Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Aralık '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

"Aşk olsun..." - 2

"Aşk olsun..." - 2
 

737.VUSLAT YILDÖNÜMÜ ULUSLARARASI ANMA TÖRENİ DAVETİYESİ'NDEN...


Her şeyin bir ilki vardı… Hayatın güzelliğinin sırrı da, burada saklıydı işte! Yüreğinizi tüm temizliği ile ortaya koyarak “ilk”e koşmak…O temiz kalp gemisi ile deryaya atlamayı göze almak…

Mikrofonu elime almadan önce arkadaşımı dinledim…Kulaklarımda, “Konya Çarşı Ağalığı’nın ilk kuruluşu”, “Mevlana’nın ailesi ile ilk kez Konya’ya gelişi”, ”Konya’yı Konya yapan ilkler”, ”Mevlana Müzesi..” bölük pörçük seslerle ama tatlı ahenkle dönerken; yüreğim “Derya”yı ve “O’nun İnci”sini, “nasıl bir üslupla ve ne kadarı ile bu otobüs topluluğuna anlatabilirim”in seferine çıkmıştı çoktan…

Arkadaşım, “Mevlana Müzesi…” başlığı içinde soluk almak için durunca; arkamda oturan Belediye Temsilcisi Bey’e sordum:”Biz tam olarak nereye gidiyoruz?” 

Cevap gecikmedi:”Şeb-i Arus Törenleri”ni izlemeye…” 

Şeb-i Arus deyince aklım ve yüreğim bir anda dönmeye başladı: Mevlana, Şeb-i Arus; Mevlana ve Şeb-i Arus; Mevlana ve Şeb-i Arus…

Öyle bir dönüş ritmindeydim ki; kalbim bir an’da buldu: (Üç şeyi anlatabilirsin Hoca Hanım… Mevlana’nın Yolu’nu, Şeb-i Arus’un anlamını ve dönen dervişin duruşunu…Unutma ki Hoca hanım, monitörden bir tek harf okumayacaksın; yalnızca kalbinin sesini dinleyeceksin…)

Uzaklardan, taa uzaklardan; o bembeyaz ilk karla kaplı göz alabildiğine uzanan ovanın ardından gelen içli ney sesi eşliğinde hoca hanım başladı:

“Öncelikle “Hoş Geldiniz”… Bu otobüsteki bir avuç insan o kadar şanslıyız ki; gözümüzün önüne serilen bu ilk karın temizliği ile bezenmiş bir yolda “Gel, ne olursan ol, yine gel!” diyene koşuyoruz bugün… Ben kendi adıma; bugüne kavuştuğum için mutluyum…

Mevlana; gönlü, En Sevgilisi Allah Aşkı ile dolup taşan bir denizdir.O denizi anlayabilmek için, değil otobüste beş dakikada yapılabilecek bir konuşmanın yetmesi; çoğu zaman “bir ömür yetmez”…

Mevlana’nın işaret ettiği en büyük sır, Allah’a (Sevgiliye) kavuşmanın tek yolunun “Kalp” olduğunu bize işaret etmesidir.Yani O’na göre, Allah’a ulaşmak isteyen kendi kalbinin terbiyesine; diğer insanların kalplerini güzellikle fethetmeye kendini adamalıdır.

O, Allah’ı o kadar büyük bir aşkla sevendir ki; daha sağlığında öleceğim gün “Vuslat”ımdır; öldüğüm gün “düğünüm”dür benim, der. Çünkü öldüğünde “O En Çok Sevdiği”ne kavuşacaktır…”Şeb-i Arus”; düğün gecesi demektir, zaten…

Mevlana’nın iki dünyada sapasağlam duruşunun gizi; “kalp”tir. Kalbindedir tüm giz. Allah’a ulaşmanın gizini kalbe yolculukta bulmuştur.O gizi O’na bulduran da Dostu Şems olmuştur. O; kalple görür, kalbi görür; kalple duyar, kalbi duyar; kalple okur, kalbi okur; kalple yazar, kalbi yazar… Nihayetinde, saf kalbi anlayanın, Allah’a yaklaşacağını müjdeler bize…

Mevlana’nın kalp sırrını en iyi sembolize eden “Sema” sırasındaki “derviş”in duruşudur: Dervişin sol ayağının sabit kademliği (tek noktada kararlı duruşu) İnsanın merkezinin kalp; kainatın yaratıcısının da (Kainatın Kalbi)Allah olduğunu anlatır.Sağ ayağın daireler çizerek tam dönüşü ise evrenin sonsuzluğunu, insanın sonsuzluğa uzanışını ve Yaratıcı'nın sonsuz kudretini bize işaret eder. Sağ elin gökyüzüne dönük ve sağ kolun havaya kaldırılmış olması İnsan’ın Hakk’a uzanışını ve Allah’ın sonsuz cömertliğini işaret ederken; sol kolun aşağıda ve sol elin yere dönük olması insanın tevazu içinde olmasını, toprağa yakın olduğunu (topraktan geldiğini ve yine toprağa döneceğini) ifade eder.Yani o duruşun özü:

“Hakk’tan aldığımı Halkla paylaşırım” demektir. *(Yazı içinde not edildi: aslında kelime Halık’tir.)

Derviş’in dönüşe başlarken, beline çapraz kavuşturduğu ellerini ve kollarını yavaşça yukarıya açması ise “maddeden/bedenden” sıyrılarak ”manaya/saf kalbe" ulaşmasını gösterir. Bir de eklemeliyim; başın sağa doğru eğik olması, gözün kalbi iyi görmesini arzulamasındandır.

“Şeb- i Arus Töreni” ya da “sema gösterileri” günümüzde sembolik anlam taşır. Fakat, Mevlevilikte “sema” ve derviş dönüşü “insanın kalbinin coşkunluğu ile” “Allah’a ulaşmayı özlediği” bir “kavuşma” halidir…

Tekrar etmekte fayda var: Mevlana’yı ve O’nun kalbinin aynası Dostu Şems’i birkaç cümle ile anlatabilmek zordur. Ama en güzeli şu ki; O ve O’nun kalbi hoşgörü ve tevazu içindedir. Ve çağrısı tüm kalpleredir.

O’nun çağrısına “kalbimizle” kulak verelim. Teşekkür ederim.”

Bu kalp cümlesini bitirdi; bir alkış koptu otobüste… Ben ise, sessizce yerine oturdu…

Gezi bir günlük ve yollar ilk karla kaplı olduğu için gezi planında üç ana durak vardı: Mevlana Müzesi, Konya Mevlana Kültür Merkezi ve Alaattin Tepesi ile Alaattin Camii…

Tam, öğle ezanı ile beraber Mevlana Müzesi’ndeydik. Müze’nin önünde durduk; küçük gruplara ayrıldık; 13.30’da Kültür Merkezi’nde başlayacak törende buluşmaya karar verdik. Belediye Temsilcisi biletlerimizi alacak ve Merkezin kapısında bizi bekleyecekti. Müze’yi ve tabii Türbeyi gezmeye başladık. O kadar kalabalıktı ki; ben en sonunda- yine yalnız gezmeye- hangi noktada, otobüsümden hangi grubu bulursam, onlara takılma kararım çerçevesinde hareket ettim. Mevlana başta olmak üzere nerede ise her mezarın başında dua ettim. Her zamanki gibi, en kalbî dileklerimi de " 'Vesile'ye vesile olur" düşüncemle de eklemeyi unutmadım, dualarıma…

Oradan, müzede sergilenen Kur’ân-ı Kerîmlere, Divan-ı Kebirlere ve diğer el yazması kitaplara geçtim. Her biri birbirinden değerli onlarca kitap sergilenmişti. Divan-ı Kebir’i o eski ama değerli yapraklardan okumaya çalışmak ne büyük heyecandı, Ya Rabbim! Ben, her bir kitabın önünde dakikalarca durdum. Hatta, bir ara İranlı bir hanımın Farsçası ile Mesnevî’yi duydum; mest oldum. Hani, ikide bir müze içinde beni telefonla çağıran arkadaşlarım yüzünden “huşu halim” dağılmasa; kadının yanında yere oturacak, onu dinleyeceğim.Üçüncü kez cep telefonum çaldı… Mesnevî’yi, istemeyerek “gamlı” bırakarak, kulağımda ney sesi müzeden fırladım…Tam dış kapıdan çıkacakken; okulumuzdaki yardımcı personelden bir hanım arkadaşım, beni çekerek:

“Sakal-ı Şerif’i kokladın mı?” dedi bana… İlk an’da anlamadım. O ikinci kez aynı şeyi söylerken bir yandan da beni çekiştiriyordu… Nihayet, kokladım!.. İşte, şimdi oldu:

Kalp, Mesnevî, Ney ve Gül…"İşte, dönüş bu!.."

Dördüncü telefon uyarısıyla avluya attım kendimi. Müze gezisine beraber başladığım küçük grubum beni tebessümle bekliyordu…

Müze’den- grubun en son üyesi benim de eklenmemle- çıktığımızda bir yarım saat kırk beş dakikamızın olduğunu gördük. Eee, şimdi; Konya’nın kuzu tandırı ya da etli ekmeği yenilmese olur mu? Yemekleri yedik; Konya şekerlerimizi aldık; tören saatine az kaldığı için bir taksi çevirip, içine atladık. Öne binen arkadaşımız “Şeb-i Arus”a gidiyoruz demiş; biz arkadakiler bu sözü işitmemişiz. Baktık ki; -Konya girişinde Kültür Merkezini görmüştük oysa- şoför ara sokaklardan bizi bir yerlere götürüyor.

“Bizi, turist sandın galiba! Yanlış yoldan gidiyoruz…”

“Niye? Şems’e gitmiyor musunuz?”

“Ne Şems’i Kültür Merkezi'ne…” 

"Ben, Şems sandımdı!.."

Arka koltuktan bir çocuğun kalbi, içinden içlendi: ”Keşke Şems’e de gideydik!..”

Merkez’in önüne geldik. Merkez ana baba günü… Kapıda sıkı bir kontrol var… Bir bayan güvenlik görevlisi hep aynı tonda nakaratla “bayanlar çantalarını yan masaya koysun” deyip duruyor… Ben, tam kontrol noktasına geldim; karşı merdivenlerde Belediye Temsilcisi (Gezi Sorumlusu) ni gördüm; elinde de biletleri… Artık, benim içim içime sığmıyor…Kalbim, tek şeye kenetlendi; bir an önce içeri gireyim de “sema başlasın”…Görevliye çantamı bıraktım; güvenlik kuşağından içeri girdim; diğer taraftan çantamı aldım; fırladığım gibi ekip başının yanındayım.

”Biz beş kişiyiz ver biletleri…Biz beş kişiyiz ver biletleri…”

Ben hiç farkında değilim ama adamı bezdirmiştim galiba…”Hani Hocanım, diğerlerini de beklesek…”

Çok geçmedi, küçük grubumdan arkadaşım bana seslendi: ”Bu şeker torbası senin mi? Kontrol noktasında unutmuşsun. Güvenlikçi kızdan zor aldım.”

“Şeyy, Benim..”

Nihayet içeri girdik… Bir Mevlevî Tekkesinin “sema” alanını andıran bir mimari yapıydı, bulunduğumuz mekan…Bizim kafile A Bloktaydık…Yerimiz, müzisyenleri sol tarafımıza post-nîşini sağ tarafımıza alan; dervişlerin arkasına dizilmişiz hissi veren bir yerdeydi…

Bizim yerleşmemizden bir on dakika sonra program başladı. Önce Ahmet Özhan sesinden ilahilerle mest olduk… En azından ben oldum. Ahmet Özhan ve Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Tasavvuf Müziği Korosu İlahileri terennüm ederken; devasa salonda insanlar hala yerini bulma derdindeydi. Bilmiyorum; bana öyle geldi ki, Ahmet Özhan icrasını usulünce yarıda kesti.Daha sonra sema gösterisi başladı.”İlk beş dakikadan sonra lütfen fotoğraf çekmeyiniz; gösteri sırasında alkışlamayınız; gösteri boyunca salonu terk etmeyiniz” uyarıları daha baştan yapılmasına karşılık; tek uyulan kuralın “alkışlamamak” olması beni biraz hüzünlendirdi. Ben de cep telefonumla “edepli ve sessizce” birkaç poz çektim… Ama doya doya değil; gönle düşen görüntülerden az ve öz kare… İnsanların tören boyunca yerlerini bulamamasına da bir anlam veremedim. Sema ve semayı büyük bir coşkuyla gerçekleştiren dervişler “beni benden alıp götürdü”… Ben, sahnede değildim belki ama gözlerim ve kalbim yerinde milyonlarca kez "derviş gibi" dönüyordu… Dönerken hangi güneşlere, hangi yıldızlara, hangi evrenlere uğramadım ki?...

Seyirci adabının çoğunlukta olamayışı beni vecd halimden sıkça kopardı elbette… Mesela; postunda gözleri yerde, boynu eğik, tevazu içinde kalbini dinleyen dervişi fotoğraflamak için streç kotlu bayan foto muhabirinin sahnede boylu boyunca yatması; tam, fotoğraflık kareydi…Ya yanımdaki ortaokula giden kızın “hepsi aynı anda aynı hareketi yapamıyor; çalışmamışlar” demesi, yok muydu? “Oysa kızım, ben sana otobüste anlatmamış mıydım?” dedim içimden, bir süre… Daha neler neler ekledi yorumuna… Sonunda dayanamadım: “Burada önemli olan herkesin aynı anda hareketi yapması değil; ‘Allah’ı kalpten hissedebilmesi’dir.” dedim. Anladı mı? Bilmiyorum. Ben o sıra dördüncü selamda semaya katılan Post-nîşin’in dönüşünü seyre dalmıştım… Sanki evrene Güneş doğmuştu…Ney zaten beni çoktaaan, kalp gemisi ile ummana daldırmıştı…

Törenden sonra sahnenin bir alt katındaki alış veriş merkezine indik. Önce, “Ankara’dakilere neler almalıyım” telaşıyla bakındım. Sonra fark ettim ki; buradaki tüm hediyelik eşyalar, resimler, CD’ler, günümüz Türkiye’sinde her yerde var. Hediyelik almaktan vazgeçtim; zaten şeker almıştım ya:)

Bir süre daha anlamsızca dolaştım; birden durdum… İşte burası… İçeri daldım; gezdim, gezdim, gezdim… Kitapların arasında kayboldum.Yine grubumdan kopmuştum. “Güzel bir Mesnevi Tercümesi alayım.” dedim. Hem çok pahalıydı hem de en iyi çeviriyi ehline danışarak almalıydım, O Kebir’i… Vazgeçtim… Şems’e yöneldim… Zaten, O’nu ziyaret edemeyişin, O’na eremeyişin buruk tadı vardı gönlümde… Biraz daha inceledim kitapları… Nihayet buldum! Melahat Ürkmez’in Nüve Kültür Merkezi Yayınlarının İnceleme- Araştırma Dizisi içinde Kasım 2009’da yayınlanan 3. baskısı “ŞEMS-İ TEBRİZΔ adlı kitabını aldım. İşte yine kalbim çocuklar gibi sevinç doluydu… Bir ses duydum, o ân’da… Bu ses bana hiç yabancı değil! “Biri bana gelsin. O da sensin. Beni kırmış olsan da…” Hay Allah! Gel diyor da, ne tarafa gideyim? Hem, kim gel diyor? Yeni aldığım kitabımı kapadım. Sesi iyice dinledim. Sesi tanıdım; cep telefonumun çağrı sinyali…Yine arkadaşım:

”Kız nerdesin? Hep seni mi arayacağız biz? Çocuk gibisin valla… Alış veriş merkezindeki tek kafeteryada seni bekliyoruz, çabuk ol!”

Kitabımı aldım; alelacele parasını ödedim. Bir bakındım etrafıma, şöyle bir yirmi metre ötede çay kokusunu aldım… İçim sevinç doluydu… Çocukluk işte! Ne yaparsınız? Şems’le karşılaşmak, böylesi çocuklaştırıyor insanı…

Arkadaşı uzaktan gördüm. Bana “Ah, seni yaramaz” dercesine parmağını sallıyordu… Kendimi affettirmek için (belki de içimdeki çocuğu görmesinler diye) çay ısmarladım arkadaşlarıma… Ben tam işi tatlıya bağladığımı düşünürken arkadaşım bana dönerek:

“Bu gezide neyi fark ettim biliyor musun? Sen çocuk gibisin…Bir daha gözümün önünden ayrılmayacaksın!” demez mi bana. Gülümsedim…

(“Hay Allah! Ben de içime yayılan “Ney” sesini fark ettiler sandımdı, bir ân…”)

“Olur arkadaşım, kabulümdür. Bu gezide çocukluğumu gör… Şems’e hasret dervişliğimi kalp gemisiyle yola düzülünce anlatırım…"

Ben anlatırım da… Kalp bu… Her şeyin bir ilki var. Umman’dan kalbe damlamaya görsün! Sen, Ney sesini duyar mısın, arkadaşım? “

Ya da ya da Dost! Kalp gemisiyle Derya’ya atlamaya var mısın? O ki, sana “Gel!” diyor…

Unutma! Her şeyin bir ilki var; ilk kar gibi tertemiz…

Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..