Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ekim '07

 
Kategori
Resim
 

"Ama babacığım..."

"Ama babacığım..."
 

“Bir bakarsın oyuncağın kırılmış
arkadaşın sana küsmüş darılmış
kavga etmiş, kaşın gözün yarılmış
yaşlı gözlerle bana gelip, sakın üzülme yavrum
böyle büyür insanlar, ağlamak çare değil
zaman değirmenini durdurmak kolay değil

... ama babacığım...

sendeki sen, sana soru sorunca
Orta Çağ'ı, Galile'yi bilince
okuduğun İnce Memed olunca
yaşlı gözlerle bana gelip, sakın üzülme yavrum
böyle büyür insanlar, ağlamak çare değil
zaman değirmenini durdurmak kolay değil

... ama babacığım...

pırıl pırıl bir ilkbahar gününde
ilk aşkının gerçeğinde düşünde
bir burukluk varsa eğer içinde
yaşlı gözlerle bana gelip, sakın üzülme yavrum
böyle büyür insanlar, ağlamak çare değil
zaman değirmenini durdurmak kolay değil

... ama babacığım...

yaşadığın gördüklerin dışında
mutluluğu kuytularda bulunca
bir de şöyle etrafına bakınca
yaşlı gözlerle bana gelip, sakın üzülme yavrum
böyle büyür insanlar, ağlamak çare değil
zaman değirmenini durdurmak kolay değil

... ama babacığım...

bir gün gelir dünya sana uymazsa
değiştirmek eğer elden gelmezse
şarkılarım sana miras kalmışsa
yaşlı gözlerle bana gelip, sakın üzülme yavrum
böyle büyür insanlar, ağlamak çare değil
zaman değirmenini durdurmak kolay değil”

diye seslenmişti oğlu Yağmur’a ‘ince uzun yolların, uçsuz bucaksız ovaların, bembeyaz dağ bulutlarının çocuğu’ Fikret Kızılok.

Dilerseniz, yine Kızılok’un dizelerinden yola koyularak renklerin dünyasına yelken açalım:
“Açık yeşil, kırmızı
Mavi, siyah ve sarı
Kahverengi, turuncu
Al sana bir ipucu

Renklerin hepsi senin
Bir tek beyazı benim
Bir kalem bir de fırça
Başlayalım yavaşça ...”

Sevginin, umudun, mutluluk ve masumiyetin timsali çocuklar her yerdedir: Şarkılarda, şiirlerde, edebiyatta ve sanatta. Hepimizin uğramadan edemediği o rengarenk çocukluk çağları ne kadar da ‘başka’dır.
“Ne güzel dönüyor çemberim,
Hiç bitmese horoz şekerim!”

diye seslenen Cahit Sıtkı Tarancı da ‘Affan dede’den çocukluğunu istemektedir. Ressamlar da çocuklara tuvallerinde kol kanat germiş, sanki hiç büyümesin istemişlerdir.

‘Kızlarıma Mektuplar’ diye başlıyordu söze Emre Kongar. Kitabın kapağındaki sevgi dolu resim ise enikonu masumiyeti sergiliyordu. Ayrıntıya kaçmadan, çizgiye dayalı boya lekeleriyle örülmüş, zeytin irisi gözlerle size yönelmiş iki kız çocuğunu betimleyen bu resmi çizen, gerçekte Tuncay Betil’den başkası değilmiş. Figürler ise Kongar’ın ikiz kızları. Emre Kongar Cemal Süreya’nın “Bir kitapta resim şart!” deyişine mi kulak vermiş bilinmez, ama resmin hikayesi biraz hüzünlü. Bir zamanlar Emre Kongar babanın daha beş yaşına değmemiş ikizleri götürdüğü resim sergisi açılışılarında sıkça karşılaştığı ressam Tuncay Betil kızların resmini yapmaya söz vermiş; ancak gün olmuş, devran dönmüş, Emre Hoca başkentten İstanbul’a göçmüştür. ‘Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik’ten, aradan yıllar geçtikten sonra, bir gün kültür insanı Hasibe Ayten ile ünlü seramikçimiz Hamiye Çolakoğlu çıkagelir ve “Hocam, bu resim size Tuncay hanımın vasiyeti; siz Ankara’dan ayrıldıktan sonra yaptı” diyerek emaneti teslim ederler. Hemen oracıkta bir koca hüzün düşer yüreklere. Alkolün tutsağı olmuş, Fikret Mualla’nın hayat serüvenine benzer bir hayat yaşayarak yaşama veda etmiş ressam Tuncay Betil’in çocukları var mıydı, bilemiyorum; ama çocukları çok, ama çok sevdiği, resimlerinden çocukları ve çiçekleri hiç eksik etmediği bir gerçekti.

Çetin Öner’in ‘Gülibik’ kitabını da Orhan Peker resimlemişti. Hani şu resimlerle dans eden matador. Bu kitabı resimlerken büyük haz duyduğu da bir gerçekti. Nitekim o ilüstrasyonların pek çoğu, sonrasında tuvallere de taşınmış ve herbiri başlı başına bir ‘Orhan Peker resmi’ olarak sanat tarihimizdeki yerini almıştı. ‘Gülibik’ horozu kucaklayan, köpeğinin başını okşayan, deniz kenarında karpuz yiyen çocuk, yine aynı çocuktu: Yalnız, suskun ve bir o kadar da hüzünlü. Sanki Peker, o hassas, çocuk tarafını bu resimlerinde de göstermişti. Sanırım Eczacıbaşı kolleksiyonuna dahil olan ‘Balıkçı çocuk’ isimli devasa resmi ise önce İş Bankası’nın Kibele sanat galerisinde, sonra da İstanbul Modern’de izlemiş, her ikisinde de çok etkilenmiş, adeta resmin karşısında çivilenmiş, yitip gitmiştim. Grilerin içerisinde açık-koyu lekelerle çözümlenmiş bu resimde sarıya yaklaşan balık kümelerinin yanıbaşındaki maviye yaklaşan kütlenin yarattığı kontrast etki, bu sakin resmi başyapıtlardan biri yapmıştı. Resmin bir yanında, balık tepsisinin önünde çömelmiş, balıkları istifleyen bir çocuk, öte yanında biri siyah, diğeri siyah-beyaz forma giymiş, utangaç gözlerle balıkları dikizleyen iki kedi; sanki sabırsızlıkla oyunun finalini bekler gibi.

Avni Arbaş’ın çocukları ise Peker’inkilere göre daha şanslı. Çiçek toplayan, kucağındaki kedisini seven, deniz kenarında oynayan, saçları kimi zaman beline kadar uzanan, kimi zaman sarılıp topuz şeklinde sarmalanmış, sırt sırta vermiş oyun oynayan çocuklar; hep de hayatın içinde, tabiatla iç içe. Sevgiyi, masumiyeti anlatan, umudu, coşkuyu çağrıştıran çocuklar. Doğumda eşini kaybetmesi sonucu uzun yıllar ayrı kaldığı kızına ve sonrasında da torununa olan özlemi olsa gerek bunca sevgi dolu çocuk resimlerinin kaynağı.

Örnekleri çoğaltmak mümkün: Duran Karaca’nın sarı sıcak, o en büyük Çukurova’da keçilerin peşinde koşturan çoban çocukları, ‘turaç’ın (bir kuş ismi) yanıbaşındaki oğlu Turaç’ı. Yalçın Gökçebağ’ın çizgi (‘seke sek’) oynayan çocuğu, güneşli bir günde kar üstünde ‘birdir bir’ oynayan çocukları. Neşe Erdok’un ‘trende, vapurda, otobüste’ İstanbul’u anlatan çocukları, akerdeon çalan çocuğu. Hocası rahmetli Neşet Günal’ın o yoksul, o kıraç Anadolu köylerinde, toprak damların önünde yürek sızlatan yalınayak çocukları. Çocuklar, herhalde dünyamızın en tatlı, en hayat dolu, en masum yaratıkları.

Dünya sanat tarihinde ise Picasso’nun, Gustav Klimt’in, Egon Schile’nin de çocuk temalarına yer verdiklerini, Henry Moore’un ise anne ve çocuk temalarına sıkı sıkıya sarıldığını ve onları heykelleştirdiğini görüyoruz. Picasso başta kendi çocukları olmak üzere pek çok resminde çocukları konu edinmiştir: Palyaço elbiseli Paul, Kayıklı kız (Maya Picasso) gibi. Parmaklarının arasında sarmaladığı beyaz güvercini bir yandan göğsüne yaklaştırırken, bir yandan da yanağını yaslayan ‘güvercinli kız’ resmi sevginin, duruluğun, dostluğun resmi olsa gerek. Öte yandan ‘mavi dönem’de resmettiği ‘atını gezdiren çocuk’ ise özgürlüğün ve dostluğun timsali olsa gerek.

Çocuklar, belli ki, dün olduğu gibi bugün de düşe kalka büyüyecekler. Hem ağlayıp, hem de gülecekler. Gün olup üzülecekler, gün olup sevinecekler. Önce korkacak, sonra cesaret toplayacaklar. Sırasında, bir karıncayı dahi incitmekten çekinen insanın insana düşmanlığını da görecekler; kimi zaman savaşlara tanık olacaklar. Çaresizliğe de kapılacaklar, umutlarına da tutunacaklar. Toplumlar sanata, güzel sanatlara bu kadar uzak kaldıkça maalesef böyle böyle yaşamayı öğrenecekler.

“Böyle büyür insanlar, ağlamak çare değil,
zaman değirmenini durdurmak kolay değil”

“... Ama babacığım...”

Alaattin Bender
www.alaattinbender.com

 
Toplam blog
: 26
: 8842
Kayıt tarihi
: 21.11.06
 
 

1990-1994 yılları arasında T.M.O. Plastik Sanatlar Atölyesi'nde Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar ..