Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '13

 
Kategori
Öykü
 

Yanlış Adrese Mektup-3

Yanlış Adrese Mektup-3
 

İnsan, doğanın öğretmen olduğu hayat okulunda okuyan bir talebedir.


Çetin Bey Merhaba,

Size yazmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim. Mektubunuzda “Yazma aynı zamanda terapi yerine de geçer.” Demişsiniz. Umarım haklı çıkarsınız. Çünkü şimdi benim gerçekten de terapiye ihtiyacım var. Saçma sapan işler yapıyorum ve her şeyi birbirine karıştırıyorum. Bütün bunları yaparken belki de bilinçli davranmıyorum. Nasıl davranırsam davranayım sonuç hiç de hoş değil.

Metin’den ayrılalı tam otuz dört gün olmuştu. Görüyorsunuz değil mi, bir yandan Metin’den ayrılmakla iyi ettiğini söyleyen öte yandan da ayrılık günlerinin çetelesini tutan bir Nilay… Gururlu bir genç kız! Ne gururu? Metin’in ayağına barışmak umuduyla giden, gururunu ayaklar altına almayı bile önemsemeyen bir Nilay.

Gitmek için bir sebep bulmalıydım. Zor da olmadı bulmak: Bana almış olduğu hediyeleri götürüp kafasına atacaktım! Gittim ve onu zamanının çoğunu geçirdiği kafede otururken buldum. Beni görünce yerinden kıpırdamadı bile. Sadece tuhaf tuhaf bakmakla yetindi. “Bana aldığın hediyeleri getirdim.” dedim. Başıyla masayı işaret ederek “Koy oraya!” dedi. Başka bir şey söyler diye biraz oyalandım. Hatta gözlerinin içine baktım. Baktım ama o gözlerde artık ben yoktum. Sadece küçümseyerek alaycı bir ifade ile bana bakan iki yabancı göz vardı!

Elimdekileri bırakıp hızlı adımlarla oradan uzaklaşmayı denedim. Biraz sonra adımlarımı yavaşlattım. Olur ya, belki peşimden koşabilir veya seslenebilirdi. Bunların hiç biri olmadı.

Bir kere daha yıkılmıştım. Eve gelip saatlerce ağladım. Bir zamanlar benim kahramanım olan Metin bu muydu? Evet, o benim kahramanımdı. Çünkü bana doğum günü hediyesi alabilmek için hırsızlık bile yapmıştı. Biliyorum, yaptığı çok kötü bir şeydi. Ancak benim için yapmış olması davranışının kötü tarafını bana unutturmuştu.

Metin özel günlerde bana hediye alamazdı, çünkü parası yoktu. Bundan dolayı çok üzülürdü. İki sene önceki doğum günümde metin elinde bir demet güzel çiçekle karşıladı beni. Çiçeklere sevinirken “Daha bitmedi.” Deyip cebinden çıkardığı pahalı bir kolyeyi de boynuma taktı. Parayı nereden bulduğu sorusu aklıma geldiyse de soramadım.

Parayı nereden bulduğu birkaç gün sonra anlaşıldı. Çünkü Metin bana hediye alabilmek için bir evi soymuştu. Evden çıkarken görenler olmuş ve onların verdikleri eşkal üzerine de yakalanmıştı. Ve hapiste geçen dört ay.

O günleri de tek tek saymıştım. Sonunda hapisten çıkmış ve çektiklerimiz unutulmuştu. Metin hapisten çıktıktan sonra maddi durumu hızla düzelmeye başladı. Çayhanelere bile gidemezken en lüks mekanlara gitmeye başladık. Aldığı hediyelerin ise haddi hesabı yoktu. Kavga edersek önce gelip özür diliyor, sonra bir hediye veriyordu. Ayrıca barışmamızı kutlamak için beni, lüks bir lokantaya veya bir gece kulübüne davet ediyordu.

Sizin de bildiğiniz gibi şimdi oldukça varlıklı bir insan. Kendisine piyango çıkmadığını ya da miras kalmadığını biliyorum. Buna rağmen nasıl kısa zamanda bu kadar kazanç elde ettiğini ise bilmiyorum. Bildiğim şu: Parası bollaştıktan sonra, benim tanıdığım Metin’in konuşmasından tutun da, bakışlarına varıncaya kadar çok değişmiş olmasıdır. Yürüyüşü, konuşması çoğunlukla bir sarhoşu andırmaya başlamıştı. Bir keresinde telefonla konuşurken “Zehirde çok büyük para var. Sen beni dinle ve bana takıl!” dediğini duymuştum. Yine de böyle pis bir işi ona yakıştıramamıştım. Şimdi de bu konudaki düşüncem değişmiş sayılmaz, ona karşı içim nefret dolu olsa bile… Bir keresinde de belinde tabanca görmüştüm. Düşmanı yoktu, aksine çok sayıda arkadaşı, dostu vardı. Buna rağmen tabanca taşımış olmasına bir anlam verememiştim.

Metin’den nefret ettiğim için kendimden utanıyorum. Yazdıklarıma şöyle bir göz attım. Şiirlerimin çoğu onunla ilgili, hikâyelerimdeki kahramanım da o. Böylesine değer verdiğim bir insandan nasıl olmuştu da nefret etmiştim, nasıl?

Bir yazar “Aşk imkânsızı silen en kuvvetli silgidir.” Diyor. Katılıyorum bu görüşe. Ancak, acaba biten bir aşkın acısını silecek bir silgi var mı? Çünkü şu an bana en çok gereken bu.

Geçen gün uzun bir süredir alış verişe gitmediğim aklıma geldi. Belki biraz açılırım, acılarımı unuturum umuduyla pazara gittim. Tezgâhların arasında dolandım durdum. Kalabalıktı.

Ben de aslında oradakiler gibi sıradan bir insandım, ama nedense herkesin bana baktığını, acıdığını zannettim. Belki de insanlar benim varlığımdan bile haberdar değillerdi, ancak ben yüzümden her şeyi okuduklarını sanıyordum.

Pazardan çıktım, eve dönmek istemiyordum. Oradan tren garına gittim. Garda üzerinde TCDD yazan banklardan birine oturdum. Az sonra yanıma yaşlı bir kadın geldi, bir şeyler mırıldandı ve oturdu. Oturmak için izin istemiş olabilirdi. Az sonra kadın kendi kendine konuşmaya başladı. Belki de ben öyle zannettim. Galiba kadıncağız bana bir şey soruyor ya da anlatıyordu. Oysa, ben onu duymuyordum ki… Trenin istasyona girerken öttürdüğü düdük sesiyle birlikte kalktı perona doğru ilerledi. Demek ki yolcuymuş.

Upuzun bir yolcu treni istasyonda durdu. Binmek için acele eden insanlar çoğunluktaydı. O nedenle kısa sürede perondakiler trendeki yerlerini almışlardı. Tren, binecek yolcu olmamasına rağmen beş dakika kadar daha bekledi. Sonra, son yolcuların da trene bindiğinden emin olan kondüktör, makiniste işaret vermek için düdüğünü ağzına götürmüştü ki kılığı kıyafeti hiç de iyi olmayan bir adamın koşarak geldiğini gördü. Yolcu olma ihtimali zayıftı, ancak gene de düdüğü öttürmek için bekledi. Adam nefes nefese kalmıştı, o nedenle trene binerken zorlandı. Tren hareket ettiğinde aynı adam pencereden dışarıya sarkıp hiç uğurlayanı olmamasına rağmen el sallamaya başladı. Bir şeylere “Allaha ısmarladık!” diyordu. Belki yaşadığı yerlere, belki anılarına, belki de kaçtığını/kaçabileceğini zannettiği kadere…

Tren gözden kayboluncaya kadar arkasından baktım. Keşke ben de bu trene binip gitseydim. Nereye mi? Hiç önemli değil; neresi olursa olsun fark etmez. Ben de trenin camından sarkıp o yoksul adam gibi el sallasaydım acılarıma!

Selamlar.

Nilay

**

Nilay Hanımefendi,

Hayat hikâyelerimizin her geçen gün birbirine daha çok benzemeye başladığını görüyorum. Neden böyle söylüyorum? Çünkü ben de Yasemin’den ayrıldım. Zaten Yasemin, hep benden umduğunu bulamadığını söyleyip duruyordu. Şimdi buna bir de sevdiği başka bir adam eklenmiş. Uzun uzadıya bunları bana anlattı. Aslında gerek yoktu bu kadar uzatmasına. “Senden ayrılmak istiyorum” deyip bitirebilirdi. Belki de yaptıklarına haklı bir gerekçe bulmaya çalışıyordu.

Tabii ki bu ilişkinin noktalanmasından, sizin kadar olmasa bile, ben de üzüntü duydum, acı çektim. Sizden daha az etkilenmemde tecrübenin rolü mutlaka vardır. Her tecrübeden bir ders çıkıyor aslında. O nedenle acılardan da ders çıkaramayanların yanına kâr kalan, sadece çektikleri acılardır.

Hikâyelerimizin benzeşmesini bir tesadüf olarak düşünmüş olabilirsiniz. Oysa ben tesadüflere pek inanmam. Ne doğada ne de kendi yaşantımda… İnsanoğlu evrende bilemediği, anlayamadığı, açıklayamadığı bazı olaylara “tesadüf” diyerek en kolay yolu seçmektedir.

Hayat oyuncusuna göre ya bir trajedi ya da bir komedidir. Her insan, hayat tiyatrosunun son perdesini tek kişilik bir oyun olarak oynamak zorundadır. Hayatımıza girenler ve çıkanlar olacak, bunlar o kadar önemli değil. Önemli olan hayatımızda kalanlardır.

Her tanıdığımı bir kalem olarak düşünürüm. Beni hayal kırıklığına uğratan kalemlerden kırmaya başlarım. Kalan kalemler bana yeter. Onlarla birlikte hayat oyununun geriye kalan bölümünü yazabilirim. İşte o nedenle üzerinde “Yasemin” yazan kalemi de kırıp çöpe attım.

Yasemin ile olan ilişkimizi özetlersem: Yalnızlığımı azaltmak amacıyla bana yaklaştığını söylemişti; ama artırmaktan başka bir şey yapmadı/yapamadı. Sonra ne mi oldu?  Çekti, gitti…

Sık sık kendime şu telkini veririm: “Hayat bazen fırtınalıdır, bulutludur, yağmurludur, karanlıktır. Ama üzülme, hep böyle devam etmez. Bazen de ortalık aydınlanır ve güneş tatlı yüzünü gösteriverir. Unutma: Her gün son günümüzdür, çünkü hayat sadece bir gündür!

Hayat; inişli, çıkışlı ve birazı da dümdüz bir yoldur. İnsan da bu yolun yolcusudur. Yolculuk sırasında sevinçlerimiz olabildiği gibi kederle de karşılaşırız. Başarı-başarısızlık, zorluk-kolaylık, iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, vuslat-ayrılık, hatta kayıplarımız yolumuz üzerindedir ve her an biri karşımıza çıkabilir. Olumsuz bir durumla karşılaştığımızda ilk tepki olarak “Bu da geçer!” dersek; çözüme, iyiliğe doğru bir ilerleme kaydetmeye başlarız. Bir süre sonra bu sözün ne kadar doğru olduğunu da anlarız. Çünkü yaşamımızdaki birçok üzüntünün, sorunun, olumsuzluğun geride kaldığını yani geçtiğini görürüz.

Çok bunaldığım günlerde hemen kendimi doğanın kucağına atarım. Oturduğum yere arabayla yarım saatlik mesafede ormanın içinde şirin bir köy var. Orada soluklanırım. Köylülerle selamlaşır, fazla uzun olmayan sohbetler yaparım. Geriye kalan zamanımı da oradaki ağaçları, çiçekleri, çimenleri seyrederek ve kuş seslerini dinleyerek geçiririm. Çok büyük bir çınar ağacı var orada. Gözüm sık sık ona takılır. Heybetli, suskun, bilge bir ağaç… Çok da yaşlıymış. Bir köylü amcanın söylediğine göre 200-300 yaşında varmış. Gerçi azami ve asgari yaş aralığı biraz fazla, ama köylü vatandaşlarımızın pek çok konuşmasında benzeri durumlarla karşılaşabiliriz.

Yeşilliğe, tomurcuğa, meyveye, çiçeğe hayranlığımızı hiç bitirmemeliyiz. Onların her birinde yaratılışın sırrı saklı! Düzenleyen öyle güzel düzenlemiş, planlayan öyle detaylı planlamış ki, en ufak bir tesadüfe bile yer bırakmamış. Doğa kanunlarını bildiğini sananlar hem kendilerini hem de bizi kandırmış yıllardır, çünkü bunlardan bir tanesine bile aslında vâkıf olamamışlar. Onun için yaratılışın sırrını çözmeye uğraşmak yerine yaratılanlara hayranlık duymak insanoğlunun sahip olabileceği en büyük erdem ve bilgi demektir.

Doğaya her zamankinden daha çok sevmeye başladım. Doğa bizim onu bilmemize muhtaç değil, ama biz doğayı bilmeye muhtacız. Tüm insanlara seslenmek istiyorum: Haydi gelin hatamızdan vazgeçelim, dönelim. Nereye mi? Doğaya.

İnsan, doğanın öğretmen olduğu hayat okulunda okuyan bir talebedir.  Sen doğanın umurunda olmayabilirsin; fakat bu doğanın da senin umurunda olmamasını gerektirmez. Çünkü doğayı umursamamanın bedeli çok ağırdır.

Bir gün ağaçların bana baktığını, gülümsediğini ve sonra da selam verdiğini gördüm. Önce hayret ettim, sonra hayret etmemin yanlış olduğunu çünkü onların da canlı olduklarını ve duygusal tepkilerinin olabileceğini fark ettim. Şimdi ise artık her gördüğüm ağacı selamlıyorum. Doğrusu selamlarımı diğer insanlar görür diye de çekiniyorum. Çünkü gördüğünde biliyorum ki hemen “kaçık” yaftasını yapıştıracak çok kişi çıkacaktır.

Metin Bey'den nefret ettiğinizi söylüyorsunuz. Nefretinizin ona değil kendinize zararı olduğunu bilmeli ve bir an önce de bu kötü duygudan kendinizi arındırmalısınız. Bunu başarmak kolay olmayacak biliyorum. Maalesef insan çoğunlukla duygularına yenilebiliyor. Benim de nefret ettiklerim olmadı mı, oldu. Utanarak hatırlıyor ve utanarak itiraf ediyorum.

Size âcizane ısrarla tavsiyem, yazmaya devam etmenizdir. Şiir, hikâye, anı, mektup… Aklınıza ne gelirse yazın. İçinde bulunduğunuz olumsuz atmosferden çıkmanızda yazdıklarınızın yararı mutlaka olacaktır.

Selamlar.

Çetin

**

(Devam edecek...)

    

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..