Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Mart '12

 
Kategori
Sosyoloji
 

"Sizi rahatsız etmeye geldim"

"Sizi rahatsız etmeye geldim"
 

“Allah’a iki rekat namazla da varılır, elverir ki abdestini kanınla al”


ALİ ŞERİATİ: “SİZİ RAHATSIZ ETMEYE GELDİM!”


Tarih, insanın tercihleriyle yani iradesiyle kurallarını koyduğu veya öyle sandığı tek şeydir. Diğer her şey kendi kurallarıyla yürüyor, insan sadece onu keşfediyor. Kısaca tarih, iktidarlarının bekası için kan dökenler ile insanlığın bekası için kanıyla abdest alanların çatışmasıdır.

 

Doğuda, özellikle İslam coğrafyasında insanlığın vicdanını temsil edenler, toplumsal umuda tohum olanlar; kanıyla abdest almayı göze alanlardır. Muhammed sonrası bu ruhun ilk öncüsü Ebû Zeri Gifari’dir; sonrası Seyit Hüseyin bin Ali ve Hallacı Mansur gibi kadim yol taşlarıyla devam eder. Son olmasa da Ali Şeraiti de bu silsilenin önemli durağıdır.

İsmiyle müsemma olan Ali Şeriati ( Suyun kaynağına gidecek yolun en yüce öncüsü olarak tanımlanabilir.) İran’ın Horasan eyaletinin Sebzivar iline bağlı Mezinan köyünde doğdu. Üniversite yıllarında Şah yönetimine karşı olan ‘Ulusal Direniş Hareketi’ne katıldı. Bir süre sonra aynı hareketin üyesi olan babasıyla beraber tutuklandı ve altı ay tutuklu kaldı. Üniversiteyi bitirdikten sonra 1960’da Fransa’ya gitti. ‘Cezayir Kurtuluş Hareketi’ne aktif olarak katıldı ve Paris’te tutuklandı. Cezaevinden sonra sosyoloji ve dinler tarihi alanında doktorasını tamamlayıp 1962’de İran’a dönünce sınırda tekrar tutuklandı ve cezaevine kondu. Cezaevinden çıktıktan sonra, öğretmenliğe başladı. Aynı zamanda ülkeyi dolaşıp sayısız konferanslar verdi. Konferanslardan rahatsız olan Şah’ın gizli servisi SAVAK, Ali’yi yakalamak istedi; ancak onu bulamayınca babasını yakaladı. Babası bir yıl cezaevinde kalınca, babasını kurtarmak için Ali teslim oldu ve 18 ay hücrede kaldı. Hücreden çıktıktan sonra ülke içinde SAVAK ‘tan kaçıyordu; ama halkıyla bir aradaydı ve her gece bir yerde sabahlara dek süren sohbetler ve konuşmalar yapıyordu. Çember daralınca 16 Mayıs 1977’de Avrupa’ya gitti; yazık ki İngiliz gizli servisinin desteğiyle bir ay sonra SAVAK tarafından katledildi.

Suyun kaynağına yürüyen bu adam, doğuluydu; doğunun tüm dinlerini hatmetmişti. Elbette bilgisi dinlerle sınırlı değildi. Batı felsefesine, Sarter ile atışacak kadar vakıftı. Sınıf hareketini önemsiyordu; ama Doğu’yu küçümseyen pozitivizme bulanmış Marksizm’e çok ciddi eleştirisi vardı. Kapitalizme ve emperyalizme külliyen karşıydı; çünkü “Evi'nde Ekmek bulunmadığı halde Kını'ndan sıyrılmış Kılıcı'yla İsyan etmeyen Adam'a şaşarım” diyen Ebû Zeri’yi kendisine öncü kabul ediyordu. Kendi devrimci tasavvur dünyasının kurucu öğesi olarak kabul ettiği Ebû Zeri’yi, “Allah’a inan sosyalistlerin mükemmel bir modeli” şeklinde tasvir etmiştir. Râbıtasını Ebû Zeri’den başlatan Ali, Doğu Batı karşıtlığını aşmada ve İslam’ın günümüze uyarlanması konusunda Celâleddin-i Afgani ve Muhammed İkbal’den önemli derecede etkilenmiştir.

Düşünce sistematiği, insanlık tarihinin üç temel simgesinin reddi üzerine oturmaktadır. Bunlar insan iradesini yok sayan ve kendine tanrısallık vehm eden iktidarın simgesi firavun, yeryüzünün tüm nimetlerinin tüm insanlığa ait olduğu ilkesini yok sayarak her zenginliği sahiplenen ve mülk edinmenin simgesi olan Karun, Tanrı tarafından insanlığın hayrına kullanılmak üzere kendisine verilen bilgiyi kendi çıkarı için iktidarlar lehine kullanan Bel’am b.Bâûr’dür. Dolayısıyla Ali’nin mücadele çizgisi firavunlaşmadan, Karunlaşmadan ve

Bel’amlaşmadan, Tanrının halefi olarak yeryüzünde, adalet üzerinde insanın özgür olduğu ve barış içinde yaşayabileceği bir dünyadır.


…“(insan)Özgürlük yolunda ne denli başarısız olup Karun düzeninin elinde maskara bir oyuncak haline geldiyse, bu yolda da(adalet, eşitlik mücadelesi) o kadar aldatıldı. Adalet isteyen her mücahit, bir taş parçası gibi bu Firavun piramidinin binasına konuldu. Bu üç köşeli piramidin milyonlarca değerli ve nefis taş parçalarının altında üç şehidin cenazesi gömülüdür: Ruh, özgürlük ve komünizm.”


Bu üç şehidin her devirde kıyâm ettiğine inanan Ali, babasının “Hayat iman ve cihattır.” şiarının peşinden gitmiş ve hayatını da babasının dediği gibi yaşamıştır.

Ali İslamcıdır; ancak hem Emeviler’le bir saltanat ideolojisine dönüşen Sünniliğe, hem de içinde büyüdüğü ve bir nevi ruhban sınıfının iktidar ideolojisine dönüşen Şiiliğe de yakın değildir. Bundan dolayı, ehl-i sünnet mensubu olan Afagani’nin ve İkbal’in izinden giderek, İslam kaynaklarının zamanın ruhuna uygun okunması gerektiğini savunmuştur. İslam felsefesinde temel ayrım noktası olan şey sanıldığı gibi, Şii-Sünni ayrımı değildir. Bu ayrım iktidar olma biçimi ve oluşturulan yapay ayırımlardır. Temel ayrım, yeryüzüne Allah’ın halefi olarak gelen insanın yapması gerekenlerle ilgilidir. Firavun-Karun-Bel’am üçlemesinin temsilcileri insanı ritüellere gark edip, melekleşmeye ikna etmeye çalışırlar; gerçekte ise insanları iktidarlara kul yaparlar.

Diğer tarafın rafine öncüsü Hallacı Mansur ise, melekler dahil tüm yaratılanların önünde secdeye geldiği insanın melekleşmek yerine halefliğin hakkını vererek “irade” koymasını ve yeryüzünde Allah’ın murat ettiği toplumsal sistemi kurması gerektiğini vaaz etmiştir. Ali, Tanrı’nın çamurdan yarattığı insana üflediği şeyin irade olduğunu ve dolayısıyla yaratılmışların önünde eğildiği şeyin de irade olduğunu savunmaktadır. “Allah ölümsüzdür. İnsan, O’nunla sözleşme yapan, O’nun ruhunu taşıyan, O’nun risaletine sahip olan ve nihayet, Allah’ın gücünün, bilgelik ve güzelliğinin aynası olan bu anlamlı ve kutsal doğada, O’nun halifesi olan bir varlıktır”. Hal böyle olunca da insana verilen bu iradeyi, bunu kendisine üfleyen tanrıya bile teslim ederse artık insan olmaktan çıkmıştır. “O varlık melek olabilir ama artık insan değildir”.

Tanrının emrine uymayan İblis’in bu çerçeveden hareketle, sanıldığı kadar kötü bir şey yapmadığı varsayılmıştır. Çünkü İblis’in Tanrıya isyan etmediğini, kendisine verilen iradenin gereğini yaptığını kabul eden Hallacı Mansur, İblis’i ‘üstad’ olarak onurlandırmıştır..


Ali Doğucudur, Doğuyu iyi bilen Batıyı da yakından tanıyan ve son iki yüzyıldır Doğu aydınını kör eden Batı “uygar”lığının oluş biçimini ve geldiği noktayı reddeden bir Doğucudur. “Gelişmiş Batı medeniyeti, sömürgecilik ahırında semirmiş bir domuzdur.” diyerek her bir Doğuluya şöyle seslenmektedir: “Doğuluyuz; uygarlığı, kültürü, hayat tarzını ve nasıl insan olmak gerektiğini, kendisinin yarattığı şekliyle mutlaklaştırmaya çalışan, bizi inkar etmek, mahiyetimizi silip yok etmek ve bütün değerlerimizi reddetmek pahasına bize bir dünya dayatan, bizi başkalaşmış, çehresiz ve bedensiz varlıklar haline getirmeye ve nihayet taklitçi ve dirençsiz kılmaya çalışan Batı’ya karşı direnmek istiyoruz. Kendisini karanlığın şerri gibi bu çağın üstüne atan, insanı büyüleyerek dünyayı yutmaya uğraşan bu çelik zırhlı devin karanlık ve uğursuz gölgesinden kurtulmalıyız.”

Ali sosyalisttir, ama Marks’a daha çok da Marksistlere kızgındır. Doğuya bakışını özellikle dine yaklaşımını kıyasıya eleştirir. Marks’ın din bilgisinin çok sığ hatta Yahudilikten Protestanlığa geçen babasından duyduklarıyla sınırlı olduğunu düşünür; Çünkü Tanrı yorumunun Yunan mitolojisinde okuduklarından farklı olmadığı gibi, dine dair tespitlerinin de Feuerbach’dan aşırdıklarından farklı yeni orijinal bir şey olmadığını iddia eder.

“Marksizm dine karşı, diğer bütün materyalist ekollerden daha çok savaşır. O; dine karşı hepsinden daha kaba ve bağnaz olduğu halde din karşıtı delilleri diğerlerinkinden daha zayıf, daha temelsiz ve daha kapalıdır.” Diğer tarafta Ali, “ Maddi dünyadaki olguları ‘idea’nın ürünü sanan idealizm” gibi “ ‘idea’yı maddi dünyanın ürünü kabul eden materyalizm”den de insana farklı bir yaklaşım beklememektedir.

“Gerçekte Marks, bir çeşit hümanizmi savunmaya çalışan materyalist düşünürlerle aynı sıkıntıyı paylaşıyordu. Çünkü materyalist olarak varlıkta sadece bir tek ilke yani ‘madde’ kabul ederken hümanist olarak umutsuz ve başarısız bir halde ‘insan’ adlı başka bir ilkeyi daha kabul etmeye çalışıyorlar. Sonuç olarak varlık hakkında konuştukları zaman ‘birlik’ fikrine, insanın üstünlüğünden söz ettikleri zaman ise ‘ikicilik’ (düalizm) fikrine meylediyorlar.

Zira hem materyalist olmak hem de insanı maddi nesneler dünyasından ayırıp üstünlük ve bağımsızlık vermek mümkün değildir.” Hal böyle olunca “Marksist sosyoloji ve tarih felsefesinde, sosyolog ve ekonomist Marks’ın, filozof ve antropolog Marks tarafından yaratılan tanrılaşmış insanı gömmek için kazdığı bir mezarla karşılaşırız.”


Sonuç olarak Ali Şeriati “la ilahe İllallah” şiarını günümüz toplumsal ilişkileri içinde yeniden teorileştiren bir düşünce adamı, ameli ile bunu ortaya koyan ve bedel ödemekten çekinmeyen bir mücahittir. Son söz olarak “la ilahe İllallah” şiarının kuşkusuz en büyük savunucusu Hallacı Mansur’un sözü olsun: “Allah’a iki rekat namazla da varılır, elverir ki abdestini kanınla al”

 
Toplam blog
: 22
: 784
Kayıt tarihi
: 11.06.11
 
 

. "Gök kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur" diyen eskiler haklılar, ama zamanın akışı içinde ..