Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Mayıs '10

 
Kategori
Sosyoloji
 

27 Mayıs İhtilâli'nden önce yapılan bir ilkokul ihtilâli

27 Mayıs İhtilâli'nden önce yapılan bir ilkokul ihtilâli
 

27 Mayıs 1960 İhtilâli'nden sonra kurulan Yassıada Duruşma Salonu


27 Mayıs İhtilâli sırasında ilkokul beşinci sınıftaydım. Ne ki Düziçi Hacılar İlkokulu'ndaki bir kaç arkadaşımla ben 27 Mayıs'tan yaklaşık on beş gün kadar önce kendi çapımızda bir ''ihtilâl'' yapmıştık bile! Çünkü beşinci, sınıfta bizi okutan, geleceğe hazırlamak bakımından çırpınan, küme çalışmalarına ağırlık vererek daha başarılı olmamıza yardımcı olan Öğretmenimiz Mustafa TABAKAY, o günler başka bir yere sürülmüştü. Kendisini o kadar seviyorduk ki O'nun ''bize danışmadan'', ''yok yere'', ''bitirme imtihanlarından önce''; yalnızca ''gittiği okulda da öğretmene ihtiyaç varmış'' açıklaması ile ''bizimle konuşturulmadan'' yollanmasına, çok üzülmüştük.

Durumu bize açıklamaya gelen Başöğretmenimiz Mustafa KARARMAZ'a durumu anlatmış, verilen kararın yanlışlığını söylemiştik. Özellikle sınıfımızın tek kız öğrencisi Güler YERGÜLER hüngür hüngür ağlıyordu. Bizi geleceğe hazırlamak bakımından çırpınan, küme çalışmalarına ağırlık vererek daha başarılı olmamıza yardımcı olmaya çalışan, bize aile dışında özellikle okulda da sevginin önemini anlatan öğretmenimiz elimizden alınmıştı. Daha bir gün önce birlikte yürüdüğümüz, sınıfta tek tek ilgisini beklediğimiz öğretmenimiz yoktu yanımızda.

O akşam durumu babalarımıza anlatmış, yapılacak hiç bir şey olmadığını öğrenmiştik. İlk olarak Maarif Vekâleti ile Devlet kavramları daha bir kazınmaya başlamıştı genç beyinlerimize. Ayrıca ''Devlet kararından dönmez'', ''devlet bizim gibi düşünmez'', ''devlet ne derse o olur'', ''devlet bir tek adam değildir'', ''devlet şikâyet edilmez'' gibi sözler duydukça daha bir ezildiğimizi anlıyorduk. Oysa Mustafa TABAKAY öğretmenimizin o güzel anlatımları ile Cumhuriyetimiz, demokrasi ile yönetilen bir yönetim biçimi olarak, halkın seçtiği temsilcileri ile kendi kendisini yönetmesi olmak bakımından, daha önceki yönetimlere göre en iyi yönetim biçimi idi. İnsanlık bu aşamaya gelene kadar pek çok aşamalardan geçmişti; bunları tek tek sayardık tahtaya kaldırıldığımızda. En çok da Osmanlı'daki kardeş katli ağırımıza giderdi. Oysa insanlar iltidar hırsı uğruna, neler yapabiliyorlarmış, bunu da ilkokul sıralarında öğrenmeye başlamıştık. Oysa çok sevdiğim OSMAN BEY hiç de öyle yapmamıştı, derdim sık sık. Vekâlet'in bu kararı bizim başarımızı engellemeye başlamış, öğretmenlerin çalışmaları konusunda yönetimde söz hakkı olan halkın birer parçası olarak ne babalarımıza ne de bizlere danışılmıştı. Bir öğle sonu ayrıldığımız öğretmenimiz ki o günler az da üzgün olduğunu sonradan değerlendirebildik, öbür gün bize ''Allah'a ısmarladık çocuklar'' demeden gidivermişti.

Öğretmenimizin başka bir köye gönderilmesi durumunu içimize sindiremiyorduk. Bitirme imtihanları için başlamış olduğumuz çalışmalarımız, yarım kalmış; sınıfımıza arada bir başka öğretmenler gelerek, sınıf başkanına ya da ben dahil Küme Başkanlarına görevler verip gidiyordu. Derslerimize çalışmalı, gürültü yapmamalı ve öncelikle Küme Başkanları elemanlarının çalışmalarına göz kulak olmalıydı. Durumu bir yıl önce bize matematik dersleri veren Ali ABDÜLAZİZOĞLU öğretmenimiz ile sessizliği ile ünlü İsa KELEPİR öğretmenimiz ile diğer öğretmelerimize de anlatmış, yapılacak hiçbir şey olmadığını öğrenmiştik. Bize fıkralar anlatan, öğretmenimiz ne okuldai arkadaşlarına ne de bize sorulmadan elimizden alınmıştı. Sorunumuza bir çözüm arıyorduk. Oysa Hacılar İlkokulu beşici sınıf öğrencileri olarak birşeyler yapmalıydık. Sınıfta on beş ya da on sekiz öğrenci olarak üç ayrı kümemiz vardı. Kemal GÜZEL kendi kümesi ile birlikte sınıf başkanımız olarak ''yapılacak birşey yok'' diyor, başka birşey demiyordu. Diğer küme başkanı Mahmut ŞEHİTOĞLU arkadaşlarını çalıştırıyor, kimseyi yerinden kıpratmıyordu. Benim kümede ise sınıfın en yaramazları toplanmıştı: Necati YERGÜLER, Hasan YALÇIN, Selahattin ALÇI ile ben ''ses yok gürültüye devam'' diyerek; sınıfta biraz çalıştıktan sonra ikişer üçer kişi olarak ya avluya iniyor ya da yakınlarda evlerinin önünde çağla erikleri olan Selahattin ALÇI'ların bahçesine gidip ceplerimizi erikle doldurup geliyor, bazı arkadaşlara dağıtıyorduk. Akrabalarım Nuri GÜLDEREN ile Güler YERGÜLER kendilerini kitaplara kaptırmışlar okuyorlardı.

Diğer kümelerdeki arkadaşlar ile anlaşmamız kolay olmayacağı için bir öğle sonu biz dört kafadar, öğretmenimizin başka yere yollanmış olmasına tepki olarak şu karara vardık: Yakınımızda bulunan tek öğretmenli Çamiçi Köyü İlkokulu'na gidip kaydolacak, bitirme imhihanlarına da orada girecektik. Biz daha iyi bir okuldan gelmiş olacağımız için, birleştirilmiş sınıflı Çamiçi İlkokulu'ndaki öğrencilere göre en yüksek notları alarak ''pekiyi derece ile'' diplomalarımızı alacaktık.

Ertesi sabah yeni okulumuza gittik. Durumu anlattık. Babalarımızı da ikna edeceğimizi söyleyerek, derslere başladık. Beşinci sınıfta sanırım bizimle beraber on kişi olmuştuk. O yıllarda tüm gün okunduğu için öğle sonu çıktığımız yeni ilkokulumuzdan güle oynaya, geze geze akşam üzeri eve geldim. Babam durumu öğrenmiş. Geldiğinde gülerek:

- Oğlum öyle şey olur mu? Geçenler dedim sana, devletin kararı. Bir de elebaşılık yapmışsın; öyle söylüyorlar. Yarın gidip, artık gelmeyeceğinizi söyleyin de bu iş bitsin, dedi.

Bir gün sonra topluca gittiğimiz Çamiçi İlkokulu'nda kimseye birşey dememe kararı aldık. Adını Kemal olarak hatırladığım müdür öğretmen, eğer kaydımız üçüncü gün gelmez ise bizi sınıfa alamayacağını söyledi. Bir gün önce olduğu gibi o gün de güzel bir ders yaptık.

Üçüncü gün sabah erkenden Hacılar İlkokulu'na giderek kaydımızın Çamiçi İlkokulu'na yapılmasını istedik. Kendisi de Çamiçili olan Başöğretmenimiz merhum Mustafa KARARMAZ bana az da çıkışarak, babalarımız gelmeden böyle bir işlem yapamayacaklarını, o günle birlikte üç günlük gezip tozmaya artık son vermemiz gerektiğini anlattı, güzel güzel. Özellikle Necati ile ben: Öğretmenin bu yapılan haksızlıktır. Biz öğretmensiz kaldık. TABAKAY öğretmenimiz olmazsa bizi kim imtihan edecek, diyerek karşı koyduk. Bir suç da olsa, anne babalarımıza söylemeden gittiğimiz Çamiçi İlkokulu'na kaydımızın yollanmasını istedik. Siyah önlüklü beyaz yakalı kısa saçlı dört kafadar olarak, dokunulsa ağlayacak bir durumdaydık. Mustafa KARARMAZ bizim durumumuza acımış olacak ki :

- Siz TABAKAY'ı çok sevmişsiniz belli. Bize sorulsa biz de onun gitmesini istemezdik. Bize sorulmuyor çocuklar, dedi yeniden. Sınıf arkadaşarınız da sizi istiyor. Şimdi doğru sınıfınıza. Bitirme imtihanınıza da TABAKAY'ın yerine ben geleceğim. İyi çalışacaksınız. Diğer öğretmenler de soru soracak; heyecanlanmayacaksınız.

Mustafa KARARMAZ öğretmenimizle dışarıya çıktığımızda bütün Hacılar İlkokulu ile okul duvarının dışındaki velilerin gözleri üzerimizdeydi. Kimi yüksek sesle kimi de elini ağzına götürerek gülüyordu kıs kıs. On ya da on iki basamaklı merdivenden ürpererek indik. Az da yılışıyorduk, ne yalan söyleyeyim. İlk törenle birlikte andımızı içerek, sınıfa çıktık. Bize kızanlar kadar bizi haklı görenler de vardı arkadaşlarımız arasında. Özellikle Kararmaz öğretmenin de bitirmelerde bulunacağını söylememiz onları çok sevindirmişti. Çünkü o da Mustafa TABAKAY öğretmenimiz gibi Düziçi Köy Enstitüsü'nü bitirmiş, bize birer arkadaş gibi davranan en çok sevdiğimiz öğretmenimizdi. Onlar karşımızda olduğunda bütün bildiklerimizi daha güzel anlatacak, matematik proplemlerini kara tahtada daha çabul çözebilecektik.

Yaklaşık bir ay önce törenden sonra girdiği ilk dersimizde: Çocuklar biliyorsunuz Kıbrıs'taki Türkler zor durumda. Radyo haberlerini dinleyenleriniz bilir. İşte bu yüzden daha yedi sekiz ay olsa bile Ordu beni yeniden Yedek Subay olarak askere çağırıyor. Bugün işleyeceğimiz derslerden sonra ben yarın Adana ya da Mersin'e gideceğim, der demez büütn sınıf ayağa kalmış: Olamaz hocam! Başka asker mi yok. Siz giderseniz bizi kim okutacak, diye bağırışmıştık. Güler'in peşinden bir iki gözü sulu arkadaşomız da ağlamaya başlamış, hepimiz derin bir üzüntüye kapılmıştık. derferler, kitaplar kapatılmış Mustafa TABAKAY öğretmenimiz de üzgün üzgün aramızda dolaşmaya başlamıştı. Onunla göz göze gelemiyor, ağlamaklı ağlamaklı bribirimize bakıyorduk. Bir kaç arkadaş:

- Öğretmenin şaka yapıyorsunuz. Bizi kandırmak için uydurdunuz, demişti. O da bu yaşta ne şakası. Neden yalan söyleyeyim. Az sonra kitaplarınızı açın da derse başlayalım. Hangi küme konusuna hazır, diye sorduğunda hiç bir kümeden ses gelmedi. O sıra karatahtanın önünde duran öğretmenimiz:

- Çocuklar amma da sulugözlüymüşsünüz be. Size Nisan Bir şakası yapayım dedim, beni de ağlatacaksınız. Şimdi dik durun, herkes kendine gelsin bakalım, deyince sınıfta meydana gelen coşkuyu anlatmak ne mümkün.

İşte bizi önce şakacıktan üzen sonra da coşkuya boğan Mustafa TABAKAY öğretmenimizin gerçek yokluğu bizi, derinden etkilemiş arada bir yaramazlıklar yapsak da evlerde olmasa bile sınıfta kendi başımıza çalışmaya başlamıştık. Diploma almak ve ortaokulu, liseyi okumak ve adam olmak istiyorduk. Kimi arkadaşlarımız Hacılar'da kalacak babaları gibi çiftçi olacaktı. Öyle de olsa onlar da çok çalışıyor; çözemedikleri bazı sorular ya da anlamadıkları bazı konular için saatlarca kafa patlatıyorlardı.

Düziçi'nin bahar günlerinde ötüşen kuş seslerinin çevreyi kapladığı bir gün erkenden evden çıkmak üzere iken babam geldi: oğlum bugün okula gitme, dedi. Baba öyle şey olur mu? Üç gün sonra bitirmelerim var benim, dedim. Merhum ayakkabısının bağcıklarını çözerken annem geldi:

- Ne oldu Mehmet efendi, hayırdır?

- Hayırdır hanım. Ankara'da ihtilâl olmuş. Sokağa çıkma yasağı getirmişler. Menderes de yakalanmış. Belki de öldürmüşlerdir, der demez babamın mavi gözlerinin yaşarıverdiğini gördün o an. Çünkü ben merdivenin başındaydım. O sıra ayakkabısını çıkararak içeriye doğru girerken, onun ağlamakta olduğunu anladım. Babamı ilk olarak ağlarken görmüştüm.

- Baba çocuklar da mı çıkamayacak dışarıya? Ben okula gideceğim. Böyle şey olur mu?

- Oğlum bak ben de eve geldim. Çarşıda jandarmalar dolaşıyor. Dükkânlar da kapatıldı. Okullar da öyle. İkinvi bir emre kadar dışarı çıkılmayacak, deniliyor. Şimdi otur radyoyu açtım. Isınsın haberleri dinleyelim.

Ülkemizi en az yirmi yıl geriye götürdüğü söylenen 27 Mayıs İhtilâli ile böyle tanışmıştım. Sonra muhtıralar ile 12 Eylül İhtilâli birbirini kovaladı. Bu tür olayların maddi ve manevi yıkımlarını çıkartmak uzmanların işi. Bir toplumu derinden etkileyen bu gibi eylemelerin gizli pek çok yönlerinin olduğunu da biliyoruz artık. Çünkü geçtiğimiz süre içerisinde bazı sırlar az da olsa tek tek açığa çıkmaya başladı. Bana göre, çok uzağımızda da olsa Fransız İhtilâli'ndan başka hiçbir ihtilâl masum değil.

Değerlendirmede tutulan yol ile varılmak istenen amaçlara göre kullanılacak kavramlar doğrultusunda neleri kaybettiğimizi ortaya koysa bile; demokrasinin kesintiye uğratıldığı her ihtilâl maddi ve manevi oluşumlarımıza, acımasız ellerce birer bukağı gibi oturtulmuştur. Kimilerince 27 Mayıs İhtilâli olarak yüceltilen Gece Baskını sonucu ne yazık ki mahkeme kararları ile asılarak hayatlarını yitirmiş olan Adnan MENDERES, Fatin Rüştü ZORLU ile Hasan POLATKAN nur içinde yatsınlar. Ali Şükrü Bey dahil onlar Cumhuriyet'in gerekleri dışındaki nice sui niyetlerce sesleri boğulmuş ve asılmış atalarımızdır. Bu arada ülkemizde gerçek demokrasi için, yanyana yaşayabilmek için mücadele vermek amacı uğrunda şöyle ya da böyle hapis yatan ve şu an aramızda bulunmayan Talât AYDEMİR, Alparslan TÜRKEŞ, Bülent ECEVİT, Muhsin YAZICIOĞLU ile adlarını sayamadığım binlerce yurttaşımız ve gazetecilerimiz için yakınlarına nice sabırlar dilerim. Kısaca nitelemek gerekir ise DEMOKRASİ ŞEHİTLERİMİZ nur içinde yatsınlar

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..