- Kategori
- Öykü
Kayısı hırsızı
Geç saate kadar tarlada, harmanda boğaz tokluğuna kendine ırgatlık yapmış insancıklar akşamın son deminden önce evlerine çekildi. Bazısı da dama serdiği yatağına sırt üstü uzandı, uykuya dalmadan önce işmar eden yıldızları seyre daldı.
Uykularının can damarına çentik atıp köyün sokaklarına dağılmış çocukların boğuk çığlıkları sağdan soldan duyulmaya başlayınca nerden geldiği belli olmayan gece kadar karanlık bir ses, “Uykunuz gelmedi mi hâlâ, ne bağırıp duruyorsunuz da el âlemi uykusundan ediyorsunuz.” diye gecenin karnını yırtarak köyün üstünde kayboldu.
Saman lodalarından sokaksız evlere duyulan çocukların cavlak tınılı, tiz sesleri, uykuya sarılmaya hazırlanan bazı yorgun vücutları dürtükledi, onları uyutmadı, bazısı da onların çelimsiz seslerinin onca engellemesine, zorlamasına rağmen, kafasını yastığa kor koymaz sigara kokulu nefeslerini hortlatarak uykuya geçti.
Çocuklar uykularını gecenin ileri sularına erteledi, bitmeyen enerjileriyle gecenin ortasına kadar “Av Kalede” oynadı; diğerleri ise yorulmuş ter kokulu bedenlerini yorganının altına soktu, uykuya daldı. O gece “Av Kalede” oynayanlardan en çok Osman dayak yedi. Ondan sonra da İlbey.
Şaban, dama serili yatakta onca sese rağmen uyumaya çalıştı, ama “Av Kalede” oynayan çocukların bağırmasından bir türlü uykuya geçemedi. İki, üç defa kalktı, dam kenarına kadar geldi, “İlbey!” diye bağırdı. Ses geceyi delip karanlığa karıştı. Ağabeyinin her bağırmasında onu duymazlıktan geldi İlbey, rakiplerinden birini “Av Kalede” yapabilmek için çırpınıp durdu, kan ter içinde kaldı ama kimseyi de “Av Kalede” yapamadı. Şaban’ın bağırmaları artınca ağabeyinin kızdığını anladı İlbey. Saklandığı karanlık duvar dibinden, “Ağabey! Geliyorum.” diye sızlanarak oyunu yarım bıraktı; sonra da en yakın arkadaşına, “Ben gidiyorum, ağabeyim kızmaya başladı.” Dedi, oyunu terk etti. O da gidince oyun dağıldı.
İlbey ağabeyinin yanına ayaklarının ucuna basarak geldi, onun başucuna dikildi, sonra da üzerindekileri çıkardı yan tarafına, kilimin üstüne bıraktı. Yorganın ucunu kaldırdı, yatağın içine yılan gibi kaydı. Şaban, “Neredeydin? Çağırdığımı duymadın mı?” dedi gecenin içine.
Önemsemedi. Yorganı göğsüne çekti.
“Duymadım. Av kalede oynuyorduk ağabey, sen neden gelmedin?”
“Av kalede oynadığınız belliydi. Bir türlü uyutmadınız. Bizim evin yanından başka oynayacak, bağıracak yer kalmadı mı? Kulağımın dibinde bağırıp durdunuz. Az daha babam geliyordu yanınıza…”
“Ben ne yapayım? Bu taraf karanlık, saklanacak yer de çok; saklananlar, en çok bu taraflara saklanıyorlardı.” dedi, ağabeyinin üzerindeki yorganı kendi üzerine çekince o açıkta kaldı.
Şaban, “Sağa sola kıpırdama, şu yorganı da çekiştirip durma da uyu artık, geç oldu.” dedi, gözlerini yumdu, uyumaya çalıştı.
Sonbaharda çıplak kalan dallar, fırtınalı günlerde ninni yerine ağıt çığırırlardı rüzgâra sarılmış uzun kış gecelerinde. Dalların çığlığı bahçeye yakın evlere kadar gelir, taş duvarlı, çamur sıvalı evlerin içindeki küçük çocukların korkusu olur, onları yorganın altına sokardı. “Cinler ıslık çalıyor, yine toplanıyorlar.” diye birbirini korkuturlardı. Cin korkusuyla dışarıda bulunan helâya gece gidemeyenlerden altına kaçıran bile olurdu.
Damın arka tarafındaki Yusuf’un kayısı bahçesinde üç beş kayısı ağacının yaprakları, çıkan esintiyle, kimsenin duymadığı bir ninni fısıldıyordu geceye.
O gece, bahçeden gelen karanlık bir ses, ara sıra da yapakların hışırtısıyla birleşti, damda yatanların uyumasını engelledi. İlbey, ağabeyinin uyuduğunu sandı, heyecanlandı; yorganın altından onun omzuna dokundu. “Ağabey! Uyan ağabey!”
Şaban, “Ne oldu, ne var?” dedi, kızdı.
“Yusuf Emmi’nin bahçesinde bir hışırtı var ağabey!”
“Evet, duyuyorum.”
“Birisi Yusuf Emmi’nin bahçesinde hırsızlık yapıyor.”
Şaban, “Evet.”
İlbey, “Kimmiş, bakalım mı?”
Şaban, ne olduğunu anlamak istedi.
“Biraz dur.”
Ses çıkarmadan bahçeden gelen sesleri soluksuz dinlediler. Kendi sessizliklerini bozmaktan korkarak damın diğer tarafına, dizlerinin üstünde bahçenin bulunduğu yere kadar sürünerek damın kenarına yüzükoyun uzandılar.
Ay ışığının yaladığı ağacın yaprakları arasındaki karartıyı seçmekte önce zorlandılar. İlbey, kayısının yaprakları arasında hareket eden koyu karanlığı gösterdi. “Ağabey, bak! Şu kayısının dalında!” dedi fısıltı halinde.
“Tamam, sus. Ben de görüyorum. Kim olduğu belli olmuyor ki.”
Koyu karanlık, ağacın uç dallarına kadar tırmandı, ay ışığında tam görünmese de topladığı kayısıları bir şeye dolduruyordu. Dalların seyreldiği, yaprakların ay ışığında parladığı yere geçince kimliğini ele verdi gizemli karartı.