Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ağustos '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)
 

Tren gelir, hoş gelir...


Üçüncü Bölüm / ARANYAPRATHET

Sabah kahvaltısından sonra çabucak toparlanıp, yoldan çevirdiğimiz bir taksi ile tren istasyonuna gittik. Kamboçya sınırına en yakın nokta olan Aranyaprathet için biletlerimizi aldıktan sonra, birşeyler yedik. Aslında ben yemeye çalıştım desem daha doğru olur, zira bilmeden seçtiğim yemek öylesine acıydı ki, normalde acı ile sorunu olmayan beni bile darmadağın etti. Birkaç kaşıktan sonra hıçkırmaya başladım. Can havliyle suya saldırdığımı gören kocam:

“Suyu bırak, pirinçlerinden ye.” diye müdahale etti.
“Hıck! Bu ne yahu... Hıck!.. Hıck!.. Ay midem delindi resmen... Hıck!...”

Sıcak bir yandan, ızdırabım bir yandan, kan ter içinde kalmıştım, kendimi dışarıya zor attım. Ben biraz sakinleşip, toparlandıktan sonra, trenimizin kalkacağı platformu bulduk. Beklerken, 65-70 yaşlarında olduklarını tahmin ettiğim Yeni Zelandalı bir çiftle tanıştık. Sırtlarında çantaları ile onlar da bizim gibi Kamboçya’ya gidiyorlardı. Emekli olur olmaz malı mülkü satıp yollara düşmüşler, gidilmedik ülke, gezilmedik yer bırakmamışlardı. Öyle aman aman çok paraları olmamasına, kısıtlı bir bütçeyle seyahat etmelerine rağmen, geri döndüklerinde sıkıntı çekmeyecekleri belliydi. Güzel ülkemde emeklilerin Taksim’den Kadıköy’e gitmek için dolmuş parasını zor denkleştirdiklerini düşününce, “Gözünü sevdiğimin sosyal devleti” dedim içimden, “Helâl olsun.”

Hep beraber trene bindik. Hareket eder etmez, merakla dışarıyı seyretmeye koyuldum. Bangkok’un kenar mahallerinden geçiyorduk. Tren yolunun her iki tarafında, kırık dökük barakalarda yaşayan insanlar, varolma savaşı veriyorlardı. Çıplak ayaklı çocuklar, tavukları, domuzları kovalayarak, gülüşüp, bağırışarak, oyun oynuyor, bir deri bir kemik kadınlar, leğenler içinde çamaşır yıkayıp, yemek hazırlıyorlardı. İplere asılmış sakız gibi beyaz çamaşırlara takıldı gözüm. Onca yokluk içinde bile, hem üstlerine başlarına, hem de kişisel temizliklerine gösterdikleri özen çok şaşırtıcıydı. Yapış yapış tropik sıcağa rağmen, birinin bile ter koktuğunu duymamış, ütüsüz gömlek, pantolonla dolaşan kimseyi görmemiştim. Öte yandan onlar da, bir hafta boyunca gece gündüz aynı tişörtü giyen “zengin” turistlere şaşırıyor olmalıydılar. Dünya böyle garip bir yerdi işte.

Ağır ağır ilerlemeye devam ettik. Bir-iki durak sonra içerisi bayağı kalabalıklaştı, Bangkok’un dışındaki kasaba ve köylerde yaşayan yerli halk da trenle seyahat ediyordu. Tren konforlu değildi, sert plastikten yapılmış koltuklar bir süre sonra popomuzu acıtmaya, hareketsizlikten bacaklarımız uyuşmaya başladı. Kalabalık olduğundan kalkıp dolaşma şansımız da yoktu, mecburen dişimizi sıktık. Hava almak için açık bıraktığımız pencerelerden içeri doluşan kurum her tarafımızı kapkara yapmış, daha da kötüsü gözlerime dolmuştu. Kocam:

“Ağlama tamam, döneriz yine Bangkok’a, söz.” diye dalgasını geçti.
“Bu camı kapatsak, diğerlerinden yine rüzgâr geliyor, kurtuluş yok.”
“Chumphon trenini hatırlıyor musun?”
“Nasıl unutabilirim ki?”

2002’de, kuzeydeki Lampang’dan güneydeki Chumphon’a giderken, Lampang-Bangkok hattında yataklı vagonda yaptığımız rahat yolculuk, Bangkok-Chumphon arasında mecburen normal trenle devam etmiş, sonunda öylesine kir pas içinde kalmıştık ki, tren istasyonuna turist avına gelen acenta görevlileri arasında, “Duşumuz var” diyen ilk arkadaşa sarılıp öpesim gelmişti. Koh Tao teknesi için biletlerimizi alır almaz, acentanın üst katındaki duşa koşmuştuk. Tekne, gece 12’de hareket edip, sabaha karşı adaya vardığından, Chumphon’da kalmak için bir sebep yoktu. Acentalar da sanırım bunu bildiklerinden, bu duş hizmetini icat etmişlerdi. “Hey gidi günler” diye geçirdim içimden.

“Tırnaklarımın içi bile kapkara oldu, acilen bir duşa ihtiyacım var.” dedim kocama.
“Bana öyle geliyor ki vaktinde varamayacağız. Şimdiden geciktik.” dedi.
“Hava karardıktan sonra varmak kötü olacak.”
“Evet.”

Gerçekten de Aranyaprathet’e hava karardıktan sonra vardık ve istasyonda turist bekleyen tuktuk şoförleri tarafından karşılandık. O yorgunlukla dolaşıp, otel aramak istemediğimiz için, bize önerdikleri oteli görmeyi kabul ettik. Yeni Zelandalılar bir tuktukta, biz bir tuktukta, yola çıktık. Otel pek sevimli değildi, ama yalnızca bir gece kalacağımızı düşünerek “Tamam” dedik. Kayıt işlemlerinin ardından çıktığımız odada bizi kötü bir sürpriz bekliyordu.

“Sıcak su yok!”
“Akıt biraz suyu, ısınır belki.”
“Hayır, sıcak su musluğu yok.”
“Sormadın mı resepsiyonda?”
“Sormadım, aklıma bile gelmedi olmayacağı.”

En sıcak havada bile soğuk duş yapamayan ben, bu nispeten serin akşam vaktinde hayatta soğuk suyun altına giremezdim. Söylene söylene elimi, yüzümü, ayaklarımı yıkayıp, temiz giysiler giydim. Kocam da aynısını yaptıktan sonra, birşeyler yemek için dışarı çıktık. Yemekten sonra aylak aylak dolaşırken, Yeni Zelanda’lılarla karşılaştık. Onlar da yemeklerini yemişler, otele dönüyorlardı. Birlikte birer bira içme teklifimizi, yorgun olduklarını söyleyerek, kibarca reddettiler. Bir an önce yatıp, dinlenmek istiyorlardı.

“Sınırı geçtikten sonra yola nasıl devam edeceksiniz?” diye sordu kocam.
“Poipet ile Siem Reap arasında çalışan otobüsler varmış diye yazıyor rehberde.” dedi yaşlı adam.
“Otobüs öğleden sonra kalkıyormuş.” dedi kocam. “Eğer çok pahalı değilse biz taksi ile gitmeyi planlıyoruz, isterseniz birlikte gidebiliriz.”
“Neden olmasın?” dedi yaşlı adam. “Dört kişiyiz, taksi ücretini bölüşebiliriz.”

Sabah erkenden otelin bahçesinde buluşmak üzere sözleşip, yaşlı dostlarımızdan ayrıldık. Biraz daha dolaşıp, geç vakte kadar açık olan bir pazar yerinden mango aldık. Satıcı teyze, hemen oracıkta soyduğu ve dilimlediği mangoları, adet olduğu üzere, tatlı ve yapışkan pirinçle beraber bir kutuya koydu. Yanına da küçük bir poşette hindistancevizi sosu verdi. Sanırım bu sefer mango mevsimini yakalamıştık, meyveler öylesine olgun ve ballıydı ki, benim gibi bir tatlı delisine bile başka tatlı aratmıyorlardı.

Pazarı dolaşırken, bir köşede kocaman kazanlarda garip birşeyler kaynatıldığını farkettim. İçgüdüsel olarak bir adım geri attım, ancak bizim balıkçı tezgâhlarına benzer tezgâhlar üzerinde sergilenen ve parlak ampul ışığında pırıl pırıl parlayan şişko böcekleri maalesef görmüştüm. Oracıkta çakılıp kaldığımı gören satıcı kadın ayağa kalkıp, kendi dilinde sanırım “Buyurun” mealli birşeyler söyledi, ben gülümsemeye çalışarak ve başımı iki yana sallayarak uzaklaşırken, kocam devreye girip her ikimiz adına da kadına teşekkür etti. Uzaklaştıktan sonra bile bir süre seri halde ürpermeye devam ettim. Her yerde de beni buluyorlardı yahu!

Ertesi sabah erken kalkacağımız için, daha fazla gecikmeden biz de otelimize dönüp yattık. Gece nedense pek rahat uyuyamadık. Sabah kalktığımızda önce çantalarımızı toplayıp, kahvaltı etmek için dışarı çıktık. Koskoca şehirde bizim anladığımız anlamda kahvaltı edebileceğimiz bir yer olmadığını farketmemiz bayağı uzun sürdü. Son çare olarak telâşla önümüze gelen ilk lokantaya dalıp, yerli halkın yediklerinden ısmarladık. Mayalı bir hamurdan yapılan ve içine sebze, et, balık doldurulan toplar, buharda pişiriliyor ve soya sosuyla yeniyordu. Yanına da birer fincan kahve istedik. Kahve, çok şekerli ve koyu bir kremayla servis edildi. Öğünler arasında en çok kahvaltıyı seven ve bu bağlamda zaten sabahın köründe çılgın bir deneyim yaşayan bendenize, kremalı ve şekerli kahve çok fazla geldi. Kahveyi kocama devredip, bir çay istedim.

“Niye içmedin kahveni?” diye sordu kocam.
“Kahveyi sade içtiğimi bilmiyor musun?”
“Sabah kahve içmeden olur mu?”
“Çok şekerli, midem bulandı. Çay iyi geldi.”

Anlaştığımız saatte yaşlı dostlarımızla buluşup, otelden sınıra kadar en fazla 10 dakikalık bir yolculuk yaptık. Tuktuklardan indikten sonra, çantalarımızı sırtlayıp, bir nevi sınır ticareti olduğunu tahmin ettiğim büyük bir pazar yerinden geçtik. Tayland tarafındaki pasaport kontrolünden sonra, iki ülke arasındaki tarafsız bölgede asıl sürprizle karşılaştık. Genişçe bir caddenin her iki yanı kumarhanelerle doluydu, caddenin ortasında da büyücek el arabalarıyla her iki yöne eşya taşıyan insanlardan oluşan bir kalabalık vardı. Bu inanılmaz hareketliliğin ortasında pasaport kontrol noktasının nerede olduğu bile belli değildi, birkaç kez sormak zorunda kaldık. Biz Kamboçya vizelerimizi Berlin’deki elçilikten almıştık, Yeni Zelandalılar vize kuyruğuna girdiler, biz doğrudan pasaport kontrolüne yürüdük. Sıklıkla olduğu gibi yine benim işlemlerim sıradaki herkesten daha uzun sürdü.

“Amma da uzattılar bu sefer, bak bizimkiler vizelerini bile alıp bize yetiştiler.” dedi kocam.
“Her seferinde aynı şey, evirdi çevirdi pasaportumu seksen saat.” dedim, burnumdan soluyarak.
“Belki de bu kapıdan giren ilk Türk vatandaşı sensin.”
“İlk defa Türk pasaportu gördüğü için hayran hayran her sayfasını inceledi yani... Haklısın Pollyanna.”

Yeni Zelandalıların işlemleri de bittikten sonra, hep beraber bizi otogara götürecek ücretsiz servis otobüsüne bindik. Kamboçya’ya hoş gelmiştik.

(Devam edecek...)

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..