildikleri tüm duaları okudular. Lilo yola çıkmadan son bir kez Fate’yi görmeyi çok istedi. Bu zaman darlığında bulduğu ilk fırsatta, sevdiği kızın evinin etrafında bir iki tur attıysa da gözleri sevdalı olduğu, yanıp tutuştuğu bu bedenle buluşup, bu güzelliğe kenetlenmedi. Büyük bir üzüntü ile evine doğru yola koyuldu. Ağır adımlarla yürürken bir yandan da düşünüyordu.

Gidip dönmemek ve gelip de görememek gibi insani pek mutlu kılmayan soyut ihtimallerin vermiş olduğu burukluk gelip boğazında düğümlendi. Dünyası bu hüzün dolu sevdanın getirisi olan bedbahtlıktan dolayı adeta alt üst olmuştu. Daha Fate’ye onu sevdiğine dair bir işmar dahi eylememişti. Acaba Fate de kendisini seviyor muydu. Aman Allahım karşılığı ne kadar zordu bu sualin. Peki ya seviyorsa, kendisini bekleyecek miydi? Öyle ya sevmeseydi evlerinin etrafında dolandığını gördüğü zaman, elbette gider kendisini evine kapatırdı. Durup dururken onun gelişini görünce; dışarı çıkıp, kapılarının önünü uzun uzadıya süpürmezdi. Kapılarının önü dediğin yerde şunun şurasında iki adımlık yerdi. Taş çatlasın beş dakikada hemencecik süpürülüverilirdi. Demek sevdası karşılıksız, sıradan platonik bir sevda değildi. Kendi kendisini teselli ededururken evine geldiğini fark etti. Derdini kimselere açamazdı da. Boğazı ard arda düğümlenirken kapıyı açıp içeri daldı. Evde bir nevi matem havası vardı. Biraz önceki olumlu avuntularını düşünüp kendisine gelmeye çalıştı. Hayata ne kadar da bağlıydı. Tam da işler yoluna yeni yeni girmiş ve o da işin kötüsü sevdalanmışken. Bu sevgiye, sevgiliye ne kadar da ihtiyacı vardı. Bu sevgi ve sevgili ki onun dünyasını kim bilir ne denli altüst edip; iyiden, güzelden ve aşktan yana değiştirecekti. Aslında Fate’den yana umut yok değildi. Bu umut kendisini biraz daha iyi hissetmesini sağlayınca, içi bir hoş oldu. Kendi kendisine ince bıyıklarının altından gülümseyiverdi. Dakikalarca gözlerini evinin tavanındaki direklere dikip, hayal kurdu. Fate güllü fistanını giymiş, kan ter içinde yine evlerinin önünü süpürüyordu. Artık onun kalbinde de birilerine hem de baş köşede yer vardı. O yer her daim onundu ve o oraya baş göz üstüne gelmişti.

Günlerce at sırtında koşturup zor, uzun ve oldukça zahmetli bir yolculuğun ardından gelip birliklerine teslim oldular. Kışlada alabildiğine bir karmaşa vardı. Ortalık deyim yerindeyse tam bir ana baba günüydü. Askerler dört bir yana ne yaptıklarını bilmeden, verilen emirleri harfiyen yerine getirmek için hummalı bir koşturmaca içine girmişlerdi. Büyük hazırlıklar yapılıyordu. Görünen o ki kanlı bir savaşın daha eli kulağındaydı. Ne yazık ki yine binlerce insan cephede bir kaç kişinin ihtirasları için canlarından olacak, kızıl kanları oluk gibi kara toprağa akacaktı. Olan yine sıradan insanlara olacaktı.

Lilo olup biteni kavramakta bir hayli zorlandı. Kime ne diyeceğini ve ne soracağını şaşırdı. Böylesi bir karmaşaya ayak uydurmak çok zordu. Kimse kendisinin farkında bile değildi. Neredeyse ayak altında ezilecekti. En nihayetinde levazım görevlisi bir er gelip, kendisini askeri depoya götürdü. Lilo’nun üstüne çok bol gelen askeri bir üniforma bulup buluşturdu.

Ayağına da eski püskü bir postal uydurdular. Çok çetin günlerin kendisini beklediği ne kadar da belliydi. Bulunduğu askeri kışlada haftalarca süren askeri eğitim gördü. Dövüşme teknikleri, gezden – gözden – arpacıktan nişan alma, siperden sipere koşma, ateş etme ve öldürmeyle öldürülmeyle ilgili tüm eğitimleri edindi. Derken aylar geçti ve kış mevsimi gelip kendisini iyice dayattı. Kışlaya ulaşan haberler pek iç açıcı değildi. Her an cepheye sürülmeleri söz konusuydu. Beklenen haber çok soğuk bir gece yarısı geldi. Kışla alarma geçmişti. Büyük bir korku, panik ve belirsizlik bu heyecanlı yüreklere gelip, yerleşti. İnsanın başını döndüren bir karmaşa yaşanıyordu. Takvimler 22 Aralık 1914’ü tarih olarak düşüyorlardı. Yaklaşık 120 – 125 bin civarında askerin bu savaş için hazır olması gerekiyordu. Bu görev için 9. uncu ve 10. Kolordular hazır hale getirildi. Lilo 9. Kolorduda yer alıyordu. Lilo’nun bulunduğu Kolordu Sarıkamış Dağları üzerinden 10. uncu Kolordu ise Allahuekber Dağlarını aşarak Sarıkamış’da düşmanı çembere alarak, yok edeceklerdi. En kısa zamanda toparlanılıp, Sarıkamış cephesine hareket etmeleri gerekiyordu. Yıllarca önce kaybedilmiş olan Sarıkamış ve diğer topraklar düşmandan tekrar alınacaktı. Bu savaşın komutanı da o yıllarda yıldızı parlayan Enver Paşa’ydı. Verilen emirler üzerine ülkenin dört bir yanında bu saldırı için hazırlıklar yapılırken Lilo ve arkadaşları da gece yarısı derin uykularından uyandırıldılar. Lilo elbiselerini çarçabuk giydi, fakat tüm aramalarına karşın bağcıkları iyice kısalmış, hafiften ayağını vuran postallarından birini bulamamıştı. Her tarafa baktı. Tam umutsuzluğa kapılmıştı ki, iki ranza ileride Erzurum’lu Fethi çavuş’un yatağının altında postalını bulup, aceleyle ayağına geçirdi ve toplanma yerine hızla koştu. Askerler verilen komutlarla daha kimi düğmesini, kimi postallarının bağcıklarını tam bağlamamış halde hazır ola geçti. Gecenin zifiri karanlığında ve askerlerin kemiklerine işleyen soğuğun da etkisiyle; kimsenin gıkı çıkmıyordu. Herkes tekmil hazır olda ağızlarını kapatıp kıpırtısız durmaya çalışırken, yine de ağızlarından ve burun deliklerinden buhar dumanları yükselterek, olup biteni pür dikkat anlamaya çalışıyorlardı. Lilo bir ara kendisini kaybederek hazır olda dalıp gerilere köyü Camili’ye kadar uzandı. Hayalinde yine karşı mahalleye doğru uzandı ve Fate’nin yine evinin önünü süpürdüğünü gördü. Köyde Fate’yi hep bu şekilde hayal ediyordu. Bu hayal karelerini değiştirmekte zorlanıyordu. Çünkü onu hep evinin önünü süpürürken görmüştü. Kalbi hızla atmaya başlamıştı ki, yanı başında olan tertibi Maraş’lı Ökkeş’in kendisini dürtmesiyle:

“Oğlum kendine gel, ne oluyor sana kendi kendine gülüyorsun. Kafayı mı yedin? Şimdi görecekler.” deyince kendisini yine askeriyede buldu.

Derken fazla geçmeden omuzları ve sol göğsü bir çok apoletle yüklü olan ve yerinde duramayan, habire askerlerin önünde gidip gelmekte olan bir subay söze girdi. Tarihten ve geçmişte yaşanan kahramanlıklardan uzun uzadıya bahsediyordu. Sözü epeyce dolandırdıktan sonra, Sarıkamış ve çevresinin düşman Ruslardan nasıl alınacağına getirdi. Bu kutsal savaş için “vatan, millet, Sakarya” teranelerinin altını çizerek, bu kutsal dava için, yola çıkmak üzere toplandıklarını anlattı.

Sabaha kadar gerekli diğer hazırlıklar yapıldı. Sabah şafak sökerken bütün askerler yıllarca sürecek bir ölüm kalım savaşı için yola koyuldular. Kış koşulları oldukça acımasızdı. Yeteri derecede erzak, yiyecek ve donanım yoktu. Cepheye varmaları günlerce sürdü. Düşman da gerekli tüm hazırlıklarını yapmış, tekmil hasımlarını bekliyordu.

Her kış mevsiminde olduğu gibi bu bölgede yine korkunç soğuk bir hava hakimdi. Dört bir yan bir metreye varan karlarla örtülüydü. Zemheri ayı kendisini tüm özellikleri ile ortaya koyuyordu. Soğuk neredeyse sıfırın altında eksi kırk dereceye kadar düşmüştü. Günlerce dağ, tepe demeden yürüdüler. Savaş öncesi bölgeyi belirlemek maksadı ile verilen raporlar gerçeğe hiç uymuyordu. Sonuçta tek kurşun atmadan binlerce asker yollarda donarak öldü. Geride kalan ölü askerleri kurtlar ve yırtıcı kuşlar anında yiyip bitiriyorlardı. Asker etinden tüm yırtıcı hayvanlar her gün gönüllerince ziyafet çekiyorlardı. Geriye dönülüp bakıldığında yol boyunca binlerce asker donmuş, gözleri yırtıcı kuşlar tarafından çıkarılmış, kimisinin de kolu ve ayağı kurtlar tarafından parçalanmış vaziyetteydi. Yer yer insan boyunu aşan kar, tipi ve dayanılmaz açlık. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Atlarını teker teker öldürüp hayatta kalma mücadelesi verdiler. Atları onlar için çok anlamlı ve vazgeçilmez olmasına karşın böylesi bir durumda yapılacak başka bir şey yoktu. Belki de insanoğlu böylesi bir vahşetle ilk kez karşı karşıya geliyordu. Tarih büyük bir vahşete tanıklık edip, kara defter insanın tüylerini ürperten sayfalarla doluyordu.

Fakat yaşanan bu vahşete rağmen Komutan Enver Paşa geri adım atmadı. Ne olursa olsun Sarıkamış’a ulaşılacak ve en hafif bir yılgınlık gösteren asker anında kurşuna dizilecekti. Bir kaç gün içinde Lilo’nun ve diğer Kolordunun askerlerinden 90.000 asker “Turan Fatihi”nin, “Sarıkamış Fatihi” olması uğruna donarak öldü. Lilo ve Urfa’lı en yakın arkadaşı Süleyman bu savaşta mucize eseri sağ kalanlardandı. Sarıkamış’a kadar Lilo önde Süleyman ise arkada onu kollayarak yürüyordu. Lilo bir yerde hayatını bu gerçek dostuna borçluydu. Süleyman iri yarı, boylu poslu, güçlü kuvvetli biriydi. Düştüğü kar çukurlarından Lilo’yu küçük bir paket gibi alıp çıkarıyordu. Durmadan ona Mem û Zin destanını okuyor ve onun moralini yüksek tutmaya çalışıyordu. Mem û Zin destanı bitmek nedir bilmiyordu. Süleyman günlerce yarıda kaldığı bu destanı kaldığı yerden devam ederek Lilo’ya yanık bir sesle söylüyordu. Süleyman her zaman kol kanat gererken, Lilo’nun donarak ölmemesi için ayaklarını ellerini ve tüm bedenini ovarak, onu hayatta tutuyordu. Küçük bir asker grubuyla Sarıkamış’a kadar geldiler. Lilo ve arkadaşlarını Rus askerleri Sarıkamış’ta esir aldılar. Rus ordusunun başında bulunan komutan:

“Allahuekber ve Sarıkamış Dağlarındaki Türk askerlerini ne yazık ki esir alamadım. Çünkü bunlar benden önce Allah’larına teslim olmuşlardı.” demek zorunda kaldı.

Ruslar Lilo ve arkadaşlarına çok iyi davranıyorlardı. Esirlik muamelesi görmüyorlardı, ama yine de her şeyden daha değerli olan özgürlükleri ellerinden alınmıştı. Bu esirlik hayatı yıllarca sürdü. Lilo kısa sürede tarzanca da olsa Rusçayı söktü ve kuşların ötüşünü andıran bu dili çok sevdi. Gardiyanlarla konuşup, sorunlarını onlara aktarıyordu. Bu arada Rusya’da da yer yerinden oynuyordu. Dışarıdaki hareketliliği gardiyanlar onların anlayabileceği şekilde Lilo ve arkadaşlarına anlatmaya çalışıyorlardı. Ülkede işçiler, öğrenciler, köylüler, ezilenler, sömürüye karşı olanlar ve tüm dar gelirliler Çarlığa karşı örgütlenerek ayaklanıyorlardı. Çok büyük ve oldukça örgütlü bir başkaldırı hakimdi. Bu başkaldırının mimarı V. İ. Lenin’di. Çok geçmeden Çarlık Rusyası yerle bir edildi ve Lenin önderliğinde 17 Ekim 1917 de Rusya Çarlığı da yerini yeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine bıraktı. 17 Ekim devriminin ardından yapılan mübadeleler sonunda Lilo ve arkadaşları ülkelerine yeniden döndüler.

Lilo köyünden, akrabalarından ve en önemlisi de Fate’den yıllardır ayrı kalmıştı. Günlerce süren bir yolculuğun ardından en nihayetinde köyü Büyük Camili’ye geldi. Ailesi, akrabaları ve arkadaşları gözlerine inanamıyorlardı. Oysa onlar Lilo’yu ölü biliyorlardı. Anne ve babası ellerini havaya kaldırıp, tanrının bu gününe binlerce kez dua ettiler. Oğullarına dakikalarca sarılıp, hasretlik giderdiler.

Akrabaları hasretle ona sarılırlarken, Lilo da Fate’yi düşünüyordu. Acaba Fate kendisini beklemiş miydi. Onun evlenmiş olabileceğine ihtimal bile vermek istemiyordu. Epeyce bir zaman geçtikten sonra annesinden bir yolunu bulup, çaktırmadan köyde kimlerin öldüğünü, kimlerin evlendiğini tek tek sordu. Annesi ölenler ve de evlenenleri tek tek anlattı. Fakat Lilo sorusuna yanıt alamamıştı. Daha fazla dayanamadan sordu.

“Edde le Fate çir bu? Ew ji zewici? – Anne Fate ne oldu? O da evlendi mi?” diye sorunca annesi oğlunun ne denli bir kara sevdaya tutulduğunu çarçabuk anladı. Anne yüreği büyük bir üzüntü duymasına rağmen, açıklamaktan başka çaresi yoktu.

“Ere lawe min Fat ji zewici. – Evet oğlum Fate de evlendi”der demez, Lilo hıçkıra hıçkıra ağlayıp, yine köy mezarlığına doğru uzandı. Annesi ardından koşturduysa da, iyisi mi biraz kendisine gelsin istedi ve onun peşine düşmekten vazgeçti.

Lilo sevdasını kalbine gömdü. Aradan aylar geçti. Anne ve babası onu baş göz etmek istediler. Gelin adayı Yukarı Hacı Bekir Köyü’den Eli Kecco’nun kızı Sultan’dı. Lilo biraz nazlandıysa da sonuçta o da öyle veya böyle evlenecekti ve razı geldi. Üç gün üç gece süren bir düğünün ardından Lilo da Bala Nüfus İdaresi’ndeki sayfasına arkadaşlarından geç de olsa, medeni hali EVLİ diye yazdırdı. Evliliğinin ardından doğan oğluna Haci adını verdi. Daha sonra bir kızı doğunca da eski sevdiğinin adını biraz revize ederek, onun adını da Fatık koydu. Diğer bir kızına da Ayşe adını koydu.

Bu arada Rusya’da öğrendiği Rusça dilinde, köyde önüne gelen herkesle (onlar da kendisini anlıyorlarmış gibi) konuşuyor ve insanlar da bu ne diyor diye kendi kendisine soruyordu. Havasına diyecek yoktu. Yabancı bir dili bilmenin cakasını her yerde atıyordu.

Karısı Sultan’la yine de beklemediği bir oranda mutlu bir evlilik sürdürüyordu. Her evlilikte olduğu gibi, elbette onun evliliğinde de ara sıra sürtüşmeler yok değildi. Lilo’nun bilinmeyen bir yönü de çok şakacı ve oldukça zeki olmasıydı. Oğlu Haci’nin doğumuyla geride kalan tüm olumsuzlukları unutmuştu. Mucize eseri atlatmış olduğu savaşı, esirlik hayatını ve bağrını bir köz gibi yakan Fate’nin yokluğu, bir nebze de olsa geride kalmıştı. Hepsinin üstüne geçici ve zoraki de olsa bir sünger çekti. Kendisini tamamen ailesine adadı. Oğlunun üzülmesine, hele de ağlamasına dayanamıyordu.

Bir bahar sabahıydı yine şafakla birlikte kalktı. Abdest almak üzere su aranırken, yandaki odadan oğlu Haci’nin ağladığını duyunca; açtı ağzını yumdu gözünü ve bildiği tüm küfürleri karısı Sultan’a sıraladı.

“Sıltan…. Sıltan eze guyi wi gündi lı ri bawi de kim. - Sultan bu köyün bokunu senin babanın sakalına çalarım.”diye küfredince, onca küfür neyse de Sultan küfrün babasına yapılmasına çok bozulmuştu. Hal vaziyet böyle olunca; baltayı taşa vurduğunu anlayan Lilo karsının gönlünü almak için çeşitli çareler düşündü. Evinin merdivenlerinden yukarı çıkmakta olan komşusu Eyşik’i ve karısı Sultanı yanına çağırdı.

“Eyşik Xuçka mine dü ye gü xwu bide? Ez li ri bawi Siltan’e bıkım. – Eyşik bacım bokunu verir misin? Onu Sultan’ın babasının sakalına süreyim.”

Eyşik utancından yerlere girip tekrar evinin yolunu tutarken, Lilo da karısına dönüp:

“Siltan’a min te di, kes guye xwu nadı. – Sultan’ım gördün işte bak kimse bokunu vermiyor.” Deyip, kırgınlığının yok yere olduğunu anlatarak; karısının gönlünü aldı.

Bu arada yıllar geçse de Fate’ye olan aşkının yangını yüreğinin derinliklerinde hala sönmemiş ve hükümranlığını hala sürdürüyordu.

Köyde yaşam mücadelesi ile geçen aylar, yıllar mevsimlerden bir sonbaharı daha getirmişti. Ağaç denilen köklü, yapraklı, dibine geniş gölgeler verip; insanların sıcak havalarda serinlemesine yardımcı olan ve üstüne üstlük meyve da veren dev bitkiler Camili de yer almadığı için, bu canlıların sonbaharın sembolü olan sarı yaprakları da olur olmaz her yerde uçuşmuyorlardı. Fakat dışarıda insana göz açtırmayan bir yağmur hakimdi. Karısı koyunlarından, Mor Koyun’un ahırda olmadığını ve gidip aramasını söyleyince; Lilo yine hiddetlendi ve yağmurun dinmesinden sonra gidip, bakacağına dair söz verdi. Yağmur yarım saat kadar daha devam etti ve ortalık çamurdan geçilmez hale geldi.

Buna rağmen Lilo karısına verdiği sözü yerine getirmek için ağır adımlarla dışarıya yöneldi. Acaba Mor Koyun nereye gitmişti. Köyün içinde dolanıp

tüm evlere bakarken, kendisini Fate’nin evinde buldu. Fate evinin penceresinden yağmur sonrası temiz havayı ve toprak kokusunu ciğerlerine

çekiyordu. Aniden Lilo’nun geldiğini görünce telaşlanıp, dışarı çıktı. Lilo aslında bu çamurlu haliyle Fate’nin gözüne gözükmeyi hiç istemiyordu.

Avlu kapısını tıklatıp, içeri daldı. Fate’nin çocukları yağmurdan fazla etkilenmemiş olan bir yerde, “Şıllık”oynuyorlardı.

Fate:

“Xalo tu bi xer hatiyi, tu li çi digeri?” diye sorunca:

Lilo yine Rusça dem vurup:

“Ya işu mayi baroşko - Koyunumu arıyorum.”diye Rusça yanıt verdi. Hiç bir şey anlamayan Fate:

“Xalo te got çı? – Dayı ne dedin?” diye sorunca; Lilo kürtçeye çevirip, koyununu aradığını yineledi. Fate koyunun kendi koyunlarının yanında olduğunu söyleyince, Lilo da büyük bir rahatlama duydu. Rusça:

“Spaziba…. Fate… Spaziba… - Teşekkürler…. Fate…. Teşekkürler…” deyip, Mor Koyununu önüne katıp, yüreğinde yıllar sonra tekarur eden bir sızıyla evinin yolunu tuttu.

“İç Anadolu’daki Kumkent’ten öyküler”

Aydın Yılmaz aydinhecibi@yahoo.com

Amsterdam, 12 Şubat 2007 aydin1960@live.nl 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..