Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Temmuz '12

 
Kategori
Söyleşi
 

Partisisz yönetim

Fersent KANAT’ın  “PARTİSİZ YÖNETİN”  adlı kitabın yazarı M.Salih EKİNCİ  İle yaptığı  röportaj

 

Sayın Ekinci, yazmış olduğunuz  “Partisiz Yönetin”  adlı kitabınızı zevkle okudum. Sözlerime sizi kutlamakla başlamak istiyorum. Söz konusu kitabın vesile olduğu tanışmamızdan bu yana geçen kısa süre içinde sizinle yapmış olduğum özel sohbetler esnasında; 1985 yılından beri bu kitabı yaratma çabası içinde olduğunuzu, kitabın çözüm ve öneriler bölümünde yer alan “Partisiz Yönetim” anlamında alternatif yönetim modelini 1992 yılında yazdığınızı ve kitabın yazım işini son dört yılda tamamlayabildiğinizi, halen İlköğretim Müfettişi olarak çalışmakta olduğunuzu, 34 yıllık eğitimcilik hizmetiniz esnasında yılın öğretmenliği dahil 25’ ten fazla başarı belgesi aldığınızı, yine bu süre içinde bir ilkokul binasının yapılmasına vesile olduğunuzu ve henüz yayımlanmamış olsa da hatırı sayılır sayıda güzel şiirler yazdığınızı öğrendim. Bunların dışında bilmemiz gereken bir şey var mı?  Kendinizi okurlarınıza tanıtır mısınız?   

 

Memnuniyetle. Ben okuma imkanı bulamamış bir anne ve babanın 5 çocuğundan sonuncusuyum. 53 yaşındayım. Evli, 7 çocuk babası ve 3 torun dedesiyim. Bunlar herkes gibi görünen yönlerimdir. Ancak, insanları görünen yönleriyle tanımanın yanında, onları görünmeyen yönleriyle de tanımayı tercih eden biri olarak, kendimi görünmeyen yönümle özetlemek istiyorum. Ben, doğal amaçların suni amaçlara feda edildiği bir ortamdan gelen dış uyarıcılarla, iç uyarıcılarının çatışmasından rahatsız olan, doğal olmak istese de bunu başarma imkanı bulamayan, dolayısıyla hayatı boyunca kendini yaşama imkanı bulamamış, hoşlanmadığı halde sürekli rol yapmak zorunda kalmış, neslinin geleceğinden kaygı duyan, kaygı duyduğu için korkan, korktuğu için cesur gibi görünmeye çalışan biriyim. Bu açıdan bakıldığında; “Partisiz Yönetin”  adlı kitabımın korku ve kaygılarımı kamufle eden bir cesaret maskesi gibi durduğu kolayca görülecektir. 

 

Genelde bir eğitimciden eğitim sistemiyle ilgili eserler yazması beklenir. Bir eğitimci olarak neden siyasal içerikli bir kitap yazmayı tercih ettiniz? 

 

Ben öğretmen okulu çıkışlı bir eğitimciyim. Öğretmen okulunu okuduğum yıllarda, bütün arkadaşlarım gibi ben de idealist olarak yetiştirildim. En önemli idealimiz ise içinde yaşadığımız halkın kaderini olumlu yönde belirleyecek olmamızdı. Bunu da eğitimle başaracaktık. Ülkemizin madde ve insan kaynakları ise bunu başarmamız için yeterliydi.

 

Örneğin, otuz beş milyon nüfusa sahip olduğumuz 1973-1974 yıllarında, ilkel araçlarla yaptığımız tarım çalışmalarından elde edilen tahılımız, zamanın Tarım ve Köy İşleri Bakanı’nın ifadesiyle elli milyon insanı besleyecek durumdaydı. Ülkemiz hayvancılık yapmaya elverişliydi. Ülkemizin yurt dışından gelen işçi dövizi, turizm girdisi, kol gücü, beyin gücü, önemli ölçüde yerüstü ve yeraltı zenginlik kaynakları yanında akıllı, çalışkan ve en önemlisi genç bir nüfusu vardı. Üç tarafı denizlerle çevrili, sayısız göl ve akarsuları bulunan, bir yılda dört mevsimin yaşanabildiği, iki önemli kıta arasında köprü görevi gören,  yeryüzünde kendi kendine yetebilen, Dünya’nın gıpta ile baktığı nadir bir ülkenin sahibiydik. Ülkemizin insanı, kayıtsız şartsız sahibi olduğuna inandığı ülkenin zenginlik kaynaklarını kendi kontrolünde, en verimli bir şekilde kullanabilmek için, demokratik bir yönetim biçimini benimsemişti. Çünkü ”Demokrasilerde halk kendi kendini yönetir” denilmiş ve buna inanılmıştı. Kısacası bütün şartların elverişli olduğu bir ortamda, idealist bir eğitimci olarak kendinizi çok güçlü hissediyor ve toplumun kaderini olumlu yönde belirleyebileceğinize gerçekten inanıyorsunuz. Bu inançla göreve başlıyor ve bütün iyi niyetinizle çalışmaya başlıyorsunuz. Ancak zaman içinde bütün inançlarınızın teker, teker yıkıldığını görüyorsunuz.  

 

Çünkü verginizi verdiğiniz, askerliğinizi yaptığınız, oyunuzu istendiği şekilde kullandığınız ve yasalara uygun olarak hareket ettiğiniz, kısacası vatandaşlık görevlerinizi eksiksiz olarak yerine getirdiğiniz, bütün şartları elverişli ülkenizde; ömrünüz boyunca, zam, enflasyon, anarşi, yokluk kuyrukları, karaborsa ve ekonomik krizlerle birlikte yaşadığınızı ve bedelini ağır bir şekilde ödediğinizi, emeklinizin maaş kuyruğunda öldüğünü, vatandaşınızın hastanelerde rehin kaldığını, her yıl trafik kazalarında yüzlerce vatandaşınızın can verdiğini, ülkenizin geleceği, en dinamik gücünüz olan gençliğinizin, işsiz ve yanlış yollara kanalize edilebilecek durumda beklediğini görüyorsunuz. Çünkü, ülkenizde geçen ...... yıllık ömrünüz boyunca ...... yıl aralıksız ve başarılı bir şekilde çalışmanıza rağmen doğal ihtiyaçlarınızı karşılayabilecek bir yaşam standardı yakalayamadığınızı, aynı ülkede yaşayan bir azınlığın, sizin kadar çalışmadığı halde yaşam standardını abartılı bir şekilde aştığını ve onun çalışanı durumuna düştüğünüzü görüyorsunuz. İşte o zaman iyi niyetli bütün çalışmalarınıza rağmen, halkın kaderini belirleyen konumda olmadığınızı acı da olsa öğrenmiş oluyorsunuz.  

 

Kabul edilir veya edilmez, dün olduğu gibi bugün de eğitim sistemi içinde yer alan eğitimcilerin, halkın kaderini olumlu yönde belirleyebilecek bir gücü yoktur. Çünkü eğitim sistemi de tarım, sağlık, turizm ve benzeri sistemler gibi siyasal sistemin alt sistemidir. Belirleyici olan ise siyasal sistemdir. Eğitimci ise bu üst sistemin içinde yoktur. Belirleyici olan sistemin içinde yer almayan bir eğitimcinin, belirleyici sistemin çizdiği program çerçevesi dışına çıkması mümkün değildir. Bugün yeryüzündeki eğitimcilerin iyi niyetli bütün çalışmalarına rağmen, yaşanan çatışmaların, savaşların ve sömürü düzeninin sona ermemesi bunun kanıtıdır. İşte bunun için eğitim sistemiyle ilgili bir kitap yazma yerine siyasal sistemle ilgili bir kitap yazmayı tercih ettim. Bu kitapla durumsallaştırılmış demokrasinin mevcut durumunu demokratikleştirebilecek süreci başlatmayı hedefledim. Çünkü anladım ki demokratik bir ortam yarattığımızda,  demokrasinin öngörüsüne uygun olarak, eğitimci de gerek örgütlenme sürecinde, gerekse siyasal yönetim sürecinde yer alacak ve içinde bulunduğu eğitim sistemine yön verebilme gücüne kavuşacaktır. Bu güç ona, halkın kaderini olumlu yönde etkileyebilme imkanı verecektir. Aksi takdirde eğitimcilerin eğitim sistemiyle ilgili kitap yazması, panel düzenlemesi, eğitim şuralarına katılıp fikir beyan etmesi hiçbir işe yaramayacaktır. Tıpkı geçmişten günümüze kadar yapılanlar gibi. Sözünü ettiğim durum diğer alt sistemler için de geçerlidir.     

 

Kitabınızda; mevcut yönetim sürecinde demokrasilerin vazgeçilmez unsurları olarak nitelendirilen partilerden vazgeçilmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Neden?

 

Evet, siyasi partilerden vazgeçilmesini ısrarla savunuyorum. Çünkü onların demokrasinin ruhuna aykırı örgütler olduğuna inanıyorum. Ancak hemen belirtmeliyim ki kastettiğim, bu örgütler içinde yer alan insanlar değildir. Onların içinde bulunduğu örgütlerin ortamıdır. Onun için amacım hiçbir insanı, özellikle de konumuzla ilgili kurum ve kuruluşlar içinde yer alan insanları yermek veya rencide etmek değildir. Zira biliyorum ki böylesi bir tutum, savunmaya çalıştığım demokrasinin, toplumun her bireyini kucaklayan toplumsal örgütlenme öngörüsüne ters düşecektir. Yine biliyorum ki insanların davranışları, içinde bulundukları ortamdan aldıkları uyarıcıların sonuçlarından başka bir şey değildir. Bu nedenle; insanlarla uğraşmak yerine, onların aleyhimize olan davranışlarına neden olan ortamı, lehimize dönüştürecek işlerle uğraşmamız gerektiğine inanıyorum. Söz konusu amaçlar, siyasi partilere odaklanmamızı gerektirmektedir. Çünkü bugün yaşadığımız yönetim sürecinde siyasi partiler demokrasi ile özdeşleştirilmekte ve ülke kaynaklarıyla ilgili bütün iş ve işlemler siyasi partilerin eli ile yürütülmektedir. Ancak demokrasi ile yönetildiğini iddia eden ülkelerde; siyasi partiler bulundukları ülkelerin yasaları ile kurulmuş devlet yönetimi sürecinde yer almak isteyen siyasal örgütler olduklarından, bu örgütlerin yapılarının, iş ve işlemlerinin bulundukları ülkelerin yasalarına uygun olmadığını söyleyebilme imkanımız yoktur. Bu nedenle; partilerden vazgeçme ile ilgili gerekçelerimizi sıralarken, onların yapılarının, iş ve işlemlerinin, yasalara uygun olup olmadığına değil, demokrasinin öngörüsüne uygun olup olmadığına bakmamız gerekmektedir.

 

Bilindiği gibi örgüt: “Belirli ortak amaçları gerçekleştirmek için güç birliği yapmak üzere bir araya gelen insanların eylem sürecidir.”  Yönetim ise: “Örgütün iş ve işlemlerini planlı bir biçimde yürütebilme ihtiyacından doğan bir süreçtir.”  Bu süreçte yönetimin görevi, örgütün madde ve insan kaynaklarını örgütün amaçları doğrultusunda en verimli bir şekilde kullanma olarak kabul edilmektedir. Diğer bir deyişle yönetim, örgütü amaçlarına uygun olarak yaşatmakla görevlidir. Çünkü yönetimin var oluş nedeni örgütün kendisidir. Ancak, yönetimin söz konusu görevini başarı ile yerine getirebilmesi, yönetim davranışının örgütün amaçlarıyla tutarlı olmasına bağlıdır. Bu da yönetim sürecinde yer alan her bir unsurun örgütün yapılanma özelliğine uygun olmasını gerektirmektedir. Örneğin; bir ülke demokratik bir örgütlenmeye sahip olduğunu iddia ediyorsa, söz konusu ülkenin,  yönetim süreci unsurları olarak kabul görmüş siyasi partilerinin de demokratik bir yapılanma içinde olması gerekmektedir.   

 

Konumuz partiler, partiler de demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak nitelendirildiğine göre, demokrasi ile ilgili bilgilerimizi tazelemek ve olaya bu açıdan bakmamız gerekmektedir. Bilindiği gibi demokrasinin; “Siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın, ya da düzenli aralıklarla seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumları ne olursa olsun bütün yurttaşların eşit sayıldığı toplumsal örgütlenme” öngörüsü, demokratik örgütlenmelerde her bir yurttaşın eşit oranda görev, yetki ve sorumluluk alması ve eşit oranda katkı yapması gerektiğine işaret etmektedir. Bu da,  demokrasinin halkın farklı her bir kesimini eşitlik ilkesi içinde kucakladığı, yani birleştirici bir özelliğe sahip olduğu anlamına gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında; demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak nitelendirilen siyasi partilerin de gerek yapılanmalarıyla, gerekse iş ve işlemleriyle halkın her bir kesimini eşitlik ilkesi içinde kucaklaması ve halkın farklı her bir kesimini birleştirici bir özelliğe sahip olması beklenmektedir.

 

 Oysa günümüz siyasi partilerine bakıldığında; partilerin gerek yapılanmalarıyla gerekse iş ve işlemleriyle birleştirici değil, tam tersine ayrıştırıcı olduğu açıkça görülmektedir. Bugün yaşadığımız süreçte; partilerden her birinin, halkın suni farklılıkları temeline oturtulmuş olması, her bir partinin farklı kesimlere hitap ediyor olması, halkın dili, dini, ırkı farklı her bir kesimini çatıları altında ayrı ayrı örgütleyerek, farklı her bir kesimi diğer kesimlerle yarıştırma ve çatıştırma içine sokması, farklı her bir kesimi diğer farklı kesimler için birer tehdit unsuru haline getirmesi, partilerin birleştirici değil, ayrıştırıcı örgütler olduğunu ortaya koymaktadır. Bu da partilerin demokrasinin vazgeçilmez unsurları olmadığını, tam tersine, demokrasi ruhuna aykırı örgütler olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü bir araya gelme imkanı bulamayan halkın farklı her bir kesiminin, demokratik bir iletişim içine girmesi, birbirlerini tanıması, birbirlerine güvenmesi, birbirleriyle işbirliği yaparak, yaşamını güvence altına alacak güçlü ve tutarlı demokratik bir devlet örgütü yaratması mümkün değildir. Çatısı altında birleşeceği demokratik bir devlet örgütü oluşturamayan halkın farklı her bir kesiminin, kendisini yalnız hissetmesi, geçmişten günümüze kadar çatışarak geldiği, kendisi dışındaki farklı kesimleri birer tehdit unsuru olarak görmeye devam etmesi kaçınılmazdır. Böyle bir süreç içinde demokrasiyi yakalamak mümkün değildir. Çünkü söz konusu süreç her bir partiyi diğer partilerle yarışma zorunda bırakmaktadır. Bu da onların hem halktan hem de diğer partilerden daha güçlü olmasını gerektirmektedir. İşte bu gereklilik, siyasi partilerin demokrasi dışı davranışlar içine girmesine neden olmaktadır. Bu da demokrasi ruhuna aykırı yeni durumların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

 

İşte siyasi partilerin gerek güçlü olmak, gerekse yaşamlarını sürdürebilmek uğruna sebep oldukları anti demokratik durumlardan bir kaçı:

 

1-Demokraside güçlü ve tutarlı bir toplumsal örgütlenme ve tutarlı bir yönetim için, resmi, sivil ayırımı yapmadan, her bir vatandaşın eşit oranda görev, yetki ve sorumluluk alarak, eşit oranda katkı yapması öngörülmekte iken, bugün yaşanan demokraside, halkın çok önemli bir kesimini meydana getiren memura, askere, polise, eğitim elemanı ve benzerlerine siyaset yapma yasağı getirilmiştir. Bir başka deyişle, halkın lokomotif gücü olan kamu personeli, hem toplumsal örgütlenme, hem de yönetim süreci dışına itilmiştir. Demokrasinin öngörüsüne ters düşen bu durum, yine demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak nitelendirilen partilerin, iktidarları dönemlerinde çıkardıkları yasalarla sağlanmıştır. Siyasi partilerin; halkı resmi ve sivil olmak üzere ikiye ayırması, resmi kesimi halk kavramı dışına çıkarması ve böylece demokrasinin eşitlik ilkesini ihlal etmesi, kamu personelinin demokrasiden doğan, siyasal yönetim sürecini denetleme hakkını elinden alması ve bu kesimin kaderini belirleyen kararlarda söz sahibi olmasını engellemesi, kamu personelinin enerjisini atıl durumda bırakması, verimli yönetim anlayışı ile ters düşmesi, halkın demokrasi bilincine ulaşması halinde, kendilerine ihtiyaç kalmayacağını bilmelerinden kaynaklanmaktadır. 

 

2-Tarihin geçmiş dönemlerinde, merkezi bir otorite kurma imkanı bulmuş insanların, dikey yönetim anlayışıyla örtüşen bir şekilde, hizmetleri halktan uzaktaki bir yerde planlaması, programlaması, bütçelemesi, bunun gereği olarak vergileri merkezde toplaması ve ödenekleri merkezden göndermesi,  halkı, merkezi otoriteye muhtaç ve bağımlı bir hale getirmiştir. Merkezi otoriteyi, karşı konulmaz bir güç haline getiren bu durum, merkezi otoritenin yarattığı dikey yönetim sürecinin günümüze kadar ulaşmasını sağlamıştır.   Günümüzde ismi değiştirilerek tedavülde tutulan bu feodal yönetim biçimi, demokrasinin görev, yetki ve sorumlulukların paylaşımı öngörüsü ile ters düşen bir süreçtir. Dolayısıyla demokratik değildir. Yukarıda sözü edilen sürecin günümüzde de devam ediyor olması, siyasi partilerin bu süreci değiştirme gibi bir niyetlerinin olmadığını kanıtlamıştır. Bu da partilerin demokratik bir yönetim sürecinden çok, merkezi ve dikey yönetimin sağladığı güce sahip olmayı tercih ettiklerini ortaya koymaktadır. Siyasi partilerin bu anti demokratik tercihleri, yetki ve sorumlulukların paylaşıldığı, amacına uygun yerel yönetimlerin kurulması önünde önemli bir engeldir.

 

3-Siyasi partilerin, demokrasinin görev, yetki ve sorumlulukların paylaşımı öngörüsünü hiçe sayarak, bütün yetkileri merkezde tutmaya devam etmesi, liderlik sultasını vazgeçilmez hale getirmiştir. Başkanı, parti teşkilatının tek hakimi haline getiren bu durum, temsilcileri belirleme hakkının parti başkanının eline geçmesine neden olmuştur. Bu yapılanma içinde temsilciler, halktan çok, parti başkanını temsil etmek zorunda bırakılmış,  yönetim sürecinde özgür iradesini bir kenara bırakıp, başkanın istemleri doğrultusunda oyunu vermek zorunda kalmıştır. Bu durum partilere feodal bir kimlik kazandırmıştır. Siyasi partilerin bu yapısı iktidara geldiklerinde de devam ettiğinden, parti başkanlarının, ülke kaynaklarının da tek hakimi olmasını sağlamıştır. Bu da ülke kaynaklarının demokratik olmayan bir biçimde kullanılabileceği anlamına gelmektedir.

 

Örneğin: Ülke kaynaklarına hükmetmek isteyenlerin, bu amaçlarını gerçekleştirmek için, yasal düzenlemeler gerektiğinde; bütün temsilcileri ikna etmelerine gerek yoktur. Parti başkanının ikna edilmesi yeterlidir. Çünkü diğer temsilciler onun belirlediği yönde oy vermek zorundadır. Zira var oluş nedenleri başkanlarıdır. Son derece sakıncalı olan bu durum, halkın acilen önlem alması gereken bir konudur. Çünkü mevcut durum,  partiler içinde ve meclis çatısı altında demokrasiyi uygulamanın ve ülke kaynaklarını halkın yararına, verimli bir şekilde kullanabilmenin önünde önemli bir engeldir.

 

4-Bugün yaşanan demokraside halk, vekilini belirleme hakkını siyasi partilere ihale etme konumuna getirildiğinden, halkın nüfusunun yarısını teşkil eden kadınların, mevcut yönetim sürecinde, sayıları oranında temsil edilmelerine olanak kalmamıştır. Kadınların temsil edilme oranı partilerin insafına bırakılmıştır. Mevcut duruma bakıldığında, kadınların temsil oranının sembolik düzeyde tutulduğu açıkça ortadadır. Kadınlar eşit sayılmayarak, halk kavramı dışına itilmiştir. Demokratik hakları ellerinden alınarak, yönetim süreci dışında bırakılmışlardır. Bunun sonucunda kadının, üzerindeki enerjiyi üretken hale getirip, hem ekonomik özgürlüğünü kazanması hem de halka yeni bir enerji katması engellenmiştir. Aynı zamanda kadın, halkın elindeki enerjisini tüketen konumuna getirilmiştir. Ülke kaynaklarının israfına neden olan bu durum, yönetimin verimli kullanma ilkesine ters düşmektedir. Bu durum halkın gücünü kırma ve toplumsal örgütlenmeyi önleme anlamına gelmektedir. Çünkü bu tutum, toplumun bir ayağını kırmak anlamına gelmektedir. Bir ayağı kırılmış bir toplumun iki ayağını kullanan bir toplumu yakalaması mümkün değildir.

 

5-Günümüz siyasi partilerine bakıldığında temsilci adaylarının çoğunlukla yaşlı, muhafazakar ama paralı, teknolojik veya kaba güce sahip kişilerden seçildiği görülmektedir. Çünkü bütün bunlar partileri hem diğer partilere hem de halka karşı güçlü kılmaktadır. Bu nedenle yukarıda yazılı imkanlara sahip olmayan gençliğin siyasi partiler tarafından tercih edilmeleri beklenmemelidir. Ayrıca, çağı yaşayan ve yaşlılara göre yeniliklere daha açık bir gençliğin, mevcut statükoyu değiştirme, muhafazakar kesimle ters düşme, parti içi demokrasiyi tartışmaya açarak parti merkezinin otoritesini sarsma ihtimali vardır. Bütün bu özellikler gençliği yönetim sürecinden uzak tutmaya yeterli nedenlerdir. Bugüne kadar hep yaşlı ve muhafazakar temsilciler tercih edildiğinden,  genç, dinamik, çağdaş ve yeniliklere açık bir yönetim sürecine geçmek, teknolojik çağın toplumsal problemlerini çözüp, ileri gitmek mümkün olmamıştır. Bunun sebebi gençliğin ve dolayısıyla toplumun geleceğine ipotek koyan, merkeziyetçi, muhafazakar ve statükocu siyasi düşüncenin arkasındaki partilerdir.

 

6-Günümüz siyasi partilerinin temsilci adaylarını ekonomik ve teknolojik güce sahip yaşlı, muhafazakar ve statükocu kişilerden seçmesi ehliyetli yönetimlere sahip olmayı imkansız kılmıştır.  Bugün ülke vasıtasına binmiş halkın çektikleri, ehliyetsiz ellere yaptırılan kazalardan başka bir şey değildir.

 

            7-Günümüz siyasi partilerinin çıkardığı yasalarla seçimlerde uygulanan baraj sistemi marifeti ile toplumun önemli bir kesiminin temsil edilme hakkı elinden alınmaktadır. Bu kesim de, bundan önceki kesimler gibi demokrasi kapsamı dışına çıkarılmaktadır. Özetle halk, farklı uygulamalara tabi tutulmakta, eşitlik ilkesi ihlal edilmekte, halkın toplumsal örgütlenmesi engellenerek tek vücut haline gelmesi, güçlenmesi önlenmektedir. Dolayısıyla halkın egemenliğine ipotek koyarak, milli irade ortadan kaldırılmaktadır. Buraya kadar sözü edilen kesim, seçimden seçime sadece bir oy vermeye davet edilmekte ve demokratik hakkını kullandığına inandırılmaktadır. Siyasal yönetim süreci, bir oy verme ile geçiştirilecek kadar önemsiz gösterilmektedir. Kısacası yaşanan demokraside siyasal yönetim süreci, halkın oyunu nasıl kullanacağını bilmesine gerek duymayacak kadar önemsiz gösterilmektedir.

 

            8-Temsilci adaylarını partiler ve o partinin başkanı belirleyip seçtirdiğinden, vekil halktan çok partisini temsil eder konumuna gelmiştir. Yani halka karşı sorumluluk hissetmesi gerekmemektedir. O, partisinin ve parti başkanının vekilidir. Başkanının vekili gibi davrandığı müddetçe vekaleti devam edebilecektir. Vekilin başkanının emrinde oluşu, başkanının liderlik sultasını pekiştirmektedir. Başkan ve vekillere giydirilen dokunulmazlık zırhı halkın nefesini tamamı ile kesmektedir. 

 

            9-Seçim sonuçlarında en fazla oyu alan parti başkanı başbakan, onun partisi içinden seçtiği vekiller de bakan olmak üzere hükümet kurulmaktadır. Yani milli bir hükümet kurma olasılığı yoktur. Bu nedenle kurulan hükümete ülkenin hükümeti olarak bakmaktan çok, yandaşlarının hükümeti gözü ile bakılmaktadır. Bunun böyle olduğunu düşünen yandaşlar, o güne kadar verdikleri emekleri de dikkate alarak yandaşları oldukları iktidar partisi ve vekillerinden, emeklerinin karşılığını istemektedir. Bu istekler bazen bir ihale, bazen bir kadro, bazen de bir kamu görevlisinin tayini şeklinde olmaktadır. Dolayısıyla milli olmayan bir hükümetten milli işler beklemek mümkün olmamaktadır.

 

            10-Kamu personelinin en başındaki bakan iktidar partisi mensubu olduğundan, kamu yöneticisi ve personeli, iktidar partisinin uzantısı haline gelmek zorunda kalmaktadır. Oysa bürokratın da, tıpkı temsilciler gibi halka karşı sorumlu olması gerekmektedir. Fakat mevcut yönetim sürecinde halk, kendi temsilcisini belirleme imkanına sahip değildir. Yani halkın egemenliği söz konusu değildir. Siyasi yönetim üzerinde egemenliği bulunmayan halkın, bürokratı denetim altına alabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle bürokratın kendini, denetimi altında bulunduğu siyasi partiye karşı sorumlu tutması kaçınılmaz olmaktadır. Kendini halka karşı sorumlu tutan bürokrat ise, bunun bedelini çeşitli şekillerde ödemek zorunda kalacağını bilmektedir. Bu nedenle bedel ödemek istemeyen bürokratların sayısı hızla artmaktadır. Çünkü iktidara gelen her parti  “Kendi ekibimle çalışırım.” adı altında ehliyetine bakmaksızın kendine karşı sorumluluk hisseden yandaşlarını çeşitli makamlara getirmektedir. Dolayısıyla ülke yararından çok parti yararı gözetilmektedir. Bürokratın siyasal yönetimin etkisine alınışı: Torpil, adam kayırma ve halkın karşı karşıya gelişine neden olmaktadır. Bu durum zaman ve madde kayıplarına neden olduğu gibi, eşitlik ve adalet duygularının zedelenmesine de neden olmaktadır. Yargı bağımsız değildir, diyen en üst düzeydeki bir insanın bu sözleri ibret verici bir örnektir. İllerde Valilerin, İlçelerde Kaymakamların parti iktidarları tarafından atanması, bürokratı parti iktidarlarına karşı sorumlu, halka karşı sorumsuz hale getirmek değil de nedir?

 

11-Siyasi partilerin merkezi ve dikey yönetim biçiminin, ülkenin yönetim biçimine yansıdığını, bu tip yapılanmalarda, hizmetlerin halktan uzaktaki bir yerden planlandığını, programlandığını ve bütçelendirildiğini, bunun gereği olarak vergilerin merkezde toplandığını ve ödeneklerin merkezden gönderildiğini, bu durumun bütün halkı merkeze muhtaç hale getirdiğini, bunun da merkezin otoritesini arttırdığını vurgulamıştık.  Bu tip bir yapılanmada devletin bütün imkanlarını kullanma gücünü kazanma imkanı olan partilerin, bu gücü yerel yönetimlere devredecek yasal düzenlemeler yapmalarını beklemek hayalcilikten başka bir şey değildir. Oysa hizmetler merkezden planlandığında,  ülke gerçekleriyle örtüşmesi mümkün değildir. Çünkü hizmetin gerçekleştirileceği yerdeki halkın bu hizmetle ilgili ihtiyaçlarını, arzularını, taleplerini, hizmetin gerçekleştirileceği yerin şartlarını, o yerin bu hizmete olan gerçek ihtiyacını ve bu hizmetin önceliğini, yeterince dikkate almak mümkün değildir. Böylesi bir durumda o hizmetin gerçek muhatabı halkın, hem sorumsuzluğa itilmesi hem de uzağında bulunan yönetimi denetleme imkanının elinden alınması söz konusudur. Ayrıca bu hizmetin gerçekleştirilmesi esnasında bürokratik engeller ve yazışmalar yüzünden harcanan zaman ve maddi kayıp da ayrı bir problem yaratmaktadır. Böylece ülkenin dengeli ve sağlıklı kalkınması engellenmiş olmaktadır. Dengeli kalkınma olmadığında toplum içindeki eşitsizlik huzursuzluklara neden olmaktadır. Merkezi yönetimlerin bir diğer özelliği de yasa tekliflerinin yine halktan uzakta,  merkezden yapılıp, merkezden kabul veya ret edilmesidir. Halkın tabandan gelen istek, arzu ve ihtiyaçlarının dikkate alınmadan çıkarılan yasaların topluma ne kadar hizmet edeceği soru işaretidir. Bu nedenle yatırımların program, bütçe ve planlamasının yerinden yapıldığı, yasa tekliflerinde halkın katılımının sağlandığı, kısacası yetki ve sorumlulukların paylaşıldığı yerel yönetimlere ihtiyaç vardır. Ancak bunun bugün sahip olduğumuz yerel yönetimlerle sağlanacağı düşünülmemelidir. Çünkü bugün sahip olunan yerel yönetimlerin başındaki kişiler ve konumları siyasi partilerin istediği standartlardadır. Yerel yönetimlerin başındaki kişiler, iktidara karşı zayıf halka karşı güçlü olan kişilerdir. Yürüttükleri iş ve işlemler de merkezin istediği biçimdedir. Bütün bunlar Partilerden vazgeçmemiz için yeterli değil midir?

 

 

Partili yönetim sürecinden vazgeçilmesi teklifi yanında “Partisiz Yönetim”  anlamında alternatif bir yönetim modeli öneriyorsunuz. Bu model ve yaratacağı sonuçlar hakkında okurlarınızı aydınlatır mısınız?

 

Önerdiğim “Partisiz Yönetim” anlamında alternatif yönetim modeli durup dururken veya ben böyle istiyorum diye ortaya çıkmadı. Evvela yaşanan demokrasinin partili yönetim sürecinde ortaya çıkan anti demokratik durumları sıraladım. Daha sonra antidemokratik olduğuna inandığım her bir durumu ne yaparsak demokratikleşir diye düşündüm. Yani her bir durumu ayrı ayrı ele aldım. Son parçayı da yerleştirdiğimde bütün parçaların örtüştüğünü gördüm. Yani “Partisiz Yönetim” modelinin fotoğrafı bu şekilde ortaya çıktı.

 

Ortaya çıkan bu fotoğrafa göre:

 

1-Ülkenin her iline Lise üstü sekiz yıl süren, ismine “Yönetim Okulu” diyebileceğimiz birer okul açılmalıdır.

 

2-Bu okulların araç-gereç, personel ve diğer tüm ihtiyaçları eksiksiz karşılanmalıdır.

 

3-Bu okullar bir yandan halkın ehliyetli temsilci adaylarını yetiştirmeli, diğer yandan da il meclisi görevini görmelidir.

 

4-Bu okulların her biri dörder yıllık iki bölümden oluşmalı ve toplam sekiz yıllık bir süreci kapsamalıdır.

           

a)Bu okulların birinci kademesinde dört yıllık siyaset ağırlıklı eğitim yanında, toplumun bütün yönlerini ilgilendiren dersler okutulmalıdır. Bu dersler uzmanları tarafından verilmelidir.

 

b)Bu okulların birinci dört yıllık eğitim bölümünü bitirmiş öğrenciler okulun meclis kısmında dört yıl boyunca bulundukları ili yönetme çalışmaları yapmalıdır. Bu okullar özelde bulunduğu ili yönetirken, diğer yandan Millet Meclisi’nin taşraya ulaşmış alt birimleri gibi çalışmalıdır. Dolayısıyla bu okulların hepsinin birbirleriyle ve Millet Meclisi ile bilgisayar bağlantısı bulunmalıdır. Halk yerel meclis görevini görecek bu birimin çalışmalarını izleyebilmeli, haftada bir gün dilek, temenni ve önerilerini sunabilmelidir.

 

5- Bu okulların öğrenci kontenjanları, illerin nüfusları oranında belirlenmelidir.

        

6- Bu okulların öğrenci kontenjanlarının yarısı kız yarısı erkek olmalıdır.

          

7- Bu okullara, o il doğumlu (tartışılabilir) ve o ilde oturan liseyi bitirmiş her öğrenci başvurabilmelidir.

 

 8- Bu okulların puan barajı olmamalı, öğrenci yerleştirmesi şöyle yapılmalıdır:

 

 Örneğin; herhangi bir okulumuzun öğrenci kontenjanı elli kişi olsun. Bu okula girmek için iki yüz kişi sınava girmiş olsun. Bu iki yüz kişinin kızlar ayrı erkekler ayrı olmak üzere en yüksek puandan başlayarak sıralaması yapılmalı, kızlar listesinden en yüksek puandan başlayarak aşağıya doğru yirmi beş kız seçilmeli, aynı işlem erkekler listesinde de tekrarlanmalı, bu okullara giremeyen diğer yüz elli kişi ise puanları tutuyorsa başka fakültelere girebilmelidir.                

           

9- Bu okullardan mezun olan öğrencilerin her biri bağımsız olarak milletvekili adayı olabilmeli, vatandaş tercih sistemiyle istediği kişiye oyunu verebilmelidir.

       

        10- Seçilenler milletvekili olarak Millet Meclisi’ne girmeli, geriye kalanlar ise o ilin seçimle gelen valisi, kaymakamı, muhtarı, belediye başkanı olabilmeli, geriye kalanlar da kamunun diğer kilit noktalarında yönetici olabilmelidir.

           

            Yönetim Okullarını İşlevsel Yönü İle Açmamız Gerekirse:

 

            Verdikleri kararlar ile toplumun kaderini çizen, temsilci adaylarını yetiştirecek yönetim okullarının;

 

a)Dört yıllık eğitim - öğretim bölümünde:

 

Temsilci adaylarına siyaset bilimi ağırlıklı olmak üzere, sosyoloji, psikoloji, ekonomi, sağlık, eğitim, güvenlik, yabancı dil, bilgisayar vb. dersler okutulmalıdır. Bu eğitimle, temsilci adaylarına, toplumun bütün boyutlarını bir arada görmek suretiyle, sağlıklı kararlar verebilme beceri ve yeteneği kazandırılmalıdır. Halk yanı başındaki bu süreci takip edebilmelidir. Dört yıllık eğitim sürecini bitiren temsilci adayları okulun ikinci bölümü olan dört yıllık meclis kısmına alınmalıdır.

 

b)Dört yıllık meclis bölümünde:

 

Temsilci adayları, illerinin ihtiyaçlarını ve bunların önceliklerini belirleme, sıralama, sırasıyla planlama, programlama, bütçeleme ve gerçekleştirme çalışmaları yapabilmelidir. Bu çalışmaları esnasında, sağlıklı kararların çıkması için, hem halkın görüş ve önerilerinden, hem iletişim ağı bulunan diğer il meclislerinin ve Millet Meclisi’nin görüş ve önerilerinden yararlanabilmelidir. İl meclisi bir yandan yerel çalışmalarını sürdürürken, diğer yandan öbür illerin ve Millet Meclisi’nin çalışmalarını izleyebilmeli ve bu izlenimlerini halk ile paylaşabilmelidir. İl meclislerinde yerel yönetim görevini sürdüren temsilci adayları, aynı zamanda Millet Meclisi’nin yasama çalışmalarına alt yapı oluşturmalıdır. Yasama ile ilgili çalışmalarını aşağıda belirtildiği şekilde yapabilmelidir.

 

1-Millet Meclisi’nin çıkarmak istediği yasaları bir alt komisyon gibi, kendi meclislerinde halkın da katılımını sağlayarak değerlendirebilmeli, diğer il meclislerinin konuyla ilgili değerlendirmelerini paylaşabilmeli, vardığı sonuçları Millet Meclisi’ne önerebilmelidir.

 

2-Millet Meclisi’nin çıkarmak istediği yasalar dışında, halkın yasama ile ilgili demokratik taleplerini kendi meclislerinde değerlendirebilmeli, diğer il meclislerinin konuyla ilgili görüşlerini alabilmeli, olgunlaştırılmış yasa tekliflerini Millet Meclisi’ne sunulabilmelidir.

 

Yerel yönetim anlayışına uygun olan, İl Meclisindeki dört yıllık görevini muhtemelen 26 yaşında bitirecek genç temsilci adaylarına yönetim ehliyeti verilmelidir. Ehliyetini almış temsilci adayları, ilk seçimlerde bağımsız olarak aday olabilmelidir. Halk sekiz yıl boyunca izlediği ve emin olduğu adaylara özgür iradesi ile oy verebilmelidir. Halkın seçtiği temsilciler Millet Meclisi’ne giderken, temsilci olamayan ehliyetli yönetim adayları, daha önce de söylediğim gibi, halkın seçimle gelen valisi, kaymakamı, muhtarı, belediye başkanı ve kamunun diğer kilit noktalarında yönetici olabilmelidir.  

           

            Halkın bütün kesimlerini siyasal yönetim sürecine katmak suretiyle, toplumun örgüt ve yönetim konusunda sağlıklı bir kültüre sahip olmasını ve dolayısıyla örgütün yaşamını garanti altına almasını öngören yukarıdaki önerileri uygulamaya koyduğumuzda; 

 

            *Halk, yanı başında kurulması öngörülen, Millet Meclisi’nin taşraya ulaşmış, alt birimleri niteliğindeki yerel meclislerin, gerek madde ve insan kaynaklarının kullanımı ile ilgili çalışmalarını, gerekse yasama ile ilgili çalışmalarını yakından izleme, gerektiğinde bu çalışmalarda yetki ve sorumluluk alarak katkıda bulunma olanağına kavuşacaktır. Ayrıca halk, kendi içinde kurulmuş, birbirleri ve Millet Meclisi ile iletişim ağı bulunan bu yerel meclisler vasıtasıyla, ülkedeki tüm insanlarla iletişim içinde bulunarak güç birliği yapma, siyasal yönetimin davranışını denetleme ve kontrol altına alma olanağına kavuşacaktır. Böylece; hem örgüt olmanın gereği, hem de katılımcı demokrasinin gereği yapılmış olacaktır.

 

            *Halk, önerilen yönetim okuluna kendi istediği vasıflara sahip temsilci adayı alacağı için temsilcisini belirleme hakkını elde etmiş olacaktır. Bu okullarda siyasal ağırlıklı eğitim alarak, ehliyetli hale gelmiş temsilci adayları seçimlere bağımsız olarak katılacağından, halk sekiz yıl boyunca izlediği ve emin olduğu adaylara oy vererek, özgür iradesi ile temsilcisini seçme hakkına kavuşmuş olacaktır. Bağımsız olarak seçilmiş temsilci, halka karşı sorumlu konuma geleceğinden, çalışma biçim ve şartları da halk tarafından belirlenebilecektir. Bu süreç halkın egemenliğini kullanabildiği bir ortam yaratacaktır.

 

*Yönetimlerde uygulanan ve elde edilen enerjiler, önerilen yönetim okullarında eğitilerek ehliyet sahibi olmuş temsilciler eliyle kullanılacağı için, yanılma, yanıltma, zaman ve madde israfı söz konusu olmayacaktır. Böylece elde edilen enerjinin, verimli bir şekilde kullanılması sağlanacaktır. Verimli kullanılan enerji, insanlığın mutluluk ve refahına katkı yapacaktır.

 

*Halk, kurulması önerilen yönetim okulu sayesinde halkın beyni görevini üstlenecek temsilcileri kendisi belirleyip seçeceğinden, temsilciler halka karşı sorumlu konuma gelecektir. Halka karşı sorumlu konuma getirilen beyin (temsilci), dışarıdan gelecek uyarıcılardan çok, toplum içinden gelen uyarıcılara açık olacak ve bu doğrultuda topluma yön verecektir. Sonuçta halkın istemleri gerçekleşeceğinden, halk kendi kendini yönetmiş olacaktır. Kendi kendini yönetebilme gücüne sahip halkın, beynini dış uyarıcıların güdümünden koruması daha kolay olacaktır.

 

*Kendi temsilcisini belirleme ve seçme olanağına kavuşacak halk, kamu personelini taraf olurlar bahanesi ile siyasal yönetim sürecinden uzak tutan partilerin işine son verecektir. Partilerin olmadığı bir süreçte: Kamu personeli hiçbir kaygı duymaksızın siyasal yönetim sürecine katılabilme olanağına kavuşacaktır. Böylece, kamu personelini halk kavramı dışına çıkaran, halkı resmi ve sivil olmak üzere ikiye ayırarak, demokrasinin eşitlik ilkesini ihlal eden, bu nedenle Devlet örgütünü zayıf düşüren uygulamalara son verilmiş olacaktır.

 

*Partilerin olmayacağı bir ortamda, lider sultası da olmayacaktır. Lider sultasının olmadığı bir ortamda, temsilcilerin eşit bir konuma gelmeleri, özgür iradelerini kullanmaları ve halkın iradesini yansıtmaları mümkün olacaktır.

 

*Bilindiği gibi, yönetimin var oluş nedeni örgütün ta kendisidir. Bu nedenle yönetimin bir tek amacı vardır. Bu amaç örgütü yaşatmaktır. Amaç bir iken yönetime talip insanların farklı partilerin farklı çatıları altında toplanması yönetim davranışının devlet örgütü amaçları ile örtüşmediği görüntüsünü vermektedir. Önerilen yönetim okulları, temsilci adaylarının bağımsız olarak seçilmelerini sağlayacağından, temsilci adaylarının farklı çatılar altında toplanmasına gerek kalmayacaktır. Bu durum, temsilcilerin farklı çatılar altındaki kısır çekişmelerine son verecek, uzlaşma ve işbirliği sürecini başlatacaktır. Bu uzlaşma ve işbirliği halka da yansıyacaktır.

 

*Mevcut partili yönetim sürecinde halk, sadece madde ve insan kaynaklarını değil, temsilcisini (beynini)  belirleme hakkını da partilere ihale etmiş işveren konumundadır. Başkası tarafından oluşturulmuş bir beyin ile vücut arasında kan uyuşmazlığı söz konusudur. Bir başka deyimle, halkın bu beyne hükmetmesi mümkün değildir. Önerilen yönetim okulları sayesinde halk temsilcisini belirleme ve seçme olanağına kavuşacağı için, artık temsilcisini (beynini) belirleme işini bir başkasına ihale etmesine gerek kalmayacaktır. Kendi beynini oluşturma imkanına kavuşmuş halk, bu beyne hükmetme olanağına da kavuşacaktır.

 

          *Önerilen yönetim okullarında, kontenjanın yarısı kadın, yarısı erkek olacağından ve bu okul mezunu her bireyin bağımsız olarak seçime katılma hakkı bulunacağından, kadınların nüfusları oranında temsil edilme olanağı doğacaktır. Bu, öncelikle kadınların tüketici konumundan çıkarılıp, üretici konumuna geçirilmesi anlamına gelmektedir. Kadınların nüfusları oranında temsil edilmeleri hem verimli yönetim anlayışı, hem de demokrasinin eşitlik ilkesinin gereğidir.

 

         *Ülkenin her iline kurulması önerilen yönetim okulu sayesinde, eğitilerek siyasi ehliyet almış, seçimlere bağımsız olarak katılma hakkına kavuşmuş, dolayısıyla partilere ve finansmana ihtiyacı olmayan, temsilci adaylarını seçme süreci başlayacağından, finansmana dayalı yönetim süreci sona erecektir. Finansmana harcanan paralar vatandaşın cebinde ve devletin kasasında kalacaktır. Ayrıca finanse edilip, başkasına diyet borcu olan temsilci devri de sona erecektir.

 

         *Önerilen yönetim okuluna liseyi bitirmiş öğrencilerin girebileceğini söylemiştik. Öğrenci liseyi bitirdiğinde muhtemelen on sekiz yaşındadır. Bu okula girebilen öğrencilerin dört yıl boyunca siyaset ağırlıklı olmak üzere eğitileceğini, ikinci dört yılda ise, ili yönetme görevi yaparak siyasal ehliyetini almış, temsilci adayı olabileceklerini vurgulamıştık. On sekiz yaşında bir öğrencinin, siyasal ehliyetini alabilmek için sekiz yıl da, yönetim okulunda okuyup çalıştığını hesaba kattığımızda, bu öğrenci muhtemelen 26 yaşında temsilci adayı olma konumuna gelecektir. Kısacası genç, dinamik, çağdaş, yeniliklere açık ve üstelik ehliyetli bir siyasal yönetime sahip olma imkanı doğacaktır. Yenilenmeleri imkansız kılınmış partiler ile onların belirlediği, yaşlı, muhafazakar ve statükocu temsilci adayları dönemi sona erecektir.

 

        *Bir arabanın bile, ehliyetsiz bir kişi tarafından kullanılmasına izin vermeyen bir toplumun, devlet örgütü yönetimini ehliyetsiz ellere bırakmasını anlamak mümkün değildir. Toplumun bugüne kadar karşı karşıya kaldığı olumsuzluklar, devlet arabasını kullanan ehliyetsiz ellerin yaptığı kazalardan başka bir şey değildir. Toplumun kaderiyle ilgili kararlar verme konumunda olanların, toplumun bütün boyutlarını bir arada değerlendirebilme bilgi ve becerisine sahip olmaları gerekir. Bu da bu konuda eğitim görmeleriyle mümkündür. Önerilen yönetim okullarının en önemli işlevlerinden biri,  ehliyetli yönetim kadrolarını yetiştirmektir. Önerilen yeni yönetim sürecinde seçimlere sadece bu okulları bitirmiş ehliyetli kişiler katılabileceğinden, ehliyetli yönetim sürecine geçilmiş ve ehliyetsiz yönetim süreci sona ermiş olacaktır.

 

       *Ben milli iradeyi bir ülkede yaşayan her bir vatandaşın bire bir temsil edildiği irade olarak öğrendim. Oysa bu gün seçimlerde uygulanan baraj sistemi nedeni ile halkın önemli bir kesiminin temsil edilme hakkı elinden alınmakta ve milli iradenin dışına itilmektedir. Önerilen yeni yönetim sürecinde partiler olmayacağından ve her temsilci adayı bağımsız olarak seçimlere katılacağından, seçimlerde uygulanan baraj sistemine ihtiyaç duyulmayacaktır. Halkın her bireyi bire bir temsil edilme olanağına kavuşacak, milli irade tecelli edecektir.

 

*Bugünkü partili yönetim sürecinde halk seçimden seçime, kendisi dışında belirlenen isimlere oy vererek, demokrasinin tarifine göre meşru olmayan duruma meşruiyet katma konumundadır. Önerilen yeni yönetim sürecinde halk kendisinin belirlediği adaylara oy vererek temsilcisini seçecektir. Dolayısıyla başkasının belirlediği adaya oy verme zorunda kalmayacaktır.

 

         *Bugün yaşadığımız yönetim sürecinde en çok oyu alan partiler iktidara gelmektedir. Bu iktidarlar yapıları gereği çoğunlukla temsil ettikleri kesimin iktidarı gibi görünmek ve davranmak durumundadırlar. İktidar partilerinin bu görüntü ve davranışları muhalif kesim ile sürtüşmelere neden olmaktadır. Bu sürtüşmeler parti yandaşlarına da yansımakta, milli birlik ve beraberliğin zedelenmesine neden olmaktadır. Milli birlik ve beraberliğin zedelenmesi hem verimli yönetim anlayışına, hem de örgüt olmanın gereklerine aykırıdır. Partilerin olmayacağını öngören yeni yönetim sürecinde bütün temsilciler yönetim okulundan mezun olmuş, bağımsız adaylardan seçileceğinden, kurulacak hükümet bütün toplumun temsilcisi olan,  milli bir kimlik kazanacaktır. Bu da toplumun uzlaşarak, tutarlı ve güçlü bir şekilde örgütlenmesini sağlayacaktır.

 

        *Önerilen partisiz yönetim sürecinde; Milli hükümetler kurulacağından kadrolaşma kaosu ortadan kalkacaktır. Yetenekli bürokratların işlerine devam etmesi tercih edilecek ve verim artacaktır. Kısacası bürokrat siyasal iktidarın uzantısı görünümünden kurtulup, milli hükümete, yani halka karşı sorumlu hale gelecektir. Yani milletin bürokrasi üzerindeki egemenliği de mümkün olacaktır.

 

         *Bilindiği gibi bugün devlet örgütünün madde ve insan kaynakları yönetimi, merkezden yürütülmektedir. Yetki ve sorumlulukların merkezde toplanmasına neden olan bu uygulama merkezi aşırı derecede güçlendirmektedir. Aşırı derecede güçlenmiş merkezi yönetimin, yetki ve sorumluluklarını paylaşmaya yanaşmaması, yerel yönetimlerin kurulması önünde önemli bir engeldir. Oysa bilinen o ki, yetki ve sorumlulukların paylaşılmadığı bir süreçte, madde ve insan kaynaklarını verimli bir şekilde kullanmak mümkün değildir. Bu nedenle, yerel yönetimler talep edilmektedir. İllerde kurulması öngörülen meclisler, yerel yönetim ihtiyacını karşılayacaktır.

 

Öngörülen il meclislerinin yaratacağı yeni yönetim sürecinde: İlin işleri yerel meclisler eli ile yürütüleceğinden, hizmetin gerçekleştirileceği ilin şartları, bu yerin bu hizmete olan gerçek ihtiyacı belirlenecek. Bu hizmetin önceliği daha sağlıklı hesaplanacağından yatırımların ülke gerçekleriyle örtüşmesi sağlanacaktır. Ülke gerçeklerine uygun yatırımlar, ülkenin dengeli kalkınmasını sağlayacak, toplum içindeki huzursuzluklara son verecektir.  Ayrıca bu işlerin yerinden planlanması, programlanması ve bütçelendirilmesi bürokratik yazışmaların sebep olduğu zaman ve madde israfını da önleyecektir. Bunun yanında halkın bu işlerde yetki ve sorumluk alarak katkı yapması, bununla birlikte yönetimi denetim altına alması sağlanmış olacaktır. Ülke işleri de yerel meclisler ve Millet Meclisi’nin işbirliği ile yürütüleceğinden, alınan kararlarda halkın katılımı sağlanmış olacak ve ülkenin gerçeklerine uygun kararların çıkması sağlanacaktır. Sonuçta, yetki ve sorumluluklarını paylaşmak sureti ile zayıflamış merkezi yönetim, yerini, görev, yetki ve sorumlulukların paylaşıldığı yerel yönetimlere bırakacaktır.  

 

*Günümüz yönetim sürecinde büyük sermayelerin muhatap olabileceği büyük orandaki madde ve insan kaynakları devlet örgütlerinin elinde vardır. Devlet örgütlerinin bu madde ve insan kaynakları ise siyasi temsilcilerin elleri ile kullanılmaktadır. Temsilcilerin belirlenmesi işi ise parti başkanlarının elindedir. Bu durum, sermayenin temsilcileri güdümüne alabilmesi için, bir şekilde siyasi partilerin içinde veya üstünde yer almasını gerektirmektedir. Diğer yandan siyasi partilerin içinde bulunduğu yapı onların hem diğer partilere karşı hem halka karşı güçlü olabilmesini gerektirdiğinden sermaye ile işbirliğini kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla partili yönetim sürecinde, temsilcilerin sermayenin güdümüne girmesi kaçınılmazdır. Ancak öngörülen partisiz yönetim sürecinde halk, temsilcisini yönetim okulunu bitirmiş, parti çatısı altında olmayan bağımsız adaylardan seçeceğinden temsilcilerinin sermayenin güdümüne girmesini önleyebilecektir. Böylece sermayenin güdümündeki temsilcilerin dönemi de son bulacaktır.

 

*Dördüncü bir güç olduğu herkes tarafından bilinen medya, partiler ile işbirliği içinde olan, sermayenin kullanabileceği bir araç olduğuna göre, sermayenin bu gücü kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp, halkı yanıltması mümkündür. Bu nedenle halkın gerçek gündemini belirleme konumuna gelmesi gerekmektedir. Bu, illerde kurulması öngörülen yerel meclisler kanalı ile mümkün olacaktır. Çünkü her ilin meclisi, kendi ilindeki gerçek sorunlarını belirleme ve diğer illerle paylaşma olanağı bulacağından, iletişim içindeki halk, ülkenin gerçek gündemini belirleme imkanına kavuşacaktır. Böylece halkın medyanın belirlediği gündem peşinden koşması, zaman ve madde israfı söz konusu olmayacaktır.

 

*Günümüz yönetim sürecinde partilerin var oluş nedenini iki madde ile açıklamak mümkündür. Bunlardan bir tanesi halkın temsilcisini belirleme hakkını ellerinde bulundurmaları, ikincisi ise bu güne kadar yönetim sürecinden uzak tutularak örgüt ve yönetim kültürüne sahip olmayan insanların, partilerin kullandığı simgelere muhtaç hale getirilmeleridir. Öngörülen yeni yönetim sürecinde halk, yönetim okulları kanalıyla temsilcisini belirleme ve seçme hakkını partilerin elinden alacaktır. Bu gücü elinden alınmış partilerin varlıklarını sürdürmeleri mümkün olmayacaktır.  Artık insanların da hangi yönetim süreci olursa olsun içinde bulundukları toplumu yaşatabilmesi için, simge sahibi olma ve onları yarıştırma sevdasından vazgeçmesi gerekmektedir. Çünkü simgeleri yarıştırma hem toplumun birlik ve beraberliğini bozmakta, hem de verimli yönetim anlayışına ters düşmektedir. Partisiz Yönetim, simge kullanma ve onları yarıştırma ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.  

 

*Günümüz teknolojisinin yarattığı şartlar, bütün devlet örgütlerini içine alan bir dünya örgütünün kurulmasını dayatmaktadır. Bu nedenle yeryüzündeki bütün devlet örgütleriyle çatışmadan, barış içinde yaşayabilmek için, ortak doğal amaçlar belirlenmelidir. Ortak amaçlar etrafında toplanmış, dünyanın bütün ülkelerinde demokratik tek tip bir yönetim biçimi uygulanmalıdır. Her devlet örgütünün yönetim davranışı evrensel kontrol altına alınmalıdır.

 

Partisiz Yönetim süreci ile ilgili teklif, bütün dünya devletlerinin uygulayabileceği demokratik bir yönetim sürecini başlatacaktır.

           

            Kısacası “Partisiz Yönetim” modeli;  bürokratın siyasetçinin güdümünden, siyasetçinin ise, sermayenin güdümünden kurtarılarak, halka karşı sorumlu hale getirildiği, kadınların nüfusları oranında temsil edilmek sureti ile tüketici konumdan çıkarılıp, üretici konumuna getirildiği, yönetim sürecinin, eğitilerek ehliyet sahibi yapılmış, çağdaş, dinamik ve yeniliklere açık gençliğe teslim edildiği, demokrasinin anlamına uygun yerel yönetimlerin kurulduğu partisiz yönetim sürecini başlatacak, olgunlaşmış demokratik bir yönetim sürecini yaşamak ve diğer ülkelere yaşatmak mümkün olacaktır.

 

Ülkeleri aynı apartmanda oturan komşulara benzetiyor ve bütün ülkelerde tek tip bir yönetim biçiminin uygulanması gerektiğini savunuyorsunuz. Gerekçelerinden söz eder misiniz? 

 

Günümüz teknolojisinin yeniden şekillendirdiği dünyamızda komşuluk kavramının da değiştiğini artık göz ardı etmemiz mümkün değildir. Bugün Dünya’nın herhangi bir yerindeki bir ülke, Dünya’nın diğer ülkeleriyle sosyal, kültürel ve ekonomik alışveriş içine girebiliyorsa, doğrudan iletişim kurabiliyor, sevinç ve kederlerini paylaşabiliyorsa, bir ülkedeki olumlu veya olumsuz gelişmeler diğer ülkelerdeki insanları doğrudan veya dolaylı olarak etkileyebiliyorsa ve bu durumlar bildiğimiz komşuluk ilişkileriyle örtüşüyorsa, artık diğer ülkelerle aynı apartmanda oturan komşular konumuna gelmiş olduğumuzu kabul etmemiz gerekmektedir. Ülkelerin komşu konumuna geldiği mevcut durum ve sınır ötesi etkilere sahip günümüz teknolojisi, Dünya’nın bütün ülkelerini içine alacak, daha büyük bir örgütün kurulmasını gerektirmiş, daha doğrusu dayatmış görünmektedir. Eğer bu görüntü yanıltıcı değilse, uluslararası örgütlenme ile uluslar arası yönetim kavramları gündeme gelecek, buna dayalı olarak ulusal örgütlenme ve ulusal yönetim anlayışlarında değişim zorunlu hale gelecektir. Çünkü evrensel bir örgütlenme, evrensel amaçların belirlenmesini ve her bir ülkenin hem ulusal düzeyde hem de evrensel düzeyde bu amaçlara hizmet etmesini gerektirecektir. Dolayısıyla her bir ülkenin, diğer ülkelerdeki toplumsal örgütlenme ve yönetim biçimlerinin bu amaçlara hizmet edebilecek vasıflara sahip olup olmadığını kontrol altına alması zorunlu hale gelecektir. Yani her isteyen istediği gibi örgütlenemeyecek ve istediği gibi yönetemeyecektir. Kısacası evrensel örgütlenme süreci, bütün insanların ortak olan doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amaçları ile insanların doğuştan gelmeyen ve dolayısıyla ortak olmayan farklılıklarıyla ilgili amaçlarını eşitlik ilkesi sayesinde gerçekleştirebilen bir örgütlenme ve buna paralel bir yönetim biçimini dayatacaktır. Bu nedenle her insanın, geç kalmadan, yaşadığı ülkenin sınırları yerinde dursa bile, sınır ötesi bir anlayışla, Dünya’nın diğer ülkelerindeki insanların da benimseyeceği bir örgütlenme ve bir yönetim sürecine kavuşması yolunda gayret göstermesi gerekmektedir. Aksi takdirde, farklı örgütlenme ve farklı yönetim biçimlerinin şekillendirdiği, farklı amaç ve farklı yaşam biçimlerine sahip devlet örgütlerinin ve sahip oldukları yönetimlerinin birbirlerini anlamaları ve bir arada yaşamaları mümkün olmayacaktır. Bu da komşu konumuna gelmiş ülkelerin, insanların yaşam ve refah düzeyini yükseltmek için kullanması gereken kaynaklarını, çatışmalara harcamasını kaçınılmaz kılacaktır. İşte bu nedenle bütün ülkelerde eşitlik ilkesine dayalı tek tip bir yönetim biçiminin uygulanması gerektiğini savunuyorum.

 

Dünya’nın bütün ülkelerinde eşitlik ilkesine dayalı tek tip bir yönetim biçiminin uygulanabilmesi için,  her bir ülkenin öncelikle yapması gerekenler nelerdir? 

 

Bu sorunuza, her bir ülke evvela kendi içinde demokratik bir yönetim sürecine kavuşmalıdır şeklinde kolayca cevap vermek mümkündür. Ancak bu cevap yeterli olmayacaktır. Çünkü demokrasi kavramını yerli yerine oturtmadığımız müddetçe her bir ülkenin demokrasiyi farklı biçimde yorumlayıp, yanılması söz konusudur. Örneğin bugün insanların önemli bir kesimi demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak görmekte ve bu algıları onların örgütlenme biçimini göz ardı etmelerine neden olmaktadır. Oysa demokrasi bir yönetim biçiminden çok, bir örgütlenme biçimi olarak algılanmalıdır. Çünkü örgütün olmadığı yerde yönetim yoktur. Bu nedenle her bir ülke, demokratik bir yönetim biçimine kavuşmak için evvela demokratik bir şekilde örgütlenmelidir. Demokratik bir örgütlenme ise her bir üyenin gerçekleştirmek zorunda olduğu ortak amaçların belirlenmesini ve bu amaçları gerçekleştirmede her bir üyenin eşit oranda görev, yetki ve sorumluluk alarak, eşit oranda katkı yapmasını gerektirmektedir.  

 

Bugün yeryüzünün hangi ülkesinde yaşıyorsa yaşasın, her bir insanın iki türlü amacı olduğu, herkes tarafından bilinen bir gerçektir. İnsanların ilk ve öncelikli amaçları yaşamlarını sürdürmektir. İnsanların yaşamlarını sürdürebilmesi ise onların doğal ihtiyaçlarını karşılayabilmeleriyle mümkündür. Dolayısıyla insanların doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amaçları, şartlar ne olursa olsun, gerçekleştirmekten vazgeçemeyecekleri amaçlardır. Ancak bu amaçlar insanların tek başına gerçekleştirebileceği türden değildir. Bu nedenle insanlar, bu amaçlarını gerçekleştirmek üzere diğer insanlarla güç birliği yapmak, yani örgütlenmek zorundadır. Bu zorunluluk her bir üyenin mensubu bulunduğu örgütü yaşatmak için elinden geleni yapacağı anlamına gelmektedir. Bütün üyelerin mensubu bulundukları örgüte bilerek ve isteyerek destek vermesi, örgütü kendi içinde güçlü ve tutarlı hale getirecektir. Bu güç, örgüte yönetim davranışını kontrol altına alma olanağını tanıyacaktır. Denetim altına alınmış yönetimin örgütü amaçlarına göre yaşatma görevini başarıyla yerine getirmesi sağlanmış olacağından,  örgütün yaşamının tehlikeye girmesi söz konusu olmayacaktır. İnsanların ikinci sırada yer alan amaçları ise doğuştan gelmeyen, suni farklılıklarıyla ilgili olanlardır.  Bu amaçlar örgüt içinde yer alan üyelerin her birini aynı derecede ilgilendirmediğinden, birinci sıradaki amaçlar kadar destek görmesi mümkün değildir. Dolayısıyla örgütün temeli, birinci sıradaki amaçlar üzerine kurulmalıdır. Aksi takdirde örgüt üyelerinin sorumluluklarını yerine getirerek örgütü kendi içinde güçlü ve tutarlı hale getirmesi mümkün olmayacaktır. Kendi içinde güçlü ve tutarlı olmayan bir örgütün, yönetim davranışını kontrol altında tutup, yaşamını sürdürmesi mümkün değildir. Bu nedenle her bir ülke, sahibi bulunduğu örgütünün temelini, her bir üyenin bilerek ve isteyerek görev,  alacağı, eşit oranda katkı yapacağı doğal ihtiyaçları karşılamaya yönelik amaçlar temeline oturtmalıdır. Yani demokratik bir şekilde örgütlenmelidir. Demokratik bir örgütlenme, demokratik bir yönetim sürecini başlatacaktır. Bütün ülkelerin aynı tip örgütlenme ve aynı tip yönetim süreçlerine sahip olması, onların kaçınılmaz evrensel örgütlenme sürecini sancısız geçireceği anlamına gelmektedir. 

 

Söylemlerinizden; demokrasinin dünyanın bütün ülkelerindeki insanları içine alacak daha büyük bir örgütün kurulmasını mümkün kıldığı anlamı çıkmaktadır. Çünkü yeryüzünün hangi ülkesinde yaşıyorsa yaşasın, bütün insanların doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amaçları aynıdır. Bu doğrultuda küreselleşecek bir Dünyada herhangi bir devlet örgütünün yaşamını sürdürmesi mümkün müdür?

 

Devlet örgütünün yaşamını sürdürmesi mümkün müdür? Eğer kastettiğiniz, örgütü meydana getiren insanların yaşamı ise evet. Çünkü yeryüzündeki bütün insanların ortak olan doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amaçlar etrafında toplanması ve bu konuda uzlaşması, yani çatışmalardan kaçınması söz konusudur. Yok eğer kast ettiğiniz, örgütün içinde bulunduğu devletin sınırları ise hayır. Ancak hayır şeklindeki cevabım da kötüye yorumlanmamalıdır. Çünkü söz konusu devletin içinde yaşadığı alanın, yani sınırlarının genişlemesi söz konusudur. Çünkü uzlaşarak küreselleşen bir Dünyada her bir ülke insanının diğer ülke insanlarının yaşadığı alanlardan da yararlanması mümkün olacaktır. Kısacası hem devlet örgütlerinin insanları yaşayacak, hem de devlet örgütlerinin ortak sınırları olacaktır. Sözünü ettiğim sınır Dünyayı çevreleyen atmosfer olacaktır.  

 

Kitabınızda “Sözcük ve Söylemlerin Yönetim Sürecindeki Yeri ve Önemi”  diye bir başlık bulunmaktadır. Bu başlık altında okuyucunuza vermek istediğiniz mesaj nedir?

 

Vermek istediğim mesajı sağlıklı bir şekilde açıklayabilmek için;  evvela madde, daha sonra da insan kaynaklarının ne yapıldığı zaman kullanılmış sayılacağını açıklamamız gerekmektedir. Çünkü sözcük ve söylemler iletişim unsurları olmaktan öte insan kaynaklarını yönetmek işinde kullanılan en önemli unsurlardır. 

 

Bugün kapınızın önünde duran arabaya binip onu sürmedikçe, yani onu harekete geçirip, ondan yeni bir enerji elde etmedikçe onu kullanmış sayılmanız mümkün değildir. Arabayı sürme işini başlattığınız anda, araba harekete geçer ve yeni bir enerji üretir. Arabanın enerji üretme işi, sizin ona uyguladığınız yakıt ve beden enerjisi sonucunda gerçekleşmektedir. Beden enerjisi, şoförün gözü, kulağı, beyni, elleri, kolları ve ayaklarından gelen enerjidir. Bir enerji uygulayarak arabadan elde ettiğiniz enerjiyi, yolcu ve yük taşıma gibi verimli bir işte kullanabileceğiniz gibi, yasal olmayan bir kaçakçılık işinde kullanmanız da mümkündür. Bu iki sonuç enerjiyi kullananın niyeti ile doğru orantılıdır. Üçüncü bir şık ise ehliyetsiz eller ile uygulanan ve elde edilen enerjilerin doğuracağı meçhul sonuçlardır.

 

Örneğin bir an için arabayı kullanmak üzere enerjisini veren kişinin şoförlük ehliyetinin olmadığını düşünelim. Böylesi bir durumda arabanın kaza yaparak hem uygulanan enerjinin, hem arabadan elde edilecek enerjinin, hem de kaza sonucunda aklınıza gelmeyen farklı enerjilerin kaybolması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü ehliyetsiz şoförün enerjisi arabadan verimli bir enerji elde etmek için uygun bir enerji değildir. Yani uygulanan enerji doğru bir enerji değildir.

 

Bu örnekten çıkarılabilecek sonuçlar şunlardır:

 

*Bir varlığı kullanmış veya yönetmiş sayılabilmemiz için o varlığı harekete geçirmemiz gerekmektedir. Aksi takdirde o varlığı kullandığımız veya yönettiğimizden söz etmemiz mümkün değildir.

 

*Bir varlığı harekete geçirmek istediğimizde, bu varlığa bir enerji uygulamamız şarttır. Ancak, verimli yönetim anlayışına göre, uygulanan enerjinin doğru seçilmesi büyük önem arz etmektedir.

 

*Bir varlığı harekete geçirmek için uygulanan enerjinin temel amaçlarından biri, o varlıktan amaçlarımızı gerçekleştirecek yeni bir enerji elde etmektir.

 

*Verimli yönetim anlayışında, elde ettiğimiz enerjinin uyguladığımız enerjiden fazla olması beklentisi doğaldır. Ancak, elde edilecek enerjinin fazlalığından çok, insanların yararına olup olmadığına dikkat etmek daha önemli sayılmalıdır. Çünkü elde edilen bazı enerjilerin verimli yönetim anlayışı ile bağdaşmayacak bir şekilde kullanılması da söz konusudur. Örneğin, demir maddesine uyguladığınız küçük bir enerji sonucunda bir silah elde edip, insanlara doğrulttuğunuzda, çok müthiş bir enerji elde etme imkanına sahip olabilirsiniz. Ancak, elde ettiğiniz bu enerji, başkasının yaşam ve refahını tehdit ettiğinden, insanların mutluluk ve refahına harcanması gereken enerjinin çatışmalara harcanmasına neden olmuş olacaktır. Oysa verimli yönetim anlayışında madde ve insan kaynaklarının çatışmalar için değil, insanların mutluluk ve refahı için kullanılması gerektiği öngörülmektedir.

 

 Maddenin nasıl kullanıldığını kısaca tahlil ettikten sonra, yönetim sürecinin bir numaralı elemanı İnsan yönetiminin nasıl gerçekleştirildiği daha kolay anlaşılacaktır. İnsanın yönetiminde de enerji uygulayarak harekete geçirme ve enerji elde etme kuralı vardır. Ancak bir farkla. İnsanları sözcükler ve söylemlerle de harekete geçirme imkanı vardır. Hatta hiçbir maliyeti olmayan bu sözcüklerle çok yüksek oranda enerji elde etmek mümkündür.

 

Örneğin bir sözcüğü kutsamak, daha sonra bu sözcüklere sahip çıkarak, kitlelerin enerjisini yönlendirmek günümüzde sıkça kullanılan bir tekniktir. Bu tekniği en iyi kullanan kesimlerden biri de siyasi partilerdir. Bu kadar büyük bir öneme sahip olan sözcükler yönetim sürecinde kullanılan en ucuz enerji olmakla birlikte soyut olduklarından doğru enerji ihtiva edip etmediklerini anlamak zordur. Bu durumda insanların yanılması, zaman ve madde israfı söz konusudur. Bu nedenle insanları harekete geçirmek için, onlara uyguladığımız sözcük ve söylemlere dayalı enerjinin de doğru seçilmesi gerekmektedir. Yönetilenlerin de kendilerine uygulanan sözcüklerin içeriğine çok dikkat etme gibi bir görevleri olmalıdır. Çünkü kendilerinden elde edilen enerjinin, kendilerinin ve diğer insanların yararına kullanılıp kullanılmayacağı söz konusudur. Bu nedenle, yönetilenlerin sözcük ve söylemlerin taşıdığı şu özelliklere dikkat etmesi gerekmektedir.

 

Sözcüklerin, yönetim sürecinin ayrılmaz parçası olmasının temel nedenlerinden biri, elbette ki iletişim araçları olmalarıdır. Ancak, onları yönetim sürecinde daha da önemli kılan neden, enerji elde etmek için uygulanan en ucuz enerji olmalarıdır.

 

 Sözcüklerin yönetim sürecindeki yeri ve önemini arttıran unsurlardan biri de, bu enerjinin özelliklerini bilmeden de kullanılabilir ve büyük enerji elde edebilir olmalarıdır. Ancak bu şekilde elde edilen enerjinin doğuracağı sonuçlardan emin olmak, her zaman mümkün olmayabilir.

 

Sözcük ve söylemlerin bir diğer özelliği de onları herkesin kullanabilmesidir. Bu nedenle kullanıcının ehliyeti, niyeti ve öngörüsü önemlidir. Kullanıcının ehliyeti, niyeti ve öngörüsü kadar muhatabın algısı da önemlidir.

 

 Örneğin birileri partileri, “Partiler demokrasilerin vazgeçilmez unsurlarıdır” deyip kutsamış, bunu verildiği biçimiyle algılayıp, benimseyen halk,  kutsadığı bu gücün önünde küçülmüş, egemenliğini ve kendi kendini yönetme imkanını kaybetmiş, feodal yapı benzeri dikey yönetimi körüklemiş, dolayısıyla yerel yönetimlerin anlamına uygun bir şekilde uygulanmasını önlemiştir. Bu da yetmemiş, tartışmaların dışında tutulan partilerin yerine çağa ayak uydurabilecek oluşumların yaratılması engellenmiştir.

 

 Sözcüklerin bir diğer özelliği ise, zaman içinde eskimeleri ve çağ dışı kalabilmeleridir. Bu tip sözcük ve söylemlere itibar edilmesi halinde olumlu sonuçlar almak mümkün değildir. Bunları dikkate almadan kullanmakta ısrar etmenin yönetim sürecinde yarar yerine zarar verebileceği unutulmamalıdır.

 

 Mesela kadına, “Tanrının erkeğe bir lütfüdür.” gözüyle bakarsanız, “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” derseniz, kadının sokağa çıkışını namus alarmı olarak algılarsanız, “Elinin hamuru ile erkek işine karışma” mantığı ile yaklaşırsanız ve bu nedenle kadını üretim alanından ve yönetim sürecinden uzak tutarsanız, hem elinizdeki enerjiyi kullanmamış olursunuz, hem de yeni bir enerji elde etme imkanını kaybetmiş olursunuz. Yine gençliğinizin mevcut teknoloji sayesinde birçok bilgiye ulaşması ve bilgiyi dinamik bir şekilde kullanması mümkünken, “Sen sus, küçüksün ne anlarsın” veya “Sus küçüğün, söz büyüğün” mantığıyla yaklaşırsanız, genç, dinamik ve çağdaş bir yönetimin oluşmasının önünü kesmiş, geleceğinizin teminatı gençlerinizi de atıl durumda bırakmış ve üretici konumunda olması gereken gençlerin, hazır kaynaklarınızı tüketmelerine neden olursunuz.

 

Ayrıca sözcükler yönetim işinde kullanılan en ucuz enerji olmakla birlikte soyut olduklarından doğru enerji ihtiva edip etmediklerini anlamak zordur. Mesela; “Yöneticiliğin Okulu olmaz, yöneticilik tanrının bir lütfüdür” sözüne itibar edilmiş ve uzun zamanlar ehliyetli bir yönetime sahip olma imkanlarının önü kesilmiştir. Bugün yaşanan sıkıntıların önemli nedenlerinden biri, ehliyetsiz ellerle çıkılan hayat yolculuğunda yapılan kazalardır.

 

Bunlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde; sözcüklere dayalı enerji uygulanırken sözcüklerin yaşına, ne zaman, nerede, niçin söylendiğine, hangi şartlarda hangi amaçları gerçekleştirmek için üretildiğine, çağın gereklerine cevap verip vermediğine dikkat edilmemesi halinde insanların yanılması, zaman ve madde israfının söz konusu olabileceği unutulmamalıdır. Eskimiş ve çağın enerjisine ayak uyduramayan sözcüklerle “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak” mümkün değildir.

 

Sözcük ve söylemler konusunda dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri de, yönetim sürecinde kullanılan sözcük ve söylemlerin ne anlama geldiğine ve bunların anlamına uygun bir şekilde hareket edilip edilmediğine bakmaktır. Çünkü bazı sözcük ve söylemler çağdaş olmalarına rağmen çarpıtılarak kullanılabilmektedir. Bu nedenle demokrasi ile ilgili her bir sözcük ve söylemin açılımına ve uygulamanın bu açılıma uygun yapılıp yapılmadığına önemle dikkat edilmelidir. İşte vermek istediğim mesajlar bunlardır.

 

Öğretmen kutsaldır diyenlere karşı bir öğretmen olmanıza rağmen öğretmen kutsal değildir diyorsunuz. Neden?

 

“Öğretmen Kutsaldır” sözünün sahibi; muhtemelen ben öğretmeni kutsarsam, hem toplum içinde daha rahat çalışma ortamı bulur, hem de bu yakıştırmayı bir ödül olarak algılar ve daha çok çalışır, dolayısıyla daha verimli bir enerji elde etmiş oluruz diye düşünmüş olabilir. Ancak onun bu düşüncesi tek başına yeterli değildir. Çünkü onun düşüncesi kadar muhatap kişilerin algıları da önemlidir. Örneğin bu sözün muhatabı öğretmenlerden bir kesiminin bu sözü düşünüldüğü gibi algılayıp gayret içine girmesi muhtemeldir. Ama muhataplardan bir kesiminin de mademki ben kutsalım ve toplum içinde kabul görmüşüm, ne diye fazladan çalışayım düşüncesine kapılabilir. Üçüncü bir ihtimal ise muhatapların,  “Hadi be..! Kimi kandırıyorsunuz? Kutsallık karın doyuruyor mu? Kutsal bir insan pazarda çorap satar mı?” şeklinde düşünerek, işine küsüp verimli olmaktan uzaklaşabilir. Oysa verimli yönetim anlayışında uygulanan enerjiden sonra elde edilecek enerjinin verimli olması beklenmektedir.

 

Sözünü ettiğimiz bu üç ihtimalden yola çıktığımızda;

 

1-“öğretmen kutsaldır” sözünün sahibi bu sözün doğuracağı sonuçlardan habersizdir,

 

2-“Öğretmen kutsaldır” sözünün sahibi öğretmeninin durumundan habersizdir,

 

3-“Öğretmen kutsaldır” sözünün sahibi bu sözü aklımıza gelmeyen farklı bir amaç için kullanmış olabilir. 

 

Özetle  “Öğretmen kutsaldır” söylemiyle elde edeceğimiz enerjinin doğuracağı sonuçlar meçhuldür. Öğretmenin kutsanmasına karşı olduğum nedenlerden biri budur.

 

Bir de sözünü ettiğimiz ihtimallere rağmen, “Öğretmen kutsaldır” sözünün bütün öğretmenleri gayret içine soktuğunu düşünelim. Öğretmen mevcut yönetim sürecinin belirlediği eğitim sistemi çerçevesinde ne yapabilir ki? Tabi ki hiçbir şey. Çünkü öğretmenin uygulamaya çalıştığı programın çerçevesini belirleyen siyasal sistemin içinde yer alması yasaklanmıştır. Kısacası öğretmenin siyasal sistemin memurluğunu yapmaktan başka çaresi yoktur. Dolayısıyla öğretmenin kutsanmasının hiçbir anlamı yoktur. Tam tersine zararı vardır. Çünkü bugün herkes biliyor ki yeryüzünde tartışılmayan iki şey vardır. Birincisi önemli sayılmayan şeyler. İkincisi ise kutsal sayılanlardır. Yine herkes biliyor ki, tartışılmayanların kendilerini yenilemeleri ve çağa ayak uydurmaları mümkün değildir. İşte bu nedenlerle öğretmenin kutsanması taraftarı değilim. Tıpkı siyasi partilerin kutsanmasına taraftar olmadığım gibi.

 

Halkın sadece beynini değiştirerek kendi kendini yönetir konumuna gelemeyeceğini söylüyorsunuz. Niçin?

 

Bilindiği gibi “demokrasilerde halk kendi kendini yönetir” denilmektedir. Eğer demokratik olduğunu iddia eden bir ülkede yaşıyorsanız, ülkenizin gerek madde, gerekse insan kaynakları, bütün yurttaşlarınızı mutluluk ve refah içinde yaşatmaya yeterli düzeydeyse ve bütün bu olumlu koşullara rağmen, arzu etmediğiniz her türlü olumsuz koşullarla kucak kucağa yaşıyorsanız, dönüp kendi kendinize;  

 

Ya kendi kendimizi yönetmemiz doğru değildir.

 

            Ya kendi kendimizi yönettiğimiz doğru değildir.

 

            Demeniz gerekmektedir. Yani kendi kendinizi yönetip yönetmediğinizi sorgulamanız gerekmektedir. Bunu anlayabilmek için de önce bireyin, daha sonra da bireylerin meydana getirdiği halkın ne yaptığı zaman kendi kendini yönetiyor sayılacağına bakmanızda yarar vardır.

 

Bugün bireyin genel inancı, davranışlarını beyninin yönettiği doğrultusundadır. Oysa gösterdiği davranışlarda beyin sadece taşeron rolü oynamaktadır. Çünkü bireyin davranışları aldığı uyarıcılar neticesinde meydana gelmektedir. Bu uyarıcıların iç ve dış uyarıcılar olmak üzere iki türlü olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Bunlardan birincisi insanın doğasından kaynaklanan iç uyarıcılardır. Bu uyarıcılar bireyin var olmasını sağlayacak beslenme, üreme ve korunmayla ilgili uyarıcılardır. Dolayısıyla dışarıdan verilecek herhangi bir öğretiye gerek kalmadan insanı harekete geçirebilecek uyarıcılardır. Beyin bu uyarıcıları sahip olduğu bedenin içinden alır ve bu uyarıcılar doğrultusunda gereğini yapmak üzere vücuda komut verir. Vücut harekete geçer. Bu süreçte uyarıcılar bünyenin kendi içinden geldiği için, bireyin kendi istemleri gerçekleşmiş ve birey kendi kendini yönetmiş olur. Bireyin muhatap olduğu ikinci tip uyarıcılar ise bireyin içinde yaşadığı çevreden gelmektedir. Bireyin doğası gereği beynini dış uyarıcılara kapatması mümkün değildir. Çünkü iç uyarıcılarını gerçekleştirebilmesi, içinde yaşadığı çevre imkanları ile mümkündür. Birey çevresinden gelen bu uyarıcıları duyu organları vasıtası ile alır ve beyne iletir. Beyin aldığı bu uyarıcılar doğrultusunda vücuda komut verir ve vücut aldığı bu komut paralelinde davranış gösterir. Beynin dışarıdan aldığı uyarıcılar iç uyarıcıları gerçekleştirir nitelikte ise, beyin ve beden seve, seve harekete geçer. Beynin aldığı dış uyarıcılar iç uyarıcılarla uyumlu değil veya iç uyarıcılara ters düşüyorsa, beyin vücudu harekete geçirmekte tereddüt eder. Burada beynin bir anda iki tip (İç-dış) uyarıcı ile muhatap olması söz konusudur. Böyle bir durumda, beyin iç uyarıcıların istemleri doğrultusunda vücudu harekete geçirmek istese de, dışarıdan gelen uyarıcılar daha güçlü ise, örneğin bireyin varlığını tehdit edecek nitelikte ise, beyin vücudu dış uyarıcılar doğrultusunda harekete geçirmek zorunda kalır.

 

Sonuç olarak:

 

*Beyin bireyin yöneticisi değildir. Yönetici beyne uyarıcıları verenlerdir.

 

*Birey kendi iç uyarıcıları etkisi ile hareket ettiğinde kendi kendini yönetmiş olur. Dışarıdan gelen uyarıcılar doğrultusunda hareket ettiğinde ise bireyi, o uyarıcıları verenler yönetmiş olur.

 

*Beyin bir anda hem iç, hem dış uyarıcılarla karşı karşıya kaldığında güçlü olan uyarıcı doğrultusunda vücudu harekete geçirmek zorunda kalır.

 

 Bireyin nasıl yönetildiğini tanımladıktan sonra bu durumu toplum yönetimine uyarlayarak halkın nasıl yönetildiğini anlamak daha kolay olacaktır. Halkı bir birey olarak düşünürsek, halka komut verip, harekete geçirme özelliği olan siyasi temsilcileri (vekilleri) de halkın yöneticisi değil, beyni olarak düşünmemiz gerekir. Bu da halkın beyin görevini gören temsilcilerinin, kimden uyarıcı alırsa, daha doğrusu kimin uyarıcısı güçlü ise onun istemleri doğrultusunda halka yön vereceği anlamına gelmektedir. Halkın beynine dışarıdan uyarıcı verebilmek, halktan daha güçlü olmayı gerektirir. Bu da dış uyarıcıları verenlerin, halkın direncini kırabilecek oranda para, silah, teknoloji ve basına sahip olmasını gerektirir. Halkın, sahip olduğu kaynakları kendi yararına kullanabilmesi için, dış uyarıcıları verenlerin gücünü kırabilecek konuma gelmesi, beynine iç uyarıcılarını verme gücünde ve konumunda olmasını gerektirmektedir. Bu da halkın kendi içinde güç birliğini sağlayacak, gerçek demokrasinin, uygulanmasıyla mümkündür. Yoksa durup dururken “Ben kendi kendimi yönetiyorum.” demenin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü gerçek yönetici uyarıcıyı verendir. Uyarıcıyı veren halkı yönetecektir. Tıpkı parayı verenin düdüğü çaldığı gibi.

 

Bugüne kadar yaşanan olumsuzlukların en önemli nedeni, halkın yönetim sürecinden, dolayısıyla örgüt ve yönetim kültüründen uzak tutulmasıdır. Bu tutum, halkın, doğuştan gelen ortak amaçları yanında, doğuştan gelmeyen ve dolayısıyla ortak olmayan amaçlarını da, demokrasinin eşitlik ilkesi çerçevesinde gerçekleştirmek üzere güç birliği yapmasını önlemiştir. Halkın, demokrasinin eşitlik ilkesinin önemini görmeden, ortak olmayan amaçlar etrafında ayrı ayrı toplanarak güç kaybetmesine neden olmuştur. Güç birliği yapmamış bir toplumun beynine hükmetmesi ve onu dış uyarıcıların güdümünden kurtarması mümkün değildir. Olumsuzlukların ikinci nedeni ise, halkın, temsilcileri beyin olarak değil, yönetici olarak görme yanılgısından kaynaklanmıştır. Bu nedenle iyi gitmeyen işlerden her zaman partiler ve temsilciler sorumlu tutulmuş, ikide bir temsilci veya parti değiştirme yoluna gidilmiştir. Bu değişiklikler her yapıldığında umutlar bir başka bahara kalmış, ancak durum kolayından değişmemiştir. Çünkü beyin değiştirilmiş, ancak yöneticiye dokunulmamıştır. Böyle uygulamalarla sonucun değişmeyeceği geçmişteki örnekleriyle ortadadır. Çünkü yönetici mevcut yönetim sürecinde parti ve temsilcilerin konumunu önceden belli bir standarda bağlamış (siyasi parti çatısı altında örgütlenme v.b.) ve bu konumu dışarıdan uyarıcı almaya müsait hale getirmiştir. Dolayısıyla temsilcilerin bu çerçeve dışına çıkması engellenmiştir. Bu nedenle yeni gelenlerin de, gidenlerden farklı bir icraat göstermesi beklenmemelidir. Kısacası halkın sadece beynini değiştirerek, kendi kendini yönetir konuma gelmesi mümkün değildir. Mevcut durumda beyin ve onun yönlendirdiği ülke kaynakları, dış uyarıcıları verebilenlerin insafına bırakılmış görünmektedir. Bütün olumlu şartlara rağmen yaşanan olumsuzlukların nedenleri bunlardır. Özetle halk kendi kendini yönetememiştir. Yani halkın kendi kendini yönettiği doğru değildir. Durumu tersine çevirebilmek için, hem halkın, hem de beyninin konumunu yeniden belirleme zorunluluğu vardır. Bunu başarmak, tek vücut haline gelmiş güçlü bir toplum ile mümkündür. Bu nedenle halkın, bir an önce durumunu demokratikleştirmesi ve demokrasiyi durumsallaştırma zaafından kurtulması gerekmektedir. Aksi takdirde, mevcut durum dış uyarıcıları verenlerin işine gelecektir. Mevcut durumdan, yani yaşanan demokrasiden memnun olanların statükoyu koruma çabasının altında yatan gerçek budur. Halkın, toplumsal örgütlenmesini tamamlayıp, güçlü bir konumda beynine sahip çıkabilmesi için, olması gereken demokrasiye ulaşma çabası harcanmalıdır. Çünkü demokrasi bir yaşam standardıdır. Demokrasiyi sana göre bana göre deyip kırparsanız, beyin sana göre, bana göre diyenlerden hangi birinin dediğini yapsın?

 

Partiler ve medya ilişkisiyle ilgili düşüncelerinizi açıklar mısınız? 

 

Bugün yaşanan demokrasiyi, sağlıklı bir şekilde tahlil etmek ve anlamak istiyorsak, yönetim sürecinde yer alan, yasama, yürütme ve yargının yanında informal bir şekilde, dördüncü güç olarak yer almış medyanın, misyonu ile ilgili algılarımızı ve bu algıların yarattığı sonuçları ortaya koymak gibi bir mecburiyetimiz vardır. Aksi takdirde yanılgılarımız, bedelini ödemek zorunda kalacağımız sonuçlara dönüşmeye devam edecektir. Bilindiği gibi medya, geçmişten beri, kitle iletişim araçları olarak takdim edildi ve öyle algılandı. Bu öğreti ve algılar, bizi medyanın, toplumsal örgütlenme sürecini hızlandıran bir araç olduğuna inandırdı. Bu inanç, bir yandan halkın kendi gündemini belirleyecek iletişim ortamı yaratmasını önlerken, diğer yandan denetimi dışındaki medyanın, dördüncü güç olacak kadar büyümesinin yolunu açtı. Oysa medyanın, radyo, televizyon, gazete ve dergi gibi araçlarıyla, kitleleri yönetmeye yönelik tek yönlü uyarıcı verme eylemi, iletişim kavramıyla örtüşen bir eylem değildir. Çünkü iletişim, bir telefon hattının iki ucundaki insanların karşılıklı haberleşmesi gibi, iki yönlü bir süreçtir. Bu nedenle, medyanın tek yönlü uyarıcı verme eylemini, bir iletişim eylemi olarak kabul etmek doğru değildir. Doğru olanı, medya eyleminin anlamını, ileti kavramı içinde aramaktır. Çünkü ileti, genelde bir yöneticinin yönetmeye yönelik direktiflerine yakıştırılan bir kavram olup, medyanın bir yönetici gibi tek taraflı uyarıcı verme özelliğiyle örtüşmektedir. Bu da medyanın, bir iletişim aracı olmasından çok, bir yönetim aracı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenle,  bu aracın, mevcut yönetim sürecinde kime, niçin ve nasıl hizmet ettiğini anlamak ve önlem almak zaruret haline gelmektedir. Aksi takdirde halk, temsil yetkisi verilmemiş unsurlar tarafından yönetilmeye devam edecektir. Kastettiğim unsurların başında, medya gücünü elinde bulunduranlar gelmektedir. Çünkü medyanın ekonomik güç ile elde edilebilme özelliği, bu güce sahip olanların, halktan yetki almadan yönetim sürecinde yer almasını mümkün kılmaktadır. Yaşanan demokrasinin yarattığı boşluklar ise, bu tip sonuçların doğmasına engel olmayı imkansız hale getirmektedir. Bugün medyanın, yasama, yürütme ve yargı gibi formal yönetim unsurları yanında informal bir şekilde yer alması,   yukarıdaki tezimizin en önemli kanıtıdır. Medyanın söz konusu yerde bulunmasının nedeni, sahibinin ülke kaynaklarına hükmetme arzusundan başka bir şey değildir. Çünkü yönetim kademesindeki unsurların var oluş nedeni, ülkenin madde ve insan kaynaklarıdır. Medyanın bugün doğal olarak sermayenin elinde bulunuşu, sermayenin informal bir şekilde ülke kaynaklarına hükmetmek arzusunda olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Sermayenin bu arzusu, ulaşmış olduğu boyutun dayatmasının doğal sonucudur. Çünkü uluslar arası bir nitelik ve devasa bir boyut kazanmış sermayenin, artık yaşamını küçük kaynaklarla sürdürebilme imkanı kalmamıştır. Söz konusu sermayenin yaşamını sürdürebilmesi, büyük iş ve kaynak potansiyeline sahip alanlarda yer almasıyla mümkündür. Ülkeler ise, sermayenin aradığı potansiyele sahip, en önemli alanlardır. Bu alanlara girebilmenin yolu ise medya gücüne sahip olmaktır. Sermayenin bu gücü elinde bulundurmasının altında yatan gerçek neden budur. Bu nedenle medya, halk yararına gündem belirlemekten çok, sahibinin amaçları doğrultusunda gündem oluşturmak ve halkı bu yönde etkilemek zorundadır. Bu sektörde çalışanların iyi niyetleri ise bu gerçeği değiştirmek için yeterli değildir.

 

Medya ve sahibinin durumunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, onların yönetim sürecinde nasıl çalıştıklarını anlamak daha kolay olacaktır. Bugün yaşanan demokraside, halkın beyin takımını oluşturan temsilcileri belirleme hakkının partilerin elinde oluşu ve ülke kaynaklarının bu beyin takımının tasarrufunda bulunuşu, sermayenin partileri etkisi altına almasını zorunlu hale getirmektedir. Öte yandan, gücünü halktan almayan partilerin, bu boşluğu sermaye ve onun sahip olduğu teknolojik güçlerle doldurma ihtiyacı da, partilerin sermayeye yanaşmasını zorunlu hale getirmektedir. İki tarafın zorunlu ihtiyaçları, onları gönüllü bir ortaklık kurmak zorunda bırakmaktadır. Bu da sermayenin yönetim sürecinde yer almasını kolaylaştırmaktadır. Bu ortaklık gerçekleştiğinde, sermaye elindeki medyayı ortağı olan partinin hizmetine sunacak, ortağını göklere çıkaran yayınlarla halkı yönlendirip, ortağının iktidara gelmesini sağlayacaktır. Bunun farkında olan ortağı ise iktidara geldiğinde, ülke kaynaklarını söz konusu sermayenin hizmetine sunmak zorunda kalacaktır. Bu süreç ortakların çıkarları zedelenmediği müddetçe devam edip gidecektir. Çıkarlar çatıştığında, yollar ayrılacaktır. Ancak genellikle kaybeden taraf iktidar partisi olacaktır. Çünkü o andan itibaren medya, bu partinin aleyhinde kullanılmak suretiyle partinin iktidardan uzaklaştırılması sağlanacaktır. Ancak sermayenin de yeni bir ortağa ihtiyacı olacaktır. Bu ihtiyaç mümkün ise muhalefet partilerinden biri ile, değil ise dolaylı yoldan kuracağı yeni bir parti ile giderilecektir. Medyanın yeni ortak ile ilgili umut saçan yayınları halkta yeni heyecanlar yaratacak, ancak umutlar bir başka bahara kalmak üzere, bu süreç devam edip gidecektir. Çünkü mevcut süreç içinde önlem alması mümkün olmayan halkın, ortaklar karşısındaki direnci gün geçtikçe sıfırlanmakta, iki önemli gücü arkasına alan medyanın ise, yönetim sürecindeki etkisi daha da artmaktadır.

 

            Partisiz Yönetim anlayışında kadının yeri nedir?

 

            “Partisiz Yönetim” anlayışında kadının yeri, “kadın eşittir” demenin mümkün olmayacağı bir yerdir. Bu yer, kadının fiili olarak görev, yetki ve sorumluluk alacağı toplumsal örgütlenme ve bu örgütlenmenin gerektirdiği yönetim sürecidir. Çünkü Partisiz Yönetim anlayışında kadının nüfusu oranında temsil edilme öngörüsü hatta mecburiyeti vardır. Kadının gerek toplumsal örgütlenme sürecinde, gerekse yönetim sürecinde söz sahibi olması onu hem sömüren hem de sömürülen konumdan kurtaracaktır. Bu da onu sözde değil özde eşit hale getirecektir. 

 

            Partisiz Yönetim anlayışında gençliğin yeri nedir?

 

            “Partisiz Yönetim”  anlayışında; dinamik, çağdaş ve çağdaş olduğu için yeniliklere açık gençliğin enerjisinden yararlanmak vardır. “Partisiz Yönetim” anlayışında; Yönetim sürecini ehliyet sahibi yapılmış gençliğe teslim etmek vardır. Kısacası gençlik “Partisiz Yönetim”  anlayışının vazgeçilmez yedi ilkesinden biridir.

 

            Gençlik “Partisiz Yönetim” anlayışının vazgeçilmez yedi ilkesinden biridir diyorsunuz. Geriye kalan altı ilke nedir?

 

            Geriye kalan altı ilke şudur:

 

            1-Temsilcinin sermayenin güdümünden kurtarılması,

            2-Bürokratın siyasetçinin güdümünden kurtarılması,

            3-Kadının nüfusu oranında temsil edilmesi,

            4-Ehliyetli yönetim süreci

            5-Yerinden yönetim,

            6-Partilerden vazgeçilmesi.

 

            Mevcut yönetim sürecinde ehliyetli kadrolara sahip olamadığımızı savunuyorsunuz. Ehliyetli kadroların işbaşına gelmesinin önündeki engeller nelerdir? 

 

            Demokrasilerde, halkın kayıtsız şartsız egemen sayılması onlara, ülke kaynaklarını halk yararına verimli bir şekilde kullanma yetki ve sorumluluğu yüklemiştir. Halkın bu yetki ve sorumluluğunu temsilciler eli ile yerine getirme mecburiyeti, onlara, kaynaklarını teslim edecekleri temsilcilerini eğitip, liyakat sahibi yaptığı kişiler arasından seçme, seçtiği temsilcilerine özgür iradelerini kullanabilecekleri ortamı yaratma gibi görevler yüklemiştir. Ancak halkın böylesine ağır bir sorumluluk altında ezilmesini istemeyen siyasi partiler, temsilcileri belirleme görevini üstlenmiş, patrona, seçimden seçime oy verme gibi kolay bir iş bırakmıştır. Aslında patronun oy verme zahmetine girmesine de egemenlik haklarının zedelenmemesi amacıyla izin verilmiştir. Zaman içinde, temsilcileri belirleme yetkisine ulaşmış parti liderleri, ülke kaynaklarını halk adına kullanmak gibi ağır bir sorumluluğun altında bulunan temsilcilerin de yükünü hafifletmiş, onların da sorumluluklarını yüklenmiştir. Kısacası temsilcilerin varlığına da demokrasi öngörüyor diye ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenle temsilcilerin ehliyetli olup olmaması o kadar da önemsenmemiştir. Çünkü onlara liderlerinin kararları doğrultusunda oy vermek gibi kolay bir görev verilmiştir. Bu da ehliyetli olsun veya olmasın herkesin başarabileceği bir iştir. Kısacası, bütün ağır yükler, parti liderlerinin omuzlarına yüklenmiştir. Parti liderlerinin görevleri bununla da bitmemiş, onları, aynı sorumlulukları üstlenme yarışına girmiş diğer partilerle kapışmak zorunda bırakmıştır. Bu da onların, diğer partilere karşı güçlü olmalarını gerektirmiştir. Bu gereklilik, liderleri seçim dönemlerinde, ehliyetinden çok, oy potansiyeli, ekonomik ve teknolojik gücü olan temsilci adaylarını tercih etmek zorunda bırakmıştır. Bu zorunluluk, oy potansiyeli, ekonomik ve teknolojik gücü olanları da işini gücünü bırakıp, temsilci adayı olmak zorunda bırakmıştır. Temsilci olamamış iş adamları ise iktidara gelmiş parti liderini, yurt dışı gezilerinde yalnız bırakmamak suretiyle gönüllü bir görev üstlenmiştir.

 

Ancak görünen o ki bütün bu çabalar, ülke kaynaklarını halk yararına, verimli bir şekilde kullanmayı mümkün kılamamıştır. Bu nedenle halkın, aklı başında bir işverenin yapacağı gibi, partilere, liderlerine ve onları gerek içerden, gerek dışardan destekleyenlere teşekkür edip, çekilmelerini istemesi ve demokrasiden doğan sorumluluklarını yerine getirmesi gerekmektedir. Çünkü mevcut durum, halk oyunun, parti liderleri tarafından belirlenen temsilcileri, temsilcilerin ise parti başkanlarının icraatlarını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramadığı bir ortam yaratmıştır. Böylece hem ülke kaynaklarının sahibi olan halk, hem de ülke kaynaklarını halk adına kullanması gereken temsilciler etkisiz hale gelmiştir. Halkın etkisizliği, ülke kaynaklarını, mağlup olmuş bir ordudan kalan ganimet malı gibi sahipsiz bırakmıştır. Bilindiği gibi, ganimet malı: sahibinden başka herkesin kullanabileceği bir maldır. Bu nedenle halk, sorumsuzluğunu bir kenara bırakıp, kaynaklarına sahip çıkmalıdır. Bunun için, özgür iradesi ile temsilci adaylarını belirlemeli, onları eğitip, ehliyetli hale getirdiği kişiler arasından, bağımsız olarak seçmeli, sahibi bulunduğu kaynaklarını, özgür iradesini kullanabilir hale getirdiği ehliyetli temsilcilere teslim etmelidir. İllerde kurulması öngörülen yönetim okullarının en önemli işlevlerinden biri de halkın ehliyetli yönetim kadrolarını yetiştirmektir.

 

            Mevcut yönetim sürecinde milli hükümetler kurmanın mümkün olmadığını söylüyorsunuz. Milli hükümetten kastınız nedir? Milli hükümetler kurmak şart mıdır?

 

            Eğer milli irade her bir yurttaşın bire bir temsil edildiği irade ise, milli hükümet de milli iradeye dayalı hükümet olarak algılanmalıdır. Yani milli hükümet söyleminden milliyetçi hükümet anlamı çıkarılmamalıdır. Milli hükümetler kurmak şart mıdır? Evet şarttır. Çünkü mevcut yönetim sürecinde hükümetler, genelde seçimin galibi partinin içinden çıkmaktadır. Seçimin galibi parti ülke halkının sadece bir kesimini temsil ettiğinden, onun içinden çıkacak hükümetin de temsil ettiği kesimin hükümeti gibi görünmesini ve davranmasını gerektirmektedir. Aksi takdirde tabanını kaybetme riski vardır. Kısacası milli iradeye dayalı olmayan bir hükümetten milli işler beklemek mümkün değildir. İşte bunun için milli hükümetlerin kurulabileceği bir sistem yaratılmalıdır.

 

            Partisiz Yönetim modeliniz sivil toplumcu bir örgütlenmeyi mi amaçlıyor?

 

            Hayır. Tam tersine resmi sivil ayırımı yapmadan her bireyin temsil edildiği bir örgütlenmeyi amaçlıyor. 

 

 

           

 

Kitabınızda partileri yok etmek için Partisiz Yönetim Partisi(PYP)’nin kurulması ve iktidara taşınması gerektiğini savunuyorsunuz.  “PYP” yi kurup iktidar olacak bir halk hareketi, bu partinin öncülüğünde diğer partileri yok etmek için Truva atı işlevi mi görecek?  İktidara geldiğinde sisteme ayak uydurması riski yok mu?

 

            Partisiz Yönetim Partisini Truva Atına benzetmek doğru değildir. Çünkü bu partinin kuruluş amacı iktidara gelmesi halinde hem diğer partileri, hem de kendini yok etmektir. Oysa Truva Atının amacı sadece karşı tarafı yok etmekti. Bu nedenle Partisiz Yönetim Partisini Truva Atına benzetmek doğru değildir. Söz konusu partinin İktidara gelmesi halinde sisteme ayak uydurması riski yok mu sorusuna hayır yoktur diyebilirim. Çünkü Partisiz Yönetim Partisini iktidara taşıyacak bilince ulaşmış bir halkın, o saatten sonra geri dönüşlere izin vereceğine ihtimal vermiyorum. 

 

            Partisiz Yönetim teklifinizle “sistemi değiştirmek istiyor” suçlamasıyla karşılaşmanız mümkün müdür?

 

            Demokrasinin öngörüsüne uygun olmayan bir şekilde yönetilen ülkelerde söylediğiniz biçimde suçlanmam mümkündür. Fakat demokrasi ile yönetildiğini iddia eden ülkelerde böyle bir kaygının yaşanmasına gerek yoktur. Çünkü yola çıkış amacım, demokratik düzeni değiştirmek değil, onu insanların insafıyla değil, kurallarıyla işleyen bir hale getirmektir.

 

            Örneğin; aynı firmaya ait iki ayrı alışveriş merkezi düşünelim. Bu iki alışveriş merkezine de her türlü insan, yani eğitimlisi, eğitimsizi, bilinçlisi, bilinçsizi, efendisi, hırlısı, hırsızı girmekte ve alışveriş yapmaktadır. Alışveriş merkezlerinin birinde alışveriş sepeti müşterinin insafına bırakılmıştır. Bu nedenle sepetin biri geri gelmekte, biri bahçede bırakılmakta, biri kırılmakta, bir diğeri de çalınabilmektedir. Yani alışveriş sepetinin akıbeti belli değildir. Çünkü insanların insafına bırakılmıştır. İkinci alışveriş merkezinde ise müşteri bedel ödeyerek alışveriş sepetini almakta ve sepeti getirdiğinde verdiği parayı geri almaktadır. Yani sepeti kim kullanırsa kullansın sepetin akıbeti bellidir. Çünkü sepetin kullanımı kurallara bağlanmış ve bu kural her kese eşit uygulanmıştır. İşte benim yapmak istediğim de buna benzer bir şeydir.   

 

            “Partisiz Yönetim”  modelinizin uygulamaya geçişi ne zaman mümkün olacaktır. O zamana kadar geçen sürede ne yapılmalıdır?

 

            Partisiz yönetim sürecini başlatmak, iki nedenden dolayı kolay olmayacaktır. Birinci neden, mevcut yönetim sürecinden memnun olanların, statükoyu korumaya yönelik gösterecekleri dirençtir. İkinci neden ise bizim konu ile ilgili yapacağımız tartışmaların alacağı zamandır. Bu zaman halkın demokrasi bilinciyle doğru orantılı bir zamandır. Yani bir ülkede on yıllık bir tartışma süresi gerekirken, diğer bir ülkede yirmi yıllık bir tartışma süresi gerekebilir. Projenin sekiz yıllık ehliyetli eleman yetiştirme sürecini de hesaba kattığımızda bu modelin uygulamaya geçişini en azından benim göremeyeceğim kesindir. Ancak bu zaman uzun bile olsa harcanmalıdır. Çünkü tartışacağımız konu, çocuklarımız ve torunlarımızın kaderini belirleyecek bir konudur. Bu nedenle, ne kadar zaman alırsa alsın, konunun toplumun her kesimi tarafından sağlıklı bir şekilde tartışılması ve olgunlaştırılması gerekmektedir. Açıkçası bir yandan statükocularla mücadele ederken, diğer yandan kendimizle mücadele etmemiz gerekmektedir. Ancak bu mücadelenin demokratik kurallar içinde yapılması asla unutulmamalıdır. Çünkü yola çıkış amacımız demokrasiyi yakalamaktır. Partisiz Yönetim teklifinin yeterince tartışılıp, olgunlaştırılması sonucunda yaşanacak problemlerden biri de, bu sürecin uygulamaya nasıl konulacağıdır. Tercihim bu problemi de toplumun çözmesi yönündedir. Toplumun bir ferdi olarak bu konuyla ilgili bir fikir beyan etmem gerekiyorsa, uzun vadede önerim şudur:

           

Partisiz Yönetim fikrinin toplumun bütün kesimleri tarafından kabul gördüğü hissedildiği anda, toplum içinde hiçbir huzursuzluğa meydan vermemek için, Partisiz Yönetim Partisi (PYP)  kurulmalıdır. Halk bu partiyi iktidara taşımalıdır. İktidara gelen PYP, partisiz yönetim sürecini başlatacak yasaları çıkararak, hem kendi varlığına hem de diğer partilerin varlığına son vermelidir. PYP kurulmuş son parti olarak tarihe geçmelidir.

 

Kısa vadede ise;

 

Partisiz Yönetim sürecinin uygulamaya konulacağı zamana kadar, halk seçimlerde kendisinin belirlediği ve sözleşme yaptığı bağımsız temsilci adaylarına oy verip seçmelidir.

 

Okuyucu kitabınızı nasıl elde edebilir?

 

Kitabı, Diclem Sahaf Kitabevi Ekinciler Caddesi Onur Pasajı No:20 Ofis/ Diyarbakır adresinden temin etmek mümkündür. Söz konusu Yayınevinin Tel-Faks Numarası: 0412. 2284076’dır. Ayrıca benimle irtibat kurmak isteyenlere 0505. 3902296 numaralı telefonumu aramaları halinde yardımcı olabileceğimi bildirmek istiyorum.

 

 

Eklemek istediğiniz, eksik kaldığını düşündüğünüz başka bir şey varsa lütfen açıklayınız.

 

            Eklemek istediğim en önemli husus şudur:

 

Anlamına uygun bir demokrasiyi yakalayabilmek için “Partisiz Yönetim” anlamında bir yönetim modeli sunmuş bulunmaktayım. Okuyucumun beğenmesi halinde desteklemesini, yanlış bulması halinde düzeltmesini, eksik bulması halinde tamamlamasını, hiç beğenmemesi halinde kendi alternatifini sunmasını beklemekteyim. Bu nedenle; okuyucumun olumlu veya olumsuz her türlü eleştirisinin beni mutlu edeceğini ifade etmek istiyorum. Eleştiriler “msalihekinci@ttmail.com“ şeklindeki adresime gönderilirse sevinirim.

 

            Çalışmalarınız hakkında aydınlattığınız için teşekkür eder, başarılar dilerim.

 

            Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.

 

 

f.kanat@hotmail.com

“yeniperspektif.com” editörü 

www.partisizyonetim.com

 
Toplam blog
: 4
: 119
Kayıt tarihi
: 26.06.12
 
 

1954 yılında Batman’ da doğdu. İlk ve ortaokul öğre-nimini Batman’da tamamladı. 1969 yılında yatı..