Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Nisan '18

 
Kategori
Kitap
 

20. Yüzyılın Üçüncü Seçeneği; Mülksüzler

20. Yüzyılın Üçüncü Seçeneği; Mülksüzler
 

1974 yılında Urras nasıl bir yerdi? A-İo ülkesi, Thu ülkesi, Benbili ülkesi neyi temsil ediyordu? Ursula K. LeGuin’in “Mülksüzler”ini anlamamız için, 1. Dünya savaşı sonrasından, 1968 gençliğine uzanan gelişmeleri kısaca bir gözden geçirmemiz gerekiyor.

1. Paylaşım savaşı olarak da görülebilecek Birinci Dünya Savaşı, dünya üzerindeki büyük imparatorluklara son verdi. Yeni düzenle, İktidar sistemlerinde soy kökenlilik anlamını yitirdi ve sınıf kökenliliği öne çıkmaya başladı. Böylece sermayenin rejimi olan kapitalizm ile emekçi sınıfın rejimi olan sosyalizm iki başat aktör olarak dünya sahnesinde tam olarak yerini aldı. Ancak 20. Yüzyılın başı itibari ile kapitalizmin en az 100 yıllık tecrübesi varken, sosyalizm yeni emeklemeye başlamış bir sistemdi. 20. Yüzyılın tamamı dünya açısından bu iki sistemin rekabeti ve kavgası ile geçti. 

Kapitalizm, yüzyılın ikinci çeyreğinin başında, 1929 yılında dünya tarihindeki en büyük ekonomik krizi yaşadı. Büyük buhran o kadar etkili oldu ki, Avrupa başta olmak üzere kapitalist ülkelerin birçoğunun başında diktatörler türemeye başladı. Almanya’da Hitler, İtalya’da Musolini, İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar uzun süreli faşist diktatörlüklere dönüştü. Bunda kapitalizmin girdiği ekonomik bunalım kadar, kapitalizm içindeki paylaşım dengesizliğinin de etkisi vardı. Tüm bu gelişmeler ikinci dünya savaşının yolunu döşedi. İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar, sosyalizm ve en önde gözüken reel uygulaması Rusya dünya sahnesinde yeterince etkisini gösterememişti. En büyük yansıması, Amerika ve Avrupa aydınları ve entelijansiyası üzerindeki romantik etkisi oldu. 

İkinci Dünya Savaşı, faşist diktatörlüklerin yenilgisi ile sonuçlansa da, gerçek sonucunun sosyalizmin bir devlet gücü ile dünya sahnesine çıkması olduğunu söylemek mümkün. Gerçek anlamda iki kutuplu bir dünya oluştu ve iki kutup arasındaki esas rekabet, dünya üzerindeki bölgeler hâkimiyeti ve silah yarışı şeklinde kendisini gösterdi. Silahlanmanın simgesi ise ikinci dünya savaşını bitiren nükleer bombalar oldu. Dünya 30 yıl içinde nükleer bombalar ve füzelerle doldu. Kapitalizm ve sosyalizm arasındaki rekabet ise sınıf rekabetinden çıkıp, bölgesel hakimiyet yarışına dönüştü. Bunun en büyük yansıması ise, üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan direnişçi gruplarla, ülkenin diktatörleri arasında yaşanan çatışmalardı. Kapitalist sistem, üçüncü dünya ülkelerinde diktatörleri desteklerken, sosyalist sistem direnişçi grupları destekliyordu. Zaman zaman yaşanan devrimlerde ise tablo tersine dönüyor ve sosyalist otoriter yapılarla, kapitalist cephe tarafından desteklenen militer güçler çatışıyordu.

Kapitalizmin yüzündeki sevimli boyalar, 1929 buhranından itibaren iyiden iyiye dökülmeye başlamıştı, ancak sosyalizmin sempatisini esas kaybettiren, Avrupa’nın doğusunda kurduğu “Demirperde Sistemi” oldu. Bu sistemi tescilleyen hareket ise 1968 yılındaki Prag Baharı’nın Sovyet tankları ise sonlandırılmasıydı. Sosyalizm, bu gelişme ile Amerika ve Avrupa’daki gençler, aydınlar ve entelijansiya üzerindeki sempatisini ve desteğini de kaybetmeye başladı.

Tüm bu gelişmeler, özellikle 1960’ların başlarından itibaren Amerika ve Avrupa’da gençler üzerinde yeni bir akımın oluşmasına neden oldu. Tüm gerçekliği güç ve para olan kapitalist sistem ile, giderek gücün diğer kutbunu oluşturan sosyalizm arasında sıkışan yeni genç akım üçüncü bir seçeneği yaratmanın yollarını döşemeye başladı. Bu üçüncü yolun köşe başları ise otorite karşıtlığı, silahsızlanma, çevrecilik, cinsel devrim, kastlaşmış toplum yapısı ve kalıplaşmış insan üretmeye odaklı sistem mekanizmalarının yıkılması oldu. Bu kuşağa, farklı süreçler içinde farklı isimler verildi; Beat kuşağı çocukları, çiçek çocuklar ve 68 kuşağı. 

Biraz uzun bir giriş olmakla beraber, “Mülksüzler”in bu kuşağın edebiyata yansımış hali olduğunu söylemek mümkün. Her ne kadar bir bilim-kurgu kitabı gibi gözükse de, “Mülksüzler” ayakları fazlası ile dünyaya basan bir roman. 

Her ne kadar romanda Arz olarak anlatılan bizim dünyamız, romanın geçtiği Urras ve Anarres gezegenlerine 11 ışık yılı uzakta olsa da, aslında Urras dünyamızın kısa bir özeti durumunda, özellikle de 20. Yüzyılın ikinci yarısının. 

Ursula K. LeGuin’in esas peşinde koştuğu şey ise üçüncü seçenek. İşte bu üçüncü seçeneği Anarres’te yaratmaya çalışmış. 170 yıl önce mülkiyetçi ve otoriter iki cepheye ayrılmış Urras’tan ayrılan Odocu bir grup, Anarres gezegeninin uydusu ya da ikizi olan başka bir gezegeni kendilerini mesken edinmiş ve anarşist bir topluluk kurmaya çalışmışlar. Romanın kahramanı Shevek, işte bu toplumun içinde yetişen bir fizikçi ve hikaye onun, 170 yıldır aralarında mal ticareti dışında bir temas olmayan iki gezegen arasındaki geçişini anlatıyor. 

Ursula K. Leguin’in bu eserini benzersiz ve özel kılan şey, üçüncü bir seçenek yaratmaya çalışırken kolaycılığa kaçmaması. Mülkiyet ve otoriteden kaçınan bir toplumun huzur ve refaha kavuşmasının kolay olmayacağını da göstermeye çalışması. Anarres, Urras’a göre oldukça kurak, çorak, verimsiz bir coğrafyaya sahip. Yağmurların ve su kaynaklarının yetersiz olması kadar, kendine ait bir doğal ekolojisi olmayan, bitki ve hayvan çeşitliliği barındırmayan bir yer. Ama buna karşın Odocu topluluk, topluluğun temel felsefesi olan dayanışma, fedakârlık ve cefakarlık ile ayakta kalmaya çalışıyor. Shevek’in Urras’a yaptığı ziyarette gözlemlediğimiz üzere, Urras, bizim dünyamızla benzer özelliklere sahip. Doğal kaynakları ve tabiatı ile bir cennet. Ama cennette yaşayanlar orayı cehenneme çevirmeye çalışırken, cehenneme yaşayanlar cenneti inşa etmeye çalışıyorlar.

Anarşizmin, kökleri toplumda oldukça derinlere uzanan mülkiyetçi ve otoriter düzenlere karşı nasıl bir sistem kurabileceğinin cevaplarını üretmeye çalışmış Ursula K. Leguin. Bence bunda da başarılı olmuş ama bu başarının gezegenlerinden hiçbir şey almadan uzaklaşan bir grup tarafından sağlandığını da unutmamak gerekir. Hikayede, Urras’ta kalan Odocuların hala iki cephe arasında sıkışıp kaldıklarını kolaylıkla gözlemleyebiliyoruz.

Romanın zihnimde yarattığı birçok soru oldu ama en önemlisi bence şuydu; Shevek neden sınıfsız ama otoriter, bürokratik Thun ülkesine değil de, mülkiyetçi A-İo ülkesine gitti? Neden Urras’ı oradan tanımaya başladı. Romanda, bir fizikçi olarak, A-İo’lu fizikçilerle bir süredir temas halinde olduğunu görüyoruz. Ama kendi dünyamızla paralellik kurarsak Sovyet düzeninin yansıması olan Thun ülkesinde de önemli fizikçilerin olması ve Shevek’in onlarla da temas halinde olması gerekirdi. Dolayısı ile Urras’a gitmeyi tercih ederken rotasını Thun’a da çevirebilirdi. Büyük olasılıkla bu sorunun cevabı, Ursula K. LeGuin’in, romanı yazarken, kendisi hangi coğrafyada yer alıyorsa, ana karakterini de o coğrafyalarda gezdirmesi gerektiğine karar vermesindedir. Ursula K. LeGuin bir üçüncü seçenek arayışcısı ama bu arayışı mülkiyetçi bir coğrafyada yapıyor. Üçüncü seçeneği yaratmayı başarmış toplumun temsilcisi olan ana karakterini, Urras’a geleceği zaman kendi coğrafyalarına taşımanın daha doğru bir tercih olacağına karar vermiş olmalı.

“Mülksüzler” dünyanın önemli bir döneminde, önemli bir kavşak noktası. Zamanın getirdiklerinin, bu kavşak noktasının önerdikleri ile kesişmemesi, o önerileri önemsiz kılmaz. Bugün dünya iki kutuplu değil ama mülkiyetçi ve otoriter özelliğinden hiçbir şey kaybetmedi. Günün birinde insan zihninde yeni arayışlar filizlenecek ve eminim ki “Mülksüzler” o filizlenen fikirlerin ilk gübresi olacak.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..