Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Mayıs '11

 
Kategori
Güncel
 

24 Nisan olaylarına bir de böyle bakın !

24 Nisan olaylarına bir de böyle bakın !
 

yırtık ayakkabılı yitik dev


24 Nisan olaylarının ( 2011 – 1915) . Anılışının üzerinden yirmi günden uzun bir süre geçti. O gün gördüğüm bir pankartın bana düşündürttüklerini yazma cesaretini ancak şimdi gösterebiliyorum. Tabi bunun baş müsebbibi bugün okumaya başladığım Ağrı’nın Derinliği kitabı. Yazarı daha önce imza gününe gitme şansı bulduğum Ece Temelkuran. Kitap Türkiye dışında yaşayan farklı görüşlerden Ermeniler ile yapılan röportajların toplamı. Tabi kitabı asıl şaheser yapansa satır ararlına Ece Temlekuran’ın sıkıştırdığı cümleler ve yorumlar. Şunu söyleyebilirim ki “ taaaaam da bana göre” . Modern, tarafsız ve içten, sıcak bir bakış. Her neyse kitabı övmeyi bırakayım çünkü ne desem eksik kalacak zaten. 

Aklımdaki olaya geri dönecek olursam söze şöyle başlamalıyım; Bir pankart gördüm bu öyle sade öyle sıradan ve öylesine basitti ki ondan anlamayan, bigane bir göz tarafından televizyonda kolaylıkla göz ardı edilebilir. Ama ben baktım bi kere ve o gün bugündür de görmeye çalışıyorum. Ağrı’nın Derinliği kitabı benim ne kadar gördüğümü, ne kadar anladığı test etme tepkimemde aktivasyon enerjim oldu. Milliyetçi duyguların zararından ve MHP sağ olsun gereksizliğinden haberdar olsam da bu eylem, miting haberlerini kısmen milliyetçi, fevkalade tutarsız bir şekilde izliyordum. Şu haberler geçse, şu gün bitse de sözde mühimsemediğim “milli”yetim ve milletim uluslar arası alanda daha çok zarar görmesin diye geçiriyordum içimden muhtemelen. Yetmiş dört milyonun çoğu ferdinin yaptığı gibi göz ardı etme, umursamama sorunlara en güzel çözümmüş gibi davranıyordum. E ne de olsa insan bilmediği bir şeyden ötürü rahatsızlık duyamaz. Bilmediğin bir şey için bir şeyler de yapmaya çalışmazsın. Yani işin en kolay tarafıdır bilmemek, görmemek, duymamak. Ama işte o pankart benim üç maymunu oynamama daha fazla müsaade etmedi. 

Şimdi size o kâğıtta yazanları söyleyeceğim. Yazan aynen şuydu: 1500000+1… Evet evet sadece bu kadardı yazan. Ha bir de unutmadan üstünde bir resim de vardı yazanların. Oradaki resim tanıdık geldi ta en baştan. Evet, bir İstanbullunun resmiydi bu. Objektife bakıp da kocaman gülerek tüm dünyaya hala umut olduğunu gösteren hayat dolu birinin resmiydi bu. Bir gün o çok sevdiği şehrinde sabah vakti caddenin ortasında öldürülen adamdı bu. Bizim sahip çıkamadığımız Hrant’tan başkası değildi bu. O saf ve masum yazı o kadar sessizdi ki yemin ederim kulaklarım o an sağır olabilirdi. Kendime geldiğimde başladım orda yazanı etraflıca düşünmeye. Önce iki parçaya ayırmam gerekti yazanları. Çünkü tek parçada yutulamayacak bir lokmaydı bu. Sindiriminin zorluğu düşünmemeye çalışarak başladım ilk kısmı yemeye. 1 500 000… Ahh ahh kaç yıldır kaç kişi yazdı, çizdi bu rakamı? Herkes bir yorum katmış, her kafadan bir ses çıkmış bu sayı hakkında. Hem de iki millet tarafından değil sadece tüm dünya bu konunum orasından burasından sürekli tuttu. İşin “biz”e bakan tarafındaysa bazen itiraflar çoğunlukla iftiralar yer alıyor. Kabul etmemeler, görmezden gelmeler ordusunun karşısına özür diliyoruzlar çıksa da bazen, hemen bu cılız ses bozguna uğratılıp yeni bir Malazgirt yahut Sakarya kazanılmışçasına mutlu oluyoruz. Okulda, sokakta, televizyonda hep aynı tutum, aynı söylev, aynı dil. Kişisel bir düşünceyi ortaya koyma aracı değildir dil böyle konularda. Bilakis kişisel düşünceyi gölgeleyen “görünürde” kolektif bir bildiridir. Sayının abartı olduğunu her zaman dile getiriyoruz. On beş ile bir milyon beş yüz bin arasında fark varmış gibi sanki. Asıl sorunun zihniyette olduğunu reddederek sayılar üstünden bir şeyler ispatlamaya çalışarak bir şekilde ama böyle ama şöyle o “ 1500000”u görmezden gelmeyi, yalanlamayı, kılıf uydurmayı başarabiliyoruz. Ve de sonuç olarak o pankart sözünün -artıdan önceki- kısmını bu şekilde eritmiş en azından hakkında yorum yapabiliyor olmaktan ötürü geçici tatmini duymuştum. Peki ya o +1 ne olacaktı? Onu hangi çuvala atıp boğacaktım. Onu hangi okyanusun dibine ayağına bir taş bağlayıp atacaktım. O, dibi yırtık ayakkabının görkemini gizlemek için nasıl bir taş kullanmalıydım? Bunların cevabını bir türlü bulamıyordum. Hani dedim ya bugün bi bitse de görmezden gelme huyumuza devam etsek diye. Peki ya o adamın katilinin çocuk sayılarak cezasının indirime uğramasını nasıl unutacaktım, yasaların bile çocuk saydığı, sayabildiği bir kanunlar(!) dizisinin ve onu uygulayan “kanun” adamlarının böyle bir suçu o çocuğun işlemediği, işleyemeyeceği gerçeğini görmezden gelmelerini nasıl silebilirdim hafızamdan? Tetiği çeken, o tetik üzerinde parmak izi olan mıdır sadece? Yoksa olaylara kayıtsız kalan herkes oraya vicdan-sızlık izi bıraktığından eşit derecede suçlu mudur? Bu sorular çok yordu beni. Soruların derinliği yendi bünyemi. Şimdi hepinize soruyorum bu pankart bize aslında neyi haykırıyor? Bana göre en güzel camisini ve sarayını bir Ermeni’nin yaptığı göbeğinde güpegündüz başka bir Ermeni’nin kurşuna dizildiği bir şehirden sesleniyorum size “1 500 000” a hep cevap buluruz da o +1’in hesabını nasıl vereceğiz? Siz de Erivan’dan yaşlı bir teyzenin gözyaşlarıyla düşünün milletler arası çıkar politikasıyla değil…  

NOT: Lütfen yorum yapmadan önce kitabı okuyunuz. Sonrasındaki kişi zaten aynı siz olmayacaksınız...  

 
Toplam blog
: 5
: 727
Kayıt tarihi
: 21.08.09
 
 

Adım Emre Alpun 15 yaşındayım ve Elazığ'da yaşıyorum. Küçük şehirde yaşamanın getirdiği avantajları ..