Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mayıs '11

 
Kategori
Söyleşi
 

“Dağlarca benim için şiirin Pisagoru’dur”

“Dağlarca benim için şiirin Pisagoru’dur”
 

Ertan Mısırlı ile “Eski Islık”tan “Yalnızlık Manifestosu”na… 

1- Zeliha Demirel: Sevgili Ertan Mısırlı, önceki söyleşmelerimizden bildiğim kadarıyla siz, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dizinin dibinde büyüyen ve o koca yüreğin pek çok anısına tanıklık etme şansına sahip ender insanlardansınız. Fazıl Hüsnü Dağlarca ile ilgili kapsamlı bir çalışma yaptığınızı biliyorum ve paylaşacak pek çok anı, bilgi, birikim biriktirdiğinizi. Bu çalışma şu anda hangi aşamada? 

Ertan Mısırlı: ‘DAĞLARCA GÜNLÜĞÜ’, 1983-1999 yılları arasında kaleme alınmış anılar toplamıdır. Üç ana bölümden oluşmaktadır. Anılar, mektuplar, fotoğraflar…. Dağlarca’nın ilk şiir kitabı Havaya Çizilen Dünya ve ikinci kitabı Çocuk ve Allah’a ait 1932-1940 tarihlerini taşıyan eski Türkçe elyazıları ilk kez bu günlükte yer almaktadır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Yaz ki yaşayasın ; yaşa ki yazasın!”sözü, hayattayken bana verdiği en büyük armağan ve bu günlüğün başlangıç cümlesi olmuştur. Şimdi geriye doğru baktığımda.”Keşke kendisine daha çok zaman ayırabilseydim, daha çok dinleyip, yazabilseydim, ”demekten kendimi alamıyorum doğrusu. Doğan Hızlan’ın’Tek Başına Bir Okul’dediği Dağlarca, benim için de’Şiirin Pisagoru’dur… Pythagoras’ın Okulu’na kabul edilen öğrenciler ilk beş yılda ‘susmayı’ öğrenirlermiş sadece. Ben on beş yıl sustum, dinledim. Yazabildiklerime baktıkça, yazmayı ihmal ettiğim, ertelediğim günler ve anlar için üzüntü duyuyorum bugün. Bütün derdim, amacım, edebiyat tarihine ışık tutacağına inandığım bu anı-belge çalışmasını, bire bir tanıklıkları ‘şiir devi’nin kendi ağzından, kendi dilinden en yalın biçimde aktarabilmekti ta başından beri. Adanmış bir hayatın gerçek bir hayat olduğuna, onun dışındakilerin yaşar gibi yapmaktan öteye geçmediğini düşünmüşümdür hep. ‘Dağlarca Günlüğü’nde ilerledikçe anladım ki, bazen öyle düşünmeseniz de yaşadıklarınız, karşılaştıklarınız sizi öyle bir patikaya yönlendirir ki artık o yolun yolcusu olmuşsunuzdur ister istemez.. Beni bu patikaya iten Sahavet Dağlarca’dır aslında... 70’li yıllarda kapı komşumuz olan Sahavet Hanımın anlattıklarıdır Dağlarca’ya ilişkin ilk anılarım. İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Nevzat Atlığ’ın talebesi olarak Dede Efendi’den ilk aşk şarkılarımı terennüm ettiğim Sahavet Hanım, Sedef apartmanından ayrılırken bana bir portakal sandığı içinde dağınık halde belgeler bırakmıştı. İyi ki o günlerde kömürlükten eve çıkarmamıştım o sandığı, yoksa, polisin evimizi araması sırasında müsadere etmek üzere götürdüğü yasak kitap, gazete, bildirilerle birlikte yok edilecekti içindekiler. Belki de bugün Cemal Süreya’nın 1962’de Paris’ten gönderdiği mektubu, Talat Halman’ın 1970’lerin başlarında Amerika’dan yazdıklarını, Enis Batur’un mektuplarını ve Fazıl Beyin yanıtlarını okuyamayacaktık. Dağlarca’yla ilgili yazılanların yok denecek kadar az olması şaşırtıcı olduğu kadar düşündürücüdür de aynı zamanda.. Önümüzdeki yıllarda bunun değişeceğini umut ediyorum. Herkesin Dağlarcası başka olacaktır, bu benim Dağlarcam. Birkaç yıl önce Heybeliada’da, Dağlarca’ya duyduğu hayranlığını bildiğim sayın Enis Batur’la karşılaşmış, kendisine Dağlarca’yla on beş yıllık yakınlığımdan söz açmıştım ki . 

“ Çok canını acıtmıştır, kalbini kırmıştır, değil mi?” dedi birden… Gülümsemiştik sadece birbirimizin gözlerinin içine bakarak. O gün bugün ne zaman aklıma gelse gülümsüyorum Enis Batur’un hınzırca sorduğu soruya… 

2. Zeliha Demirel: İlk kitabınız “Eski Islık”ta daha lirik bir dil ile örülü anlatıda şair sıklıkla aynaya çarpar. Bu çarpışma aynayı yalanla özdeşleştirme ulaşılamayan sevgiliye serzeniş midir? Aynanın sizin için çağrışımı nedir? 

Ertan Mısırlı: Her kelimenin içinde bir ‘yanma’ noktası vardır. “Masa” kelimesi sadece ‘masa’yı anlatıyorsa şiirde, o adam olsa olsa ‘marangoz’ olabilir Özkan Mert’e göre… Ben ne zaman bir şiire doğru yola çıksam önce ‘ayna’ya bakarım. Jacques Brel ‘Lénfance’(çocukluk) şarkısıyla eşlik eder bana. ‘Mâzi kalbimde yaradır’ yol boyunca. Çocukluğumun soğuk ırmaklarına dalar çıkarım şiir boyunca... Bir hayâli öpmenin tadını, cıvıltılı bir kuş sürüsünü, bir yaz gününün mırıltısını, o anne ninnilerini, o çocuk dualarını tekrarlarım aynaya bakarken. 

‘Ayna’, kayıp öznelerin; kayboluşların varlık sancısını hatırlatır. Aynadaki bakışın arkasında duran çocuktur aynı zamanda. ‘Ayna’, simgesel bir yansıtma nesnesi olarak bu çocuk bakışının tam da karşısına yerleştirir şairi. Şair ‘İktidar’ ile ‘şiir’ arasındaki çatışmayı, kayıp bir dilde başka bir zamana taşır okurun aynasında. 

‘Ayna’ bir ‘uçurum’dur çocukluğumla aramdaki; şair, her seferinde uçurumdan geri dönen adamdır; atlayamaz yine, öylece düşüverir... 

Şiir biraz da pişmanlık kuyusundan su çekmek değil midir... 

3. Zeliha Demirel: Yine “Eski Islık”a yönelik olarak soruyorum. Şair şiirin içinde hep yok oluyor, ölüyor, eriyor, kül oluyor, ya da sürgün, rüzgarlara karışıyor. Bu şairin yersiz yurtsuzlaşması mı? Ayrıca şair suskun ve dilsiz. Sözcüklerin büyülü gücünü kullanma yetisine sahip olan şair için susmak hangi ihtiyaçtan? 

Ertan Mısırlı: ‘Susmak’ acıyı hissetmektir. Evet, acıyı hissetmek cesaret verir insana. Günlük hayatın üzerine çöken bu sis içinde, acı çekmekten korktuğumuz için, ölü taklidi yaparak yaşıyoruz. Aradığımızı bulmaya öyle şartlanmışız ki aramadıklarımızın farkına varamıyoruz; bu yüzden olsa gerek, hayatta kalbimizle aklımızın aynı şeyi söylediği anlar o kadar az ki... Bu yüzden şair, cansıkıntısını kelimelerin içine hapseder; şiir, dilin tutulmasıdır çünkü... Şair, kendini diri diri toprağın altına gömer; kalemini toprağın biraz altında, azar azar sızan ışık hüzmesinden damlayan mürekkebe batırarak yazar şiirini. Yalnızlığın gölgesi şiirini emzirirken; yalnızlık, şairi, masata sürülmüş bıçak gibi bilemektedir!... İnanırım ki, şiir, sözcüklerin dikişlerini patlatarak yazılmalıdır. 

4. Zeliha Demirel: Ve beklenen sevgili “Islık” la gelir... Erotizmi, aşkı, evreni güzel yorumluyorsunuz. Bu yorumlamada şiir nerede, şair nerede? 

Ertan Mısırlı: Yaralı bir askerin elinde solan çiçek gibi... Bir kez göğün mavisine karıştığında görünmez olur şiir... Yaralıdır şiire soyunan, küçük bir yürek çarpıntıyla şair olunamayacağını bilir; yine bilir ki, şiir duygusu olmak gerekir yazmak için. Şairler, incelmiş bir dil kültürüyle eğitmek zorundadırlar önce kendilerini sonra okurlarını. Kelime terbiyecisidir şair! Dağlarca Günlüğü’yle sürdürüyorum sorunuza yanıtımı. 

Ocak, 1984 

“Dil insanların imgelem gücünden doğar” 

‘Fransız Dilinin Savunması’ adlı eserin yazarı Rousand J.du Bellay 1549’da söylemiş diyerek anlatıyor Dağlarca ve kendi bakışını da bir dörtlükle açıklamaya çalışıyor bana... “Yoğu – Görmektir – Seni – Görmemek” ‘İşte buna da Artı İmgelem denir’. Gülüyor ve ekliyor: ‘Şiir, İkinci Gerçek’ diyenlere bir sözüm var, yaz bakalım!’ diyerek yazdırıyor anlattıklarını: 

“ Şiir, İkinci Gerçek” derken, bir düşünceyi yargıya bağlamış, yargıyla bağlamış olmuyor muyuz? Belki, üçüncü, belki onuncu, belki son gerçek? 

Bir şiire öteki gerçek de desek yanlıştır. Daha önce, bir gerçeği, ondan ayrı bir gerçeği varsaymış, sonra da bir başka gerçek saymış değil miyiz? Evet, bütün sanatların birer gerçek olduğunu biliyoruz. Sanatların dışında gerçek gibi görünen bir düzen olduğunu da biliyoruz. Ben olsam, konuyu şöyle açıklardım: 

Şiir ana gerçek, belki de, şiir gerçeğin kökü, derdim. 

Şiir neden anasıdır, neden köküdür gerçeğin? Yarısı duyarlıktır da ondan: yaşar duyarlığımız şiirde. Öteki yarısı olaydır da ondan : yaşar günümüz, geçmişimiz, geleceğimiz şiirde. Duyarlıkla olay, birleşirlerken imgelem olurlar, sayısal bir denklem olurlar. Yalnız bu denklemde gözle görülmeyen, bir alt çizgi de vardır. Duygunun, olayın altında, imgelemin tâ altında. Toplumları ergeç eylem kılar işte şiir böylece. Toplumun devinimlerini, eylemlerini, devrimlerini getirir şiirin gerçeği hep.” 

“Şiir, resim veya fotoğraf değildir Ertan” diyor Fazıl Bey: “İnşallah sen de çok yaşarsın. Ben bu günü ancak yıllar sonra yazarım. Şiir, resim değildir. Bazen çocuklar için şiirler yazıyorum. Altmış yıl öncesini anımsayarak... Bugün yazdığım şiir en az onbeş yıl önce yaşanmıştır.” 

5. Zeliha Demirel: İkinci kitabınız “Ölüm Beyaz Gölge” 2003 Behçet Aysan şiir yarışmasında övgüye değer bulundu. Yakın çağın siyasal iktidarına başkaldırı, ölüm ve zaman arasında kurulan alegori ile anlatılıyor. 

“başlangıçta infaz vardı, önce as, sonra yargılarsın 

bir zamanlama hatasıydı hayatımız  

görüldüğü yerde vurulacaktı ‘AŞK’” 

Yanlış zamanlara mı doğduk ve aşkı mitlerinden koparan ne oldu? Zaman kavramına bakışınız....  

Ertan Mısırlı: Tanımların bağlayıcılığını sevmem. Konu ‘zaman’ olunca, istesem de bağlanabileceğim bir tanım bulamadım bugüne kadar. Geçmiş, şimdiki zaman, gelecek, önce ve sonra sözcüklerini ne de çok kullanırız günlük konuşmalarımızda. Hangi zaman? Ruhun yaratılışından önce yaratılan Platon’un zamanı mı; hareketin ölçüsü olan Aristoteles’in zamanı mı yoksa aynı suda iki kez yıkanamadığımız Herakleitos’un akıp giden zamanı mı? Zamanlardan zaman beğenin kendinize. Herakleitos ‘zaman ırmağında’ yüzerken mi düşündü aynı suda iki kez yıkanamayacağımızı bilemiyorum ama çocukluğumun soğuk ırmaklarının kıyılarında çamurdan yarattığım kadın heykellerine dalıp zamanı unuttuğumda; evdeki duvar saatinin karşısında kulaklarımın nasıl uzadığını bugün gibi hatırlıyorum. Çocukluğumun ‘güneş saati’ geç kalmayı gösterirdi hep! 

Herakleitos’un: “Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz” şeklindeki o naif ve pek hoş formülünün (ya da özdeyişinin) dile getirdiği de budur işte ama işin aslında (Herakleitos’un öğrencilerinden Krathulos’un da dediği gibi), bir tek kere bile yıkanılamaz ırmakta (çünkü bütün vücut suya dalıncaya değin ırmak durmayacak ve su aynı su olmaktan çıkmış olacaktır.) 

Hey gidi günler hey! Bir masal gibiydi çocukluğum. Bir varmış bir yokmuş diye başlayıp gel zaman git zaman diye devam eden bir masal. 

Son olarak şunu yazacağım, bilgiçlik sayılmamasını rica ederek. Zaman her insanın istediği kadardır. Ekstra zaman diye ek bir süre yoktur. Kimi on kitap yazıyor, kimi yüz elli kitap. Kiminin yapıtı on yıl yaşıyor kendinden sonra, kiminin ki üç yüz yıl. Kişi, dakikalarının gözlemcisi olmalıdır. Yaptığı işin ‘kaba’ tarafını, alışkanlığına yaptırmalıdır. Özüyle uğraşmamalıdır. Nereye kaç dakika vermesi gerektiğini bilinç altıyla sezmelidir. Yaşam süresi çok az olan o sanatçıların, çok daha uzun yaşamış sanatçılardan daha verimli olması nasıl açıklanabilir; zamanlarının muhasibi olmadılarsa. Damla damla göl olur diye bir söz var. Bunu para biriktirme için söyler insanoğlu. Damla damla göl olan ‘zaman’dır. Damladığı yerin altındaki ‘boş vakitler’ deliğini tıkarsak tabi ki... Evet, bilinen gerçekleri yineleyerek sözü uzattım; yani demem o ki; insanın tek ülkesidir zaman!... 

6-Zeliha Demirel: Van Gogh, Picasso, Kafka, Deniz, Yusuf, Hüseyin, Jean Genet, John Lennon, Ernesto, ve diğerleri... Kitapta hep ölümün üstünden aşan hatta korkusuzca ölüm provaları yapan halleriyle varlar. Ve bu ölümlerden kalan acılar küllendikçe “Eski Islık” susar, neden? Ve Türkan Şoray acıya kesilmiş payına acı biçilmiş insanın simgesi midir ve Taş Mektep, çocukluk hayallerimizim yıkıldığı ayna mıdır zaman içinde?  

Ertan Mısırlı: İlhan Berk 2002 yılında çıkan ‘Şeyler Kitabı’nı “Ölümün Şairi Mısırlı’ya” diyerek imzalamıştı bana. 

‘.../ Pulu yapıştırırken titreyen ellerim./. zarfta belli belirsiz bir leke bırakıyor ./. bir ihbârı değerlendiren kalbim ./. ölülerle mektuplaşıyor.’ 

Dedem anlatırdı, eskiden grizu sızıntılarını anlamak için maden ocağının derinliklerindeki galerilerin duvarlarına kafes içinde kanaryalar asılırmış; kanaryaların yaşayıp yaşamadığına bakarak anlarlarmış gaz sızıntısı olup olmadığını; kanaryalar ölmeye başladığında maden ocağını hızla boşaltırlarmış... Kanaryaların hassas kalpleri, birçok madencinin hayatta kalmasını sağlamış bizim anlayacağımız. “Kanaryalar nasıl mutlu olur”, ölen arkadaşları için ağıt yakarken? 

7-Zeliha Demirel: Ve üçüncü kitap Cinnet Yazı... yeni bir dünya mümkün mü sorusuna yanıt ararken, vefaya verilen önemle kitaba giriş yapar şair ve,  

bu bir yalnızlık manifestosu: 

‘yazı’ gelirse ‘cinnet’ 

‘tura’ gelirse ‘cennet’ 

demiştik hep birlikte 

bana ‘yazı’ 

geldi 

size ‘cennet’ 

- ölen arkadaşlarımın anısına saygıyla-  

Yalnızlık manifestosu’nda yalnız kalan şair, bütün ölülerin acısını yüklenir...Bir acıma duygusu içinden mı çıktı bu şiirler? Ya da şöyle mi sormalıyım; tinsel hassasiyet ve algı yoğunluğundan, Baudelaire gibi tinsel acılara yakın durmaktan mı? 

Ertan Mısırlı: Kime adresini sorsam “www” diye başlıyor söze. Beni ilgilendiren sadece iki ‘V’; birincisi ‘vefâ’, ikincisi ‘vicdan’...Vefâ duygusu gelişmemiş, vicdanından şüphe duyduğum insanlardan hızla uzaklaşıyorum. Hatırladığım herşey acı veriyor, yeni hâtıralar oluşturmak istemiyorum bu yüzden. Çoğu zaman bilincimi zorlayan durum karşısında Faulkner’e kulak veriyorum. “Geçmiş ölmedi, geçmedi bile” diyor... “Bütün ölülerimi çıkarıyorum ./.gömülü oldukları sisten”. Ağır bir yük ama hayata hiçbir şey eklemeden geçip gitmek istemiyorum dünyadan. Yuvarlanıp giden bir teneke tıkırtısı gibi anılmak istemem. İradenin hammaddeleriyle değiş-tokuş yapılan nostaljilerin yerine, şairler, ruhların kemik uzmanlığına soyunmalıdırlar; eğer onları tamir edersek, hayatı da tamir etmiş olmaz mıyız?... “tek tesellim ./. kalbimde oturuyor ./. zaman tamircisi.” 

8-Zeliha Demirel: Bu kadar acıyla yoğrulan insanlığın ortalama evrensel insanlık durumunu yakalaması konusunda umudunuz var mı?  

Ertan Mısırlı: Frank Herbert’in ‘Çöl Gezegeni’nde Mentat’ın Birinci Kanunu şöyle açıklanır: “...bir süreç, durdurularak anlaşılamaz. Anlama, sürecin akışıyla birlikte hareket etmeli, ona karışmalı ve onunla birlikte akmalıdır.” Eğer başka bir gezegende yaşayan uçuk bir şair olsaydım şöyle derdim bu sorunuza yanıt olarak : “...Gezegenin yüzeyinde sürünürken görülen ‘insan’ adı verilen böceklerin anlamı kalmadı artık! Umut yok!” Ancak, dünyanın fotoğrafını doğru okuyabilirsek, umut var!... 

9- Zeliha Demirel: John Berger “İmgeler başlangıçta orada bulunmayan şeyleri gözde canlandırmak amacıyla yapılmıştır. Zamanla imgenin canlandırdığı şeyden daha kalıcı olduğu anlaşıldı” der. Ve ekler: “Yapıt ne denli imgelem yüklü olursa biz de sanatçının görünenleri algılayışına o denli derinden katılırız.” Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

Ertan Mısırlı: Bu sorunuz ‘Dağlarca Günlüğü’ne götürdü beni... 

7 Şubat 1987, Cumartesi 

‘İkinci Yeni’ler için ne düşündüğünü merak ettiğimi söylüyorum Fazıl Beye. Aslında, beğendiğiniz şairler demek istiyorum, o anlıyor çekmecesinden çıkardığı bir defterden, Gottfried Benn’in olduğunu söylediği bir bölümü yazdırıyor bana. Ortaokuldayken, Türkçe öğretmeninin verdiği kompozisyon ödevini yapmaya uğraşan öğrenci kıvamındayım Fazıl Beyin yanında. Ne demiş Gottfried Benn: “Dinamik dediğimiz; ihtilâlci, devrimci, sınır yıkıcı anlamına aldığımız şey ‘pratik’ bir şeydir, şartlardır sadece. Sanat ise ‘statik’tir. Sanatın özünü orijinalite arasındaki uzlaşma, uyum; tutumunu ise kütle ile dayanak noktası arasındaki denge meydan getirir.” 

Ben bu sözün ‘ikinci yeni’yle bağlantısını kurmaya çalışırken o devam ediyordu: “Şiirde gerçek anlam şairin duyuşuna, heyecanına bağlıdır. Heyecan ne kadar coşkunsa şiirdeki söz dizisi ve anlam o derece yerinde olacaktır. Buna bir de şairin o günkü yaşayış tutumunu ve çevresini eklemek gerek. En güzel şiirler bazen şairlerin bir solukta; hiç düzeltmeye gerek görmedikleri şiirlerdir; çoğu zaman da düzelte düzelte, ata ata ulaşırsın o sözcük yığınlarının içinde saklı duran şiire. Şiirin anlamı yanında bir de amacı vardır. Bu şairin amacıdır. Gerekli olan da budur şair için. Çünkü şair, yapıtı ile kütlenin karşısına çıkacağını iyi bilir. Bu amaç ne derece sağlam temellerle kurulu ise şiirde o derece istenilen şiir olur. Şiirin belli bir amacı olmasaydı düzyazıdan ne farkı kalırdı. Şiir bellekte yer edebilen, belirli bir çevreyi düzenleyen dilin varlığıdır. Şiir gücünün özelliği: sözcüklerin birbirleriyle olan ilişkilerinin bellekte yarattığı anlam yükleriyle gücünü gösterir. Çünkü şiirde anlam bir değildir. Her kişinin bir şiir anlayışı vardır. Anlam da her kişiye göre değişir. İnsanoğlu bildiği, gördüğü, evrende yaşadığı, hayat kavgası verdiği şeyleri, kendi anlayışının, kendi düşünüşünün dışında ve duyularına en güzel ve en yeni bir biçimde katılabileni seçecek ve sevecektir... Düşler, düşünceler, sözcükler ancak şiirin kaba malzemeleridir. Penceresiz bir bina, anlamsız bir şiire benzer. Şiirde her yapılan yenilik anlam bakımından kuvvet buldukça yaşar, ömrü kısa veya uzun olur. Çağdaş şiirimize bir göz gezdirirsek, her yapılan yenilik anlamsızlığa giden bir yolun başlangıcı olmuş. Bir çok sözcükler yığını, anlam yükleri dağınık, şairlerinin belli bir amaçları yok ya da bu amaçlar güçsüz. Şiire en yalın bir söylemle varmak gerek. İkinci Yeni’nin –ki bu bir avuç imzada beliriyor- şiir okurunu yanıltan ve bunaltan bir tutumu olmuştur. Güzel sözcük yığınları arasından bir öz çıkamıyor. Sezgiler olmaksızın bir yere varamaz kişi ama bu sezgileri sınamak, hangilerinin bir yana atılmaları gerektiğini görebilmek için us’a gereksiniriz. Yıllar önce “bilinç mi”, “duyarlık mı” sorusunu yanıtlarken demiştim ki: şiir gerçekte bir toplum olayıdır. Bunun nedeni de günceldir. Söylediğim ‘güncel’lik, takvim yapraklarına bağlı olmayabilir. Olabilir de. Oluşumuyla bir yaşamadır, demek istiyorum. Bilinçle duyarlığı birbirinden ayırırsak ortada şiir kalmaz. Hem ikisini niye çok başka başka kavramlarmış gibi birbirinin karşısına koyuyoruz? Duyarlık, geleceğin bilincidir; bilinç, eski bir duyarlıktır, sanısındayım...Her şeyden önce, anlık olanla, görkemli olanı birleştirebilecek bir görüş gücünüz olacak şiir yazmak için....” Dağlarca anlatmaktan ben daktilo etmekten yorulmuştuk o gün. 

10- Zeliha Demirel: Son olarak yazmak acınızı hafifletiyor mu?  

Ertan Mısırlı: Kendimi acıya karşı eğittiğimi sanıyorum. Şiir yazdığımda karanlık tarafım temizleniyor. Mutluluğu hiç tatmadıysanız, kendinizi hiçbir zaman mutsuz hissetmezsiniz; sözcükler yalanları yaratır, hep daha derine; ancak, mutlu olmamak mutsuz olmak değildir her zaman. Bugün dünyayı alt üst eden şey ‘delilik’ değildir, vicdanımızdır. Nefes almamızı önleyecek kötü bir koku var. Yalnızlaştırma, kimliğinizden arındırma, üç kapı üç kilit arkasında, bilinciniz yerinde olsun ya da olmasın, gerçek anlamda ölene kadar sizi hayatta tutmaya çalışan zamana yayılmış bir şiddet var. Yaşamak, ölümü kabullenmenin bir başka çeşidi gibi sunuluyor insanlığa. Söyleşimize son noktayı İlhan Berk’le koyalım isterseniz : “Hem dünya çoktan şaşırtıcılığını yitirdi. Korkunçluk bunda! Yaralarımız aynı yaralar ama benzemiyorlar birbirlerine.” 

 

 
Toplam blog
: 84
: 605
Kayıt tarihi
: 05.03.09
 
 

Konya Akşehir doğumluyum. Selçuk Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, İnşaat Mühendisliğ..