Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

İklil Yüksek Akça

http://blog.milliyet.com.tr/iklil

18 Eylül '12

     
    Kategori
    Blog yazarları tartışıyor!
     

    66 ay meselesi

    Son aylarda ve günlerde en çok tartışılan konulardan biri malumunuz. Her konuda uzmanın, psikolog, eğitimci, yazar ve çizerin konu hakkındaki görüş ve fikirleri…

    Aklın yolu bir elbet ama devletin bu konuda ki görüşü, uygulayışı daha doğrusu yaptırımı oldukça farklı. Bu yaptırımların sonucunda;  ilk kurbanlarımızı da hayırlısı ile teslim ettik kurumlara. Saygıdeğer  öğretmenlerimizin ellerine; “ eti sizin, kemiği de bizim ” diyerek, onların maharetlerinden ve şefkatlerinden medet umarak. Ama sorumluluk ve görevlerinin de üzerine bir kat daha yük yükleyerek.    

    Bu dayatmanın, yavrularımızın ruhsal dünyasına ve geleceğine yapacağı olumsuz etkilere değinmek istiyorum bende. Bunu, kendi deneyimlerime istinaden anlatacağım. Birkaç gün önce, sevgili Gülse Birsel’in de kendi yaşadıkları üzerinden, güzel bir yazı yayımlamış olmasına rağmen.

    “    Hayatımda kendimi başarısız, aptal ve ezik hissettiğim tek dönemdir o 66 aylıkken yaşadığım dört ay! Devam etseydim ne olurdu? Bilmem. Belki hep başarısız bir öğrenci olarak hayat boyu topal sakat yürüyecektim. Belki okulun ikinci dönemi kendime gelip açığı kapatmaya çalışacaktım  “  diyordu yazısında açık ve net bir şekilde.

    O yine de şanslıymış, çünkü dört  ay sonunda dönülmüş bu yanlıştan.

    Hayatınızın o en mutlu, en masum , en korunmaya, doğru yönlendirilmeye ihtiyaç duyduğunuz dönemleri. Aileniz dışında kimseye güvenemeyeceğiniz, inanamayacağınız bir dönem. Evde herkese kök söktürseniz de,her türlü cinlikleri sergileseniz de, birbirinden dahiyane cevaplar verseniz de sorulara, bir yabancı karşısında, yine o masum, ürkek, çekingen aslında yol iz bilmiyen  ana kuzususunuz. Dış dünya, sizin için sadece annenizin elini tutarken güvenli , her ne kadar yaşıtlarınız da olsa koskoca bir gurüh içinde tek başınıza kalmışken değil.

    O günlere dair hatırladığım şeylere ve benim hikayeme gelince…

    Evde okul lafının konuşulmaya başlandığını hatırlıyorum. Akıllı olduğumdan bahsediliyordu. Uslu, sakin bir çocuk olduğumdan. Oysa ailesi ile birlikteyken, o  yaşlarda ki her mutlu çocuk böyledir. Bu işi kıvırabileceğimden ve de yakın zamanda eve gelicek olan yeni bir bebeğin varlığından. Bu meziyetlerimden dolayı  yani işi kıvırabileceğime olan inançtan dolayı yeni bebekte gelmişken yarım günde olsa ayak altında olmamak iyi bir şeydi. Hem okulda yakındı,  kendim gidip gelebilecektim, annemde balkondan bana gözcülük yapabilecekti.

    Güzel bir plandı  ya da şartlar o gün öyle gerektiriyordu ve uygulamaya koyuldu. Öyle kolay da olmadı  üstelik. Ben 68 aylıktım, hadi iki ay daha büyüktüm bugün ki kader ortağı  küçük dostlarımdan. Yasal olarak uygun da değildi o yıllarda. Okul müdürüne benim akıllı  bir çocuk olduğum ispat edilldi ve okula kabulüm  sağlandı. Önce daha az öğrencisi olan küçük bir okula başladım. Bir hafta kadar oraya devam ettikten sonra evimizin karşısında ki o ilkokula. Sabahları erken kalkmak dışında sorun yoktu, ama hayatım boyunca hep nefret ettim erken kalkmaktan.

    Kurşun kalemin, silginin ve teneffüslerde koridorlarda kokan o çocuk kokusunu hiç  unutmuyorum. Beslenme çantalarındaki o haşlanmış  yumurta, dometes, peynir kokusunu da. Beslenme saatine kadar yumurta buz gibi olur, dometesler kendini bırakır,  hatta suyunu salardı. Bunlar dışında  alengirli şeyler olmazdı  yasaktı. O dönemlerde muz bile bu yasak listesinde idi. Alan vardı, alamayan vardı . Muz getiren öğrencinin velisine not  yazılır, okula çağrılırdı. Elma en kral meyveydi. Herkes için en ulaşılabilirdi.

    Kırmızı  çantamı, lacivert bağlı ayakkabılarımı  çok sevmiştim. Artık  ben bir ablaydım. Oyuncak bebekler yerine haşlanmış   fasulyelerim, bir oyuncağı  aratmayacak renkli abaküsüm vardı. Oyuncaklarımla da okul dışında ki zamanlarımda,  hafta sonların da oynayabilecektim ne güzel yani tam bitmemişti oyun çağım..

    Elim zaten coktan kalem tutuyordu .El kaslarım iyiydi yani. Güzel şarkı  ezberleyebiliyordum. Gazetelerin büyük punto yazıları  rahatlıkla  sökebiliyordum. Sökebilirdim tabii belleğim boş  bir diskten farksızdı  ne versen alır ve kaydeder durumdaydı. Uyumlu bir çocuktum. Sınıfta kimseye dert olmazdım.

    İlk bir kaç  gün annem andımız okunurken beni bekliyordu okulun kapısında. Benden iki yaş  büyük   olan sınıf arkadaşlarım, anneleri giderken arkalarından ağladıkları  halde ben hiç  ağlamadım. Bu gün neler hissettiğimi hatırlamasam da annemi el sallayarak uğurladığımı  hatırlırlıyorum. Sınıfta ilk birkaç  gün bazı  anneler varken ben hiç  annemi sınıfta istemedim. Okul da sınıfta tanıdık kimsesi olmayan küçük  bir çocuk olmaktan kokmayacak kadar cesurmuşum.

    Buraya kadar sorunsuz gibiydi herşey. Dersleri, hiç zorlanmadan anladığımı cok kısa süre de ve kolaylıkla okumayı yazmayı söktüğümü de çok iyi hatırlıyorum yani işin bu kısmını kıvırabilmiştim gerçekten. Ama kendimi ifade edemiyordum. Aklımdan geçeni, duygularımı, düşüncelerimi, anladığımı, anlamadığımı, söyleyemiyordum. Birisi ile konuşmaktan korkuyordum, çekiniyordum. Tuvalete gitmek için izin istemeye bile. Arkadaşlarımdan bile. Defterime yaptıklarıma bakılırsa sınıfın en iyi ve en hızlı öğrenebilen öğrencisiydim  üstelik de  yaş farkına rağmen.

    Bana bir soru sorulduğunda utancımdan mı , çekingenliğimden mi bilmem cevap veremiyordum .Belki de bana “ sınıfta konuşulmaz, öğretmen cok kızar “ denilmişti ve ben bunu o yaşta yalnış, eksik kodlamıştım. Bir gün ders sırasında nedense çöp tenekesini boşaltmak için bir erkek öğrenci ile birlikte ben dışarı gönderildim. Tekrar içeri girdiğimizde tahta önünde,  bir iki öğrenci ayakta duruyordu. Tahtada da bir şeyler yazılıydı.Bizi, ayaktaki öğrencilerin yanına çağırdı öğretmenimiz. Soruları bize de sordu. Erkek arkadaşım cevap veremedi. Ben de. Onun neden cevap veremediğini hiç öğrenmedim ama ben sorunun cevabını çok iyi biliyordum. İkinci sınıfta, başka bir yere taşındığımız için  okulum da değişti. Yeni okulumda da bir gün üçüncü sınıflardan bir öğrenci girdi sınıfa ve  “ öğretmenimiz, öğrencilerinizden birini bizim sınıfa göndermenizi istedi “ dedi. Kim seçildi ben tabii ki. O sınıfa girdiğimde kendimi ortaokula girmiş gibi hissettim. Heyecanlanmıştım, neden orda olduğumu ve neden benim gönderildiğimi anlamaya çalışıyordum. Orada da benzer bir sahne yaşanacaktı. Tahtadaki dört işlemi kimse çözememiş, öğretmende “ bu soruyu ikinci sınıf öğrencisi bile çözer yazıklar olsun size, bakında görün şimdi “ diyerek bir alt sınıftan  öğrenci istetmişti. Aynı sahne , aynı sonuç. Dün gibi hatırlıyorum, tahtadaki işlemin cevabını bildiğim halde cevap veremedim yine. Neden cevap veremediğimi bugün bile bilmiyorum tam olarak. Eziklik, korku, cesartesizlik ne derseniz deyin.

    Bildiğin bir şeyin cevabını verememek. Cevap vermeye utanmak. Zihin olarak yeterli ve gelişmiş olmak ile duygusal, dil, sosyal gelişim, iletişim becerileri açısından gelişmek aynı değildi  belki de…

    Kendini , senden bir-iki yaş büyük kişilerin içinde koruyamamak ,istediğini, istemediğini, duygu ve düşüncelerini ifade edememek.

    Derslerim de gayet başarılıydım. İlkokul beşinci sınıfa kadarda okul ikincisi olarak devam ettim.

    İlkokul dördüncü sınıfta okulda yapılan bir yarışmada, matemetikte ki yeteneksizliğim yüzünden okul ikincisi olmak durumunda kaldım ama birinci olan çocuk benden iki yaş büyüktü. Belki aynı yaşta olsaydık onu da ekarte edebilirdim. Hadi bunu da benim matematikteki kabiletsizliğime verelim.

    Ortaokul yaşları ergenlik dönemi ve zor yaşlardır. Ergenlikle birlikte  sorunlar baş göstemeye başladı. Asi, içine kapanık, okula gitmekten nefret eden, özetle başarısız bir öğrencilik hayatı yaşadım.

    Aklım aldığı halde ders çalışmaktan hep nefret ettim. Ders kitaplarımın arasında hep başka kitaplar olurdu. Lise hayatım boyunca, en sevdiğm dersler kompozisyon-edebiyat ve felsefe-sosyoloji-psikoloji oldu. Sanırım biraz onlara çalışıyordum.

    Lise ikinci sınıfta ise tam patlama yaşandı. Bütün derslerden sınıfta kaldım ve ergenlik dönemini kötü geçirmekte olan bir genç kız için olabilecek en kötü şey olarak aynı sınıfı tekrar okudum. Sınıfımızda benim gibi kalan öğrencilerden oluşuyordu ve tam bir hababam sınıfıydı.

    Eğitim ve öğretim hayatına başlangıcı bir yıl ( başladığımda beş buçuk yaşında, 68 aylıktım ) geç yapsaydım, ilerleyen yaşlara kadar süren özgüven eksikliğimi ve başarısızlıklarla dolu öğrencilik hayatımı belki de yaşamayacaktım.

    Uzunca oldu belki anlattıklarım ama umarım bir çok anne ve babaya ciddi bir örnek teşkil eder de bu konudaki karar ve uygulamalarını bir kez daha gözden geçirir, henüz yolun başındayken telafi etme şansı bulurlar. Uzmanların yani psikoloji eğitimi almış kişilerin önerilerine kesinlikle dikkate alın. Onlar boşuna bu eğitimleri almadı, yaşamımızda en değerli varlıklarımızı yetiştirirken uzmanlarımızın bilgileri çok önemli bir yol gösterici. Benim yaşadığım, 35 yıl öncesine ait hayat boyu iz bırakan anılarım, sıkıntılı öğrencilik yıllarıma ilişkin hatırlatmalarımı gerçekten ciddiye almanızı ve tahtını yapıyor sanarken bahtınıkarartacağınız çocuklarınıza bunu yapmanın  vebalini öbür boyu yaşayacağınızı ve yaşatacağınızı bilmenizi isterim.

    Herkes için aynı olucak , diye bir şey demiyorum ama her çocukta farkli etkiler bırakacak bunu biliyorum.  

    Her şeyin bir zamanı var hayatta.

    Sizin yamacınız da, sizin sıcağınız da bir yıl daha kalsın, sakın yavrunuza kıymayın.                  

     
    Toplam blog
    : 1
    : 111
    Kayıt tarihi
    : 18.01.07
     
     

    İstanbul  doğumlu ve İstanbul  aşığıyım. Yurt dışında yaşadığımdan dolayı, şimdiler de bu aşk özl..