Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ekim '06

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Yeni bir yaşa merhaba derken...

Yeni bir yaşa merhaba derken...
 

Ben bugün "yeni yaşıma merhaba" diyorum ve inanamıyorum! Hani şu çocukluğumuzda insanları yaşlı kabul ettiğimiz, teyze, amca diye seslendiğimiz, hatta "vah vah gencecik ölmüş" diye ağıt yakıldığına şaştığımız yaştayım. Hani Dante’nin yolun yarısı kabul ettiği 35’in de üzerine çıkan, menapozun ayak seslerinin duyulduğu, yüzümüzde çizgilerin artıp, kozmetiklerde yeni ve özel kırışık giderici serilerin kullanılmaya başlandığı, gazetelerdeki eleman arama ilanlarında artık esamemizin okunmadığı yaş!

Nasıl hissediyorum kendimi diye yokluyorum şöyle bir; iyiyim, oldukça iyi. Öncelikle ilk gençlik yıllarıma nazaran özgüvenim daha yüksek; zekama, içgüdülerime güveniyorum; artılarımı biliyor ve ön plana çıkartmayı daha iyi beceriyorum. Buna karşılık Perşembenin gelişini Çarşambadan bilecek tecrübe ve sezgiye sahip olmak beni pek mutlu etmiyor, olaylar karşısında gençliğimdeki gibi "ne zekiyim, nasıl da tahmin ettim!" diye zafer çığlıkları atmak yerine, sık sık "Yine mi! Keşke yanılmış olsaydım!" şeklinde ruhi çöküntülere kapılıyorum.

Yirmili yaşlardaki insanların heyecanla, sesleri titreyerek, gözleri parlayarak anlattıkları kişisel hayat planlamalarını dinlerken içimden geçen, "anlat, anlat bakalım, sen de göreceksin hayatın kaç bucak olduğunu" şeklindeki negatif duygu ve düşünceleri belli etmeden, anlattıklarını onaylamak, hatta desteklemek, "Yürüüü, kim tutar seni!" diye sırtlarını sıvazlamak ise bu yaş döneminin en zor mecburi hizmeti olsa gerek..

Başarılı olamadığın, beceremediğin hatta çeşitli sebeplerle uygulamaya bile koyamadığın hayat felsefelerini, düsturları bu yirmili yaşlarını süren gencecik insanlara Antik Yunan’dan günümüze düşmüş filozof kılığında anlatıp, ikna etmeye çalışmayı ise kara mizah örneği buluyorum; en azından bana öyle geliyor.

Gelelim aşk meşk konularına ki, mesela benim hemen "o da ne?" diyesim geliyor. Şakası bir yana, insan kırk yaşına geldiğinde ardında epeyce bir aşk ve aşık bırakmış oluyor olmasına da, aşkın tanımı hususunda arıza oluşuyor. Aşk’ı bize tanıtan, anlatan çocukluğumuzdaki masalların faydası bu yaşlarda nihayet ortaya çıkıyor ve masalın ne olduğunu aşkın ne olmadığını iyice öğrenmiş oluyoruz. İlk gençlik yıllarımızdaki, tuvalete bile gitmeden telefon başında şimdi arar belki diye beklemelerimiz; bir an görebilmek için sokak köşelerinde kök salmalarımız hoş bir anı olarak belleğimizdeki yerini alıyor. Romantizm’mi? Ona da eski Türk filmlerinin siyah beyaz titrek görüntülerinde, onurlu fakir genç-iyi kalpli zengin kız senaryolarında rastlanabiliyor ve şimdiki nesil tarih öncesini anlatan bir belgesel gibi seyrediyor ancak! Gerçek hayatta (ya da günümüzdeki gerçek hayatta mı demeliyim acaba?) aşk değil ilişkiler, ilişkilerin de giriş, gelişme ve sonuç kısımları var artık sadece. Giriş ve gelişme üç aşağı beş yukarı aynı aslında. En fazla geldiğiniz kültüre ve yaşadığınız topluma bağlı olarak, kebapçıda ya da gece kulubünde buluşuyorsunuz; geceyi sizin evin kapısında masum bir öpücükle veya onun evinin yatak odasında çılgın bir sevişmeyle noktalıyorsunuz hepsi o kadar. Sonuç kısmına gelince (sözüm meclisten dışarı) o kişisel hayat planlamasına bağlı. Üremek, neslinizi sürdürmek istiyorsanız, ya da değişik bir hayat sigortası deneyeyim, annemlerin evden taşınayım filan diyorsanız evlilik adı altında bir kontrat imzalıyorsunuz. Yok, değişiklikten, maceradan ve bağımsızlıktan yanaysanız, "Amasya’nın bardağı, biri olmadı biri daha" şeklinde yaşayıp yaşlanıyorsunuz. Yani tercih sizin; ha pardon! bir de bizim gibi şark toplumlarında sizden önce ailenizin tabi.

Bu Amasya’nın bardağı diye dolanan hanımların tepesine, özellikle de anneleri tarafından "çocuk konusu" Demokles’in kılıcı gibi asılıyor 30’lu yaşlara gelince. Doğurganlığınızın bir gün biteceği, o zamana kadar fazla vaktiniz olmadığı düzenli olarak hatırlatılıyor zaten yaşam boyu. İkna etmek isteyenin hayata bakış açısına uygun şekilde, "çocuksuz kadın meyvasız ağaçtır" da deniyor; "yaşlanınca sana kim bakacak" da. Siz bunlara karşılık düşünceli düşünceli "bakalım o çocuk gelmek istiyor mu bu dünyaya?" deyince büyükleriniz "tövbe tövbe" edalarıyla başlarını iki yana sallayıp sizin bu iflah olmaz garip fikirlere nereden kapıldığınızı sorgulamaya başlıyorlar.

Peki ben neleri mi idrak ettim bu yaşa gelince? Yaşlanmanın organları etkilediğini ama ruh denilen şeyin hiç etkilenmediğini, "benim ruhum 18 yaşında" sözünün yaşlılar tarafından uydurulmamış olduğunu, zamanın çok çabuk geçtiğini ama ruhun, belki de bilerek ve isteyerek zamanın gerisinde kaldığını hayretle anlamış bulunuyorum.

İnsanın yaşadıklarından tecrübe kazandığını ancak bu tecrübenin yine de onu hayatının geri kalanında kusursuzluğa götürmediğini, yanlışların aslında herkesin hayatının bir parçası olduğunu, hayat denilen yolun otoban gibi dümdüz olamayacağını da kabul ettim (sayılır).

Ama çocukluğumdan beri duyup, züğürt tesellisi diye dudak büktüğüm, "sağlık en büyük zenginliktir" deyişine, sadece birkaç ay önce biyopsi sırasında inandığımı itiraf ediyorum. İnsan hiç olmaya bu kadar yakınken anlıyormuş var olduğunu demek!

Sağlıktan sonra en büyük hazine ise son model araba, marka kıyafet, özel yapım mücevher değil sizlersiniz, yani gerçek dostlar, bu yüzden en hassas şekilde muhafaza etmeye çalışıyorum var gücümle.

Aşk’a gelince, onun masallarda kalması gereken bir ütopya, sevginin ise hayata ait bir gerçeklik olduğuna; sağlıklı ve mutlu yaşayabilmek için, hayvan ve doğa sevgisi de dahil olmak üzere, her türden sevginin, oksijen kadar, su kadar, yemek kadar ve hatta daha fazla gerekli olduğuna, sevgi alış verişinin bütün anti-aging teorilerinden üstün olduğuna tüm kalbimle inanıyorum.

Dolayısıyla da "hayat arkadaşı" tanımlamasının gazetelerin çöpçatan köşelerine has bir klişe olduğunu düşünmüyorum artık. Öğrendim ki; hayatı ve kendini seven, sizi koşulsuz sevmeye hazır bir hayat arkadaşı bütün aşklara, aşıklara bedel; tabi bulabilecek kadar şanslıysanız.

Sonuç olarak, nüfüs kağıdımızda yazan senenin hesabıyla değil, hırslarımız hayatımızı sollayıp geçmediği, gönlümüzden kin ve nefreti silebildiğimiz, sevgiyi hissedip hissettirebildiğimiz kadar yaşıyoruz aslında. Ve zaten bir varız bir yokuz aslında!

 
Toplam blog
: 22
: 1664
Kayıt tarihi
: 14.10.06
 
 

Merhaba, Okumaya olan sevdam beni yazmaya yöneltti ve artık sevgili dostlarımın da yüreklendirmesiyl..