Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '13

 
Kategori
Öykü
 

Zamana doğru

Profesör Mehmet Soykan, daha odadan içeri girer girmez bir tuhaflık olduğunu sezmişti. Hemen karşıda, masasında oturan ve on yıl önce sigarayı bırakmış, nobel ödüllü profesör John Peters, ağzına yerleştirdiği küba purosunu keyif içinde tüttürüyordu.  

“Neler oluyor profesör? Sabahın üçünde buraya gelmemi neden istediniz?” diyerek biraz sitem ederek sordu Mehmet Soykan.

“Lütfen oturun profesör.” dedi John Peters.

“Sigara kullanmadığınızı sanıyordum profesör?”

“Tekrar başladım. Zaten bırakılmaz, ara verilir...”

Bir süre sessiz kaldılar. John Peters, purodan yuvarlık mavi bir halka üfledi. Duman halkası bir süre tavana doğru yükseldi ve kendi içine karışarak gözden kayboldu.

“Seninle kaç yıldır tanışıyoruz Mehmet?”

“Sekiz yıl.”

“Evet, buraya ilk geldiğin günü hatırlıyorum. Buraya nasıl seçildiğini biliyorsun değil mi?”

“Dünyanın en iyi elli bilim adamından birisi olduğum için beni siz önermiştiniz.”

“Yanılıyorsun. Dünyanın en iyi elli bilimadamı içerisinde ilk ona girdiğin için seni seçmiştim. Hahaha... İlk geldiğin günü hiç unutmuyorum. Ailesinden ilk defa uzakta kalan küçük bir çocuk gibi etrafını tanımaya çalışıyordun.”

“Evet, bana Cern’de çalışacağım söylenince çok sevinmiş, ancak uçağın Washington’a ineceği anons edilince içimin biraz ürpermediğini söyleyemem. Amerika’ya geleceğimi tahmin etmemiştim.”

“Sana Cern hakkında ne demiştim?”

“Cern, parlak ambalajı olan renkli şekerlemedir. İnsanların dikkatini dağıtmak için üretilmiş bir şekerleme… Senin şu an içinde durduğun yer ise şekerlemelerin üretildiği fabrikadır…” demiştiniz. 

“Hahaha gerçekten öyle mi söyledim?”

“Profesör bu binada sigara içilmediğini sanıyordum.”

“O kadar saf olma. Kuralları koyan istediği zaman değiştirir. Kural koymanın en güzel yanı da budur zaten...”

“Neler oluyor profesör?”

John Peters, her zaman yaptığı gibi konuya girmeden önce alıştırma yapar, başka konulardan bahis açar, şakalaşır ve daha sonra asıl meseleye gelmeden bir işini bahane ederek konuşmayı sonlandırırdır. Hatta çağırdığı kişiyi beni oyalama diyerek yanından kovardı. Mehmet Soykan, profesörün bu huyunu iyi biliyordu. Ancak gecenin üçünde yatağından kaldırılıp buraya kadar çağırılmasına bir anlam verememişti.

 “Mehmet, bunun ne olduğunu biliyor musun?” dedi John Peters, ve Mehmet’e bir kağıt uzattı.

Mehmet, kağıda bir süre göz attı. Yutkunduktan sonra yaşlı profesöre müşfik bir şekilde baktı. Ancak giderek ıslanan gözlerine engel olamazken boğazında büyüyen düğümü hissediyordu. Geldiği günden itibaren kendisine bir baba şefkatiyle yaklaşan bu yaşlı adam, nobel sahibi profesör, dünyanın en önemli nükleer fizik mühendisi ölüyordu.

“Kanser.” Dedi profesör ve elleriyle karnına vurdu: “Tam burada, içimde… Beni kemiriyor…” 

“Profesör, artık teknoloji ilerledi...”

“Bırak palavrayı. Teknolojiyi bana mı anlatıyorsun? Birkaç ay ömrüm var...” Ardından purosundan sıkı bir nefes çekti.

“Hatırlıyor musun? Birkaç yıl önce odama gelmiş, burada garip şeyler döndüğünü söylemiştin.”

Mehmet, gözlerini sildikten sonra konuşabildi: “Evet, siz bana aksini ispat etmiştiniz.”

“Sana kırmızı oda diye bir yer olmadığını söylemiştim. İşte şimdi gerçeği duymaya, görmeye hazır mısın?”

“Anlamadım?”

“Kırmızı oda diye bir yer var.”

“Yani? Söylentiler doğru mu?”

            “Bunu biraz sonra kendi gözlerimizle göreceğiz… Ancak, buna hazır mısın? Çünkü seni oraya götürdüğüm zaman, bir daha geri dönmeyebiliriz.”

            “Anlamıyorum? Orası neresi?”

            “Zamanın başlangıcı. İyi düşün…”

On dakika sonra bindikleri asansör yerin üç kilometre altında zemin kata gelince durdu. Açılan otomatik kapıdan profesör çıkmadı. Bir süre asansör içinde beklediler. Asansörün ışıkları sönünce profesör dijital ekrana bir şeyler yazdı. Ve asansör tekrar yerin altına doğru hızlandı. Birkaç dakika sonra kapı açıldığında futbol sahası büyüklüğünde bir oda önünde duruyorlardı.

            “Bu kapıdan kaç kişi geçti biliyor musun?”

            Mehmet, profesörün yüzüne bakmakla yetindi.

            “On üç. Başkan dahil…” dedi, profesör.

            Parmak izi ve retina taramasından sonra profesörün ses tanımlasını onaylayan bilgisayar kapılarını açma nezaketini gösterdi.  

            “Evet, şu an Pentagon alarma geçmiş olmalı.”

            “Anlamadım?”

             “Bu kapı her açıldığında nükleer saldırı alarmı gibi bir bildirim yapılır.”

            “Ama neden? İçeride bu kadar önemli ne var?”

            “Zaman…”

Beyaz koridor sonundaki karanlık mağara içinde, sekiz sivri kenarı olan altın bir yıldız havada asılı duruyordu.

“Tanrım...” dedi Mehmet.

“İlk gördüğümde ben de aynısını söyledim.” dedi, profesör.

“Bu şey nedir profesör?” diye sordu Mehmet. Yürürken gözlerini bir an bile ayıramadağı güzel parlak nesneye yaklaşıyordu.

Bir platform üzerinden yürüyerek yıldızın yanına geldiler. Bir ayna gibi parıldayan yıldız üzerinde kendi yansımalarını görüyorlardı. Büyüklüğü küçük bir oda kadar olan yıldızın üzerinde hafif titreşimler, dalgalanmalar oluyordu.

“Haydi, fazla vaktimiz yok. Neredeyse gelirler.”

“Kim? Hem nereye gidiyoruz?”

“Yıldızın içine…”

“Ama kapı?”

“Kapı yok. Kapı evler, arabalar içindir, uçaklar içindir, mekan ve zaman dahilinde olan şeyler için kapı ve pencere vardır.”

“Peki içine nasıl gireceğiz?”

“Beni izle.” Dedi profesör ve bir adım atıp yıldızın içinde gözden kayboldu.

“Tanrım! Profesör! Profesör? Neredesiniz?”

Yıldızın içinden profesörün eli dışarı uzadı. Mehmet, yaşlı profesörün elini korkuyla kavradı. Gözlerini kapatıp bir adım atınca bütün hücrelerinin kaşındığını hissetti. Dişleri kamaşmış, tüyleri ürpermişti. Gözlerini açtığında küçük bir oda içinde ayakta duruyordu. Küçük toz zerrecikleri etrafında uçuyordu. Kar tanelerine benzeyen bu zerrecikler çok daha küçük sarı ve canlı şeylerdi sanki…

“Bunlar ne profesör?”

“Litriuyumennicumus…”

“Latince mi?”

“Hayır atmaca…”

“Yani uydurdunuz mu?”

“Ne bekliyordun? Bilmediğimiz bir maddeye, madde bile değilya neys,e bir şey işte ona ne isim verecektik? Bende bunu yazdım. Nasılsa dünyada kimse bilmeyecek ve görmeyecek.” 

            “Profesör, bir zaman makinesi yaptık demeyin.”

            “Yapmadık bulduk. Daha doğrusu o bizi buldu.”

            “Anlamıyorum, ama nasıl?”

            “On sekiz yıl altı ay kırk üç gün önce bir geceyarısı ortaya çıktı.”

            “Nasıl çalışıyor? Peki hangi maddeden yapılmış? Yapısı nasıl? Kim tasarlamış? Tanrım, yoksa kullandınız mı?”

            “Sakin ol. Birkaç defa denedik. Yapısını bilmiyoruz. Değişken bir şey. Laboratuvarda incelemek için bir parça bile alamadık. Kesmek için yanına yaklaştığımızda esniyor ve kesici alet içinden geçiyor. Sanki bilinci var bizden kaçıyor. Şu uçuşan parçalar onunla iletişim kurmamızı sağlıyor. Dışı bildiğimiz bütün madenlerden daha sert ama içinden organik canlılar geçebiliyor. Bunun nasıl olduğunu ve daha birkaç küçük problemi henüz çözemedik.”

              Mehmet, etrafında dönen altın rengi toz zerreleri arasında kendinden geçmiş gibi gülümsüyordu. “Profesör, bu makineyle nereye gittiniz?”

            “İşte çözemediğimiz küçük problemlerden biri buydu. Makine hiçbir yere gitmiyor.”

            “Anlamadım? Yani zamanda ileri yada geri gitmiyor mu?”

            “Sadece geri gidiyor. Ancak olduğu yerde. Yani dünyanın herhangi bir yerine ya da  evrenin başka bölgelerine gidip göremiyoruz. Sadece olduğumuz yerdeki zamanda geriye gidebiliyoruz.”

            “Ne kadar geriye gittiniz profesör?”

            “Şu doğa tarihi müzesindeki dinozor kemiklerini hatırlıyor musun?”

            “Tanrım…”

            “Bir de şu tarih öncesi fosil dev sinek.”

            “Onu da mı siz getirdiniz?” 

              “Zaman makinesinin içine girmişti. Bir asker tabancasıyla öldürdü. Evet, Mehmet. Söyle bakalım, en çok neyi merak ediyorsun?”

            “Savaşlar! Yo, dinozorlar! Hayır, hayır meteor! Yo yo… Daha öncesi suda ilk oluşan canlılar… Ne diyorum ben? Bir zaman makinesi içindeyim, başka ne isteyebilirim ki? Her bilimadamı gibi onu merak ediyorum, yani başlangıcı…”

            “Bunu söyleyeceğini biliyordum. Benimle gelmeni bu nedenle istedim. Eğer öleceksem bunu görmek ve bilerek ölmek istiyorum. Ancak hala vaktin var. Geri dönebilirsin.”

            “Ölmeyi tercih ederim.” dedi Mehmet Soykan.

            “O halde…” dedi profesör ve bir adım öne çıktı.

İçerideki minik zerrecikler hızlanmaya ve profesörün etrafını sarmaya başladılar.

            “Neler oluyor profesör?”

            “Böyle çalışıyor.” Dedi profesör, ve elini havaya kaldırıp hayali bir şeye dokundu. “Benimle iletişim kuruyor. Şu an sadece benim görebileceğim bir kumanda paneli var önümde. Mehmet, profesörün yüzüne baktı. Yaşlı adamın gözleri kapalıydı.

“Seni de görebiliyorum bakma öyle…” dedi profesör ve ekledi. “Gidiyoruz…”

Etraflarındaki karanlık birden ışığa kavuştu. Bir cam fanus içinde seyahat ediyor gibiydi Mehmet. Aşağıya baktığında ayakları altında yemyeşil ovalar gördü. Ancak olduğu yerde duruyordu makine. Değişen sadece manzaraydı. Kısa süre sonra savaşan iki ordu belirdi altlarında.

“Kuzey-güney savaşı…” dedi profesör.

Bir süre sonra yerli halkların kulübeleri belirdi aynı yerde. Sayısız bizon koşuyordu ovada. Kulübeler eskiden yeniye doğru hızla değişiyor, ağaçlar giderek küçülüyor daha sık çalılara dönüşüyordu. 

“Elli bin yıl öncesi.” Dedi profesör.

“Buzul çağı.” Dedi Mehmet.

Kısa süre sonra dinozorlar yürüyordu hemen altında, tam karşılarında dev kanatlı kuşlar uçuyordu.

“Altmış beş milyon yıl öncesindeyiz! İnanabiliyor musun?”

Derken her şey sarardı ve aşağıdaki koyu renk toprak tabakası kararmaya başladı. Çatlayan toprağın içinden sular hızla yükseliyordu. Bir iki saniye sonra mavi bir okyanus üzerinde duruyorlardı. Devasa tuhaf yaratıklar suyun içinden çıkıp çıkıp birbirini avlıyordu.

“Profesör hangi zamandayız?”

“Beş yüz milyon yıl öncesinde. Sudaki ilk omurgalılar...”

Birkaç saniye içinde sular azalmaya başladı. Buharlaşan bir okyanus misali hızla gözden kayboldu bütün su kütlesi. Betonu anımsatan sert ve kurşuni renkte bir kabuk okyanusun yerini almıştı. Devasa volkanlar patlıyor, etrafa kırmızı kan misali lav kusuyorlardı. Daha sonra altlarındaki kıta hareket edip, uzaklaşmaya başladı.

“Bir buçuk milyar yıl öncesindeyiz!” dedi profesör, “Kıtalar oluşuyor.”

Ancak hemen sonra koyu rengin hakim olduğu akışkan levha tabakası geçiyordu altlarından. Her şey giderek hızlandı ve eğri büğrü bir şekle dönüşüp küçüldü. Alev topundan kendi etrafında dönen yarı gaz yarı katı bir halde gözden kayboldu.

“Hızlanıyoruz.” Dedi profesör. “Buraya kadar hiç gelmemiştim. Dört buçuk milyar yılı aştık! Dünyanın oluşumundan öncesine çok yakınız!”

Profesörün söylediklerini duymakta zorlanıyordu Mehmet. Sanki bir şey sesleri iki ucundan ayırıyor uzatıyordu. Anlaşılmaz şekilde derinden ve yavaş geliyordu konuşmalar.

Bu sırada zaman makinesi sallanmaya başladı. İçeride dans eden küçük sarı zerrecikler ortadan kaybolmuştu. Sarsıntı, insana merdivenleri inen bir otomobil içindeymiş gibi izlenim veriyordu. Mehmet, yıldızların yörüngesiz bir şekilde döndüklerini gördü. Sağa sola savrulan göktaşları, spiral galaksiler, devasa güneşler hızla yanlarından geçip gidiyorlardı. Bir renk cümbüşü yaşanıyordu, kızıl güneşler, mor ve kırmızı renkte yıldızlar, yeşil, turuncu, mavi gezegenler ve niceleri geçti yanlarından… Daha sonra sayıları giderek azaldı ve her şey tek bir renge, griye dönüştü. Göz alıcı bir parlamadan sonra ağır bir karanlık heryeri kapladı.

Zaman makinesi durunca profesör gözlerini açtı.  

“Neredeyiz?” diye sordu Mehmet.

“Bilmiyorum.” dedi profesör. “Büyük patlama öncesi olabilir. Makine 15 milyar yıl öncesinde takılı kaldı.”

“Hiçbir şey görünmüyor. Havada mıyız? Yerde mi? Bunu bile anlayamıyorum? Ne yön var ne başka bir şey? Mekan olmadan hiçbir şeyin anlamı yok! Delirebilirim!”

“Sakin ol… Zaman ve mekan dışında olmalıyız. Ona yakın bir yerde...” dedi profesör ve duraksadı.

“O mu?”

“Anla işte, O!” Profesörün sesi titremişti bunları söylerken.

Zaman makinesi içinde uçuşan küçük zerreciklerin hepsi bir araya toplanıp çok yavaş bir şekilde tazim gösterir gibi yere indiler. Ve parlayan beyaz ışık bütün karanlığı sildi süpürdü. İnsanın saçlarını okşayan anne şefkatiyle, kış ortasında açan yaz güneşi gibi insanın içini ısıtan ılık esinti misali, evrende olabilecek bütün meyvelerin birbirine geçmiş aromalı kokuları, insanın beş duyu organına nüfuz eden aşk duygusuna karışıyor, sevinçli haber sonrası çok kısa süren o lezzetli anının sonsuzda kalıcı hale geldiği bir tat ile iki adamın ruhunu kamaştırıyordu.

“Tanrım, bizi affet… Bağışla…” diyebildi, yaşlı profesör.

Milyonlarca altın renkli yıldız bir anda etraflarında belirmişti. Onlarla birlikte ruhani bir aydınlanma yaşadıklarını hissediyorlardı. Işığı sadece görmüyor, hissediyor, duyuyor, kokusunu alıyor ve tadıyorlardı. Aklın icadı olan dilin ifade edemeyeceği, sınırları olmadan yankılanan ses ile birlikte Mehmet, gözyaşları içinde yere kapandı. Yaşlı profesör, dizleri üzerine çöktü. Çok sevdikleri birine kavuşma anındaki tebessüm yüzlerine kalıcı şekilde yerleşmiş olan bu iki adam kendinden geçmiş gibi gözyaşları boğulmuş, vecd halinde ortak bir şeyi zikrediyorlardı. Tarifi olmayan bir mutluluk, zevk, huzur, sevgi ve aşk ile içlerinin yandığını hissediyorlardı… 

“Çok seviyoruz. Çok seviyoruz. Seni çok seviyoruz…”

Derken bacaklarından itibaren ışımaya başladılar. Bedenlerinden kopan altın renginde ışıklı parçalar yıldızın içindeki zerreciklere karışıp olabilecek en güzel ve en lezzetli haliyle onları yavaş yavaş ölüme dönüştürdü. Son olarak zaman makinesi adını verdikleri yıldız ortadan kayboldu. Ve günümüz zamanından tam on sekiz yıl altı ay kırk üç gün önce, Amerika kıtasında bir yerde ortaya çıktı...

 

 

  

           

            

             

           

 

 

 

 
Toplam blog
: 57
: 122
Kayıt tarihi
: 25.04.12
 
 

İnsan ve hayvanı bir severim. Saygıdan hoşlanmam. Zımparalanmış köreltilmiş sevgiden de.. Kib..