Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ağustos '10

 
Kategori
Öykü
 

Yırtık kefen

Yırtık kefen
 

Fotoğraf milliyet.com.tr'den alıntıdır


Kirli yorganı biraz daha yukarıya, tâ başını örtünceye kadar çekti. Üşümüştü. Hiç olmazsa böylece nefesiyle ısınmaya çalışacaktı. Kaç gündür yakmamışlardı şu ördek sobasını da! Sahi yatağa düşeli kaç gün olmuştu? Öfff, bu döşek de ne pis kokuyordu böyle; leş gibi. Yattı yatalı döşeği bir kez bile havalandırmamışlar, tüm yalvarmalarına rağmen yorganın üzerine bir çul bile atmamışlardı.

Unutmuş görünüyordu geçen günlerin sayısını. Ama şimdi merak ediyordu geçen günlerin ne kadar olduğunu. Saymaya başladı: Cumartesiden Cumartesiye sekiz, yedi daha on beş, beş daha yirmi. Evet tam yirmi gün, koca yirmi gün...

Sonrası mı? Belli değil! ”Adam sen de, boş ver sonrasını düşünmeyi. Ne bilecem ben, Allah bilir orasını. Eyisimi hiç aklımı kurcalamayayım. Bir kere daha sesleneyim şu karıya da sobayı yaksın.” diye düşünüyordu:

-Gız Fadi, gız Fadi! Gel de şu sobayı yak, donacam nerdeyse!

-Her dakka soba mı yanarmış herif! Odun var mı diye hiç sormazsın ama.

-Odun neden olmasın? Ben hasta düşmeden önce 4-5 araba meşe odunu getirdimdi. Bitti mi onların hepsi? Hem de çocuklara da söyle, bana bi doktur getirsinler kasabadan.

-Aboov! Bi doktur kaç para biliyon mu?

-Biliyom, biliyom. Bi can kaç para sen onu biliyon mu? Hem benim doktur param var.

-Ben de onu biliyom, senin canın benim paramla beş para etmez.

-Nedenmiş o?

-Etmez de ondan.

-Neden derim sana!

-Çünküm, canının gitmesi kayıp değil her bakımdan kârdır da ondan. Allahım kurtar şu belâdan beni! Bıktım yıkamaktan, paklamaktan, bakmaktan...

-Kalkarsam görürsün sen! Ah bir kalksam, ah bir kalksam... Dokturu mutlak isterim ha...

Sekiz gün sonra doktor geldi. Kapının eşiğinden adımını atar atmaz yüzüne çarpan pis havayı engellemek istercesine elini yüzüne tuttu. Hastayı evirdi, çevirdi, dinledi ve bir reçete yazdı. Hasta adam koynundan bir bez içine sardığı paraları çıkardı, içinden kaç paraysa ücreti almasını istedi. Doktor parasını aldı ve gitti.

“Ümit olmasa doktur garanti bi şeyler derdi. Yüzünden de adamın bi şey anlaşılmıyor ki! Bir ara güldü mü ne? He ya güldü, güldü... Ölümcül bir hastaya doktur gülmez, kaşlarını çatıp somurtur. Öyleyse iyileşeceğim demektir bu...” diyordu içinden.

-Gız Fadi, Fadi gız!

-Ne var gene?

-Doktur dışarıda ne söyledi sana? Eyi miymiş durumum?

-Eyiymiş, eyi. Bir haftaya kalmaz gidermişsin öbür dünyaya.

-Ağzını hayıra aç!

-Hayırı mayırı mı kaldı bunun? Altından pisliğini ben alıyom. Bana yaptıklarından sonra, Allahtan korkmasam pisliğinle yan yana yatırırım seni ya, şunun şurasında zaten bir hafta kalmış...

-Allah büyüktür, elbet iyileşeceğim bir gün. O zaman sen de görürsün gününü...

-Sen öyle zannet!

Yorganı hırsla çekti gene başından yukarı. Artık bu kadının sesini duymak istemiyordu. En düşkün zamanında yaptıklarına bakarak üzülmüyor değildi, ama bütün bu olanlar yaşama isteğini daha da kamçılıyordu ve kendi kendine “Hayır ben ölmem, hastalık beni yenemez. Yaşamak istiyorum ve bunun için de tüm gücümle direneceğim.” diyordu.

Biraz sonra yan odadan kulağına sesler geldi. Dinlemek için yorganı başından aşağıya indirdi, pür dikkat kesildi:

-Ana ilacı alacak mıyız?

-Oğlum, bir hafta ömür için masrafa ne lüzum var? Hem belki ilaç olmazsa, bir haftadan da az yaşar.

-Sen bilirsin ana.

-İkinize de bir şey söyleyeyim mi? Babamın ilaçlarını siz almasanız bile, ben alırım. Yazıktır, günahtır. İlaçlar ömrünü uzatmasa bile, belki acılarını azaltır. Ver ana, reçeteyi bana!

-Reçete meçete yok, ben onu yaktım bile.

-Yufka yürekliliği bırak kardeşim! Çoluğunla çocuğunla sen sürünürken bu adam sana, al şu tarlayı da sen ek diye bir dönüm yer gösterdi mi? Söyle bana gösterdi mi? Onun ölümü sana da yarar bana da...

-O ayrı, bu ayrı. Sizinle tartışılmaz. Ben gidiyorum, ne haliniz varsa görün!

O gece sabaha kadar “Yaşayacağım, ölmeyeceğim!” diye kendine telkinde bulundu. Hocanın “Allahüekber, Allahüekber” diyen sesini duyunca ömründe hiç tatmadığı güzellikteki derin bir uykuya daldı.

**

Rüyasında yedi rengin gökkuşağı oluşturduğu bir yerde kendisini gördü. Buranın bir yanı orta yükseklikte bir tepe, diğer yanı ise yemyeşil ağaçların üzerini süslediği yüksekçe bir dağdı. İkisinin tam ortasından temiz, berrak sulu bir dere şırıl şırıl akıyordu. Bir taşın üzerine oturup dört bir yanını seyrediyordu ki, gökkuşağından kopan kırmızı rengin suyun içine düştüğünü gördü. Su şimdi daha bir değişikti...

Arkasından bir elin kendisine dokunduğunu hissedince korkuyla ürperdi. Döndü, baktı. Oldukça uzun boylu, uzun sakallı, güleç yüzlü bir ihtiyar duruyordu karşısında. İhtiyarın üzerinde boynundan yere kadar uzanan beyaz bir elbise vardı ki bu bir kefeni andırıyordu. Şaşkındı, ama bir şeyler söylemesi gerektiğini de düşünüyordu. En evvel “Azrail Aleyhesselam mısın?” diye soracaktı ki ihtiyar parmağını dudaklarına götürdü “sus!” dedi ve sonra devam etti :

-Hastasın, biliyorum. Önce şu aşağıdaki derecikte yani o şifalı suda yıkan, göreceksin bütün dertlerin sona erecek. İyileşince de köyünde artık durma, burayı arayıp bul ve gel...

Konuşması bitince aniden kayboldu, fakat silüeti çok hafif bir ışık parıltısı olarak görünüyor gibiydi. Birazdan o ışık da görünmez olmuştu.

**

Yaklaşık kırk saat aralıksız uyumuştu. Nefes alışı belli belirsizdi, kıpırdamadan yatıyor daha doğrusu uyuyordu. Karısı ve oğulları öldü sanıp hocayı ve bazı akrabalarını çağırmışlardı. Oda insan doluydu. Kimileri ağlıyor, kimileri de onunla geçmişte yaşadıkları bazı anılarını anlatıyorlardı. Bu gürültü içinde hoca da dualar okuyor, bazen “susun” anlamı vermek için sesini yükseltiyordu.

O, önce elleriyle gözlerini ovuşturdu, yatağın içinde sağlıklı bir insan gibi gerindi, yorganı üzerinden attı, herkesin şaşkın bakışları arasında yattığı sedir gibi yerden aşağıya indi, kapı arkasında asılı duran elbiselerini giydi ve çekip gitti.

Bir müddet hiç kimseden ses çıkmadı. Şaşkınlıkları geçince gördüklerinin gerçek olup olmadığını anlamak için yatağa baktıklarında bir kez daha şaşırdılar. Bu birincisinden de şaşırtıcıydı. Çünkü yatağın içerisinde uzun beyaz sakallı, uzun boylu bir ihtiyar ölüsü kefene sarılmış yatıyordu.

Bu görüntü de fazla sürmedi. Bir kaç saniye sonra ihtiyarın ölüsü parlak bir ışık olup kayboldu. Tekrar yatağın içerisine baktıklarında orada sadece yırtık bir kefenin var olduğunu gördüler...

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..