Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Temmuz '12

 
Kategori
Öykü
 

100 çocuk 100 hikaye... Üçüncüsü: Öğretmenim, Atatürk Caner'i neden kurtarmadı?!..

Eylül ayı geldi mi, önce biz öğretmenler, ardından da öğrencilerimiz okullarımıza doluşuruz. Pazartesi ile başlar ilk ders günümüz. Ziller çalar ardı ardına... Yeni gelenler her zaman olduğu gibi "mini mini birler"dir. Geçen yılın birleri artık ikinci sınıftadır. Bayramlarda şiir okurlar, oyunlar oynarlar. Hepsi de bir yaş büyümüş, bir üst sınıfa geçmiş, ne de olsa abla ve ağabey olmuşlardır...

Okullarımızın çoğunda iki ya da daha çok sınıf olmak üzere Ana Sınıfı öğrencileri de vardır. Bunlara bir unvan takılmadı. Birlere "mini mini birler" derken, Ana Sınıfı çocuklarına sevecen bir tanımlama yapılmadı. "Bunlar Ana Sınıfı çocukları..." der, geçeriz. Bunların kıyafetleri süslü, eğitimleri oyunlu, danslı, şarkılı... Yemekhaneleri var, uyuma odaları var... Çoğunun anne va babaları genç ve ilgili, üstelik artık daha çok eğitimliler... Evlerinde ayrı sevilirler, okulda ayrı sevilirler...

İlk Öğretim Haftası'yla başlarız kutlamalara ve bayramlara, eğitimin, öğretimin yararlarını söylemeye... Şiirler okunur, haftanın anlamı ve önemi belirtilir. Atatürk'ün Başöğretmenliğine ilişkin anlatımlar yapılır. Okulların koridorlarında ve sınıflarında yer alan, Duvar Gazeteleri ile panolar şiir, yazı, resim ve afişlerle donatılır.

Okullarımızda neredeyse her ders Atatürk ile başlar. Anılar, şiirler, yazılar... Atatürk'ten özdeyişler... İlkokul öğrencisi bir kahramanla, bir kurtarıcı ile karşılaşır... Hayalindeki ulaşılmazdır artık Atatürk... Çoğu çocuk; dün olduğu gibi bugün de bir kurtarıcı gibi görür Atatürk'ü...

Yaramazlığı sempatik çocuksu duruşuna  yakışan, zaman zaman da kendisine zarar veren bir öğrencim vardı. Çıkılmayacak ağaçlara çıkar, duvarları tırmanır; okul bahçesinin sınırlarını aşan topları alıp getirmeye can atan, bitmez tükenmez bir enerjisi vardı.

Kavgacı değildi... Hatta yardımseverdi, cana yakındı... Bu huylarından dolayı da sınıfın, okulun tanınan sevilen çocukları arasındaydı. Kabına sığmazlığı vardı... Hareketi ve hareketlerden doğacak bereketi seviyordu. Bu davranışlara sahip çocuklara "hiperaktif çocuklar" diyorlarsa da, ben bu tanımı benimsemedim. Bana itici gelmekte ve bir de kolaycılık olarak görüyorum. Çocukluğum köylerde, dağ, bayır, yamaç, akarsu, orman, yayla, çayır, çimen, bağ, bahçe alanlarında geçti. Küçükken bana buralar yetmiyordu. Tepeleri aşar, göllerde yüzer, ormanda su içer, azığımızı su başlarında yerdik. Yemlik, dağ yemişleri, mantar, kurumuş dal odunları çalı çırpı toplardık. Hem oynardık, hem de evimize, ocağımıza, annemize gücümüzce katkıda bulunurduk.

Şimdiki şehir çocukları; site, apartman, daire, mahalle çocukları böyle mi?!..

Evin içinde hapis çoğu... Ne kadar yazık!.. Araba ile markete, oradan da eve...

Tank gibi demir kapılarla kilitli dairelerde bilgisayar başlarında solan yüzler, zaafa uğrayan gözler... Yorulan beyinler, ağrıyan başlar... Arkadaş yok, komşu yok, dost zaten çoktan yok!..

O nedenle "hiperaktif" deyip kenara çekilmek yanlış. Anne babalar da bu "hiperaktif" yaftasına inanıyor ve hatta kendilerini suçlu gibi kabulleniyorlar. Salın bakalım çocukları bu güzel yurdun yaylalarına, çimenlerine, göllerine, o güzelim köylerine... İçirin bakalım koyun, keçi sütü; tavuk yumurtası yedirin bakalım nasıl gürbüzleşiyorlar... El, ayak ve bedenleri nasıl da turp gibi oluyor... Kim yapacak bunu?!..

Yaramaz ve sempatik öğrencim, afacanlıklarını hep devam ettirdi. Bir gün de duvardan düştü... Düşerken de duvara tutunayım derken duvardaki tel, cam, çivi çıkıntıları birçok yerini kan içinde bıraktı. Sınıfa vardım, sildim, sardım sarmaladım, kucaklayıp bağrıma bastım, öptüm... Damlacıklar halinde akan göz yaşlarını sildim... Çok severseniz öğrencilerinizi, ağlamayacak halde olsalar bile ağlarlar, öyle de nazlı olurlar...

Çocuk sakinleşti. Dersimize başladık. Cin gibi bir öğrencim parmağını kaldırıdı, söz alıp konuştu:

-Öğretmenim, Atatürk, Caner'i neden kurtarmadı?!..

...........

Öğrencilerimden şaşıranlar da oldu bu soruya, gülenler de... Çocuklar haklıydı; vatanımızı ve milletimizi kurtaran Atatürk, Caner'i de kurtarmalıydı!.. Ben de içimden gelen tebessümün yansımasıyla yetindim... Çocuklarımız; Atatürk'ü, yediden yetmişe herkesi her zaman ve her yerde kurtaracak biri olarak tasavvur ediyorlar... Gerçek şu ki, günü geldiğinde her biri birer Atatürk olacaklar... Önemli olan da buydu!..

Söz verdim bu öğrencimi yazın köyüme götürecektim. Ne yazık ki sözümü tutamadım, çünkü kendim de köyüme gidemedim. Oysa nasıl da özlemişim o dağ, bayırları, yamaçları, akan pınarları, gözeleri...

Bizler; çocuklarımıza sanıldığının aksine, onlara birşey veremiyoruz... Onlar en çok oyun ve güven içinde oynayacakları oyun alanları istiyorlar...

KISA NOTLAR HAYAT DERSLERİ...

"Argo, hangi ulusta olursa olsun, toplum kesimlerinin tavandan tabana inildikçe kabalaşan özel dilidir. Bu dil; konuşulduğu yörenin özelliklerini, ahlak anlayışını, insanlara bakış biçimini yansıtır. Varlıklı, eğitim ve öğretim düzeyi yüksek bir toplumun argosuyla; yaşama olanakları dar, yeterince eğitim ve öğretim almamış insanlardan oluşan toplumun argosu nicelik yönünden başkadır. Öğrencinin argosu; öğretmen-öğrenci-öğreti ilişkilerinden kaynaklanır. Kabadayının argosu, ezici güce; dolandırıcınınki aç gözlülüğe dayanır. Gerçekte argo; belli bir toplum katını oluşturan kimselerin, kendi çevrelerinde geçerliliği olan sınırlı bir anlaşma aracıdır."

"Abdülmuttalip Bey odasına geçti, giyindi. Üstünde bir ceket, ayağında rugan ayakkabılar ve simsiyah boyun bağıyla aynaya baktığında kendini eski bir resim gibi görerek içi burkuldu. Kapıyı açıp dışarıya çıktı, küçücük sofada "Nüveyra!.." diye bağırdı. Nüveyra Hanım'ın sesinin yankısı gecikmedi: "Evet, bir şey mi var bey?.." O geleneksel suskunluk, odaklandı yine evin içinde bir süre. Neden sonra, Nüveyra Hanım kocasının sesini uğultu biçiminde duydu: "Çıkıyorum ben..."

"Eee, ne yapalım? Fikir adamıyım, bilim adamıyım ben; derin derin düşüncelerimden çıkıp da süslenmeye, dış güzelliklerle uğraşmaya ayıracak vaktim mi var benim?!.. Okuyup içimi bezeyeyim, kafamı donatayım, yeter bana!.. Ama görenler, beni, beğenmeyeceklermiş, varsın beğenmesinler!.. Öyle görünüş düşkünü kimselerin diyeceklerinden bana ne!.. Ben, geçici şeylerle değil; bizim ta içimize işleyen, benliğimizi yoğuran üstün niteliklerle övünen insanlardanım; onlarla yetinmeyip, dışa bakanlar uzak olsunlar benden!.."

BİR ÖZDEYİŞ...

"İnsanlar, yaptıkları iyilikleri kendileriyle beraber götürür... Yaptıkları fenalıklar, onlardan sonra da yaşar." (William Shakespeare)

 

 
Toplam blog
: 323
: 2029
Kayıt tarihi
: 04.09.06
 
 

Yaşanan her hayat en iyi hayattır; yeter ki içinde kötülük olmasın!.. ..