Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Şubat '09

 
Kategori
Öykü
 

Çam Baba

Çam Baba
 

Kriton Curi parkı


Bir önceki yazımda yıllar önce parkta tanıştığım yaşlı bir adamdan bahsetmiştim. Okuyacağınız hikayenin kahramanı o kişidir ve gerçek adı Faik S.dir. (Soyadını kendisinden izin alma imkanım olmadığı için yazamıyorum)

Hikayede adı geçen park Kozyatağı’ndaki Kriton Curi parkıdır. Yazıma ekleyeceğim fotoğrafı çekmek için bugün Kriton Curi parkına gittiğimde ilginç bir olay yaşadım. Yaşlı bir hanım yanıma gelip neden fotoğraf çektiğimi sordu. “Faik beyle ilgili bir yazı için” dedim. “Onun lakabı Çam Baba’ydı.” dedi.

Faik bey hikayeyi okuduğu zaman, yazdığım başlığı çok beğenmiş ve parktaki arkadaşlarına anlatmıştı. O gün hikayem parktaki emekliler arasında elden ele dolaşmıştı.

Bugün, aradan geçen yıllara rağmen Faik beyin hala Çam Baba diye anıldığını görmek duygulandırdı beni.

Ve;


ÇAM BABA


İstanbul yine sisli bir ekim sabahına uyanırken, Nayman ailesinin iki katlı evinde farklı duygular yaşanıyordu. Ziya bey Erenköy'deki babadan kalma bu evi çok severdi. Bahçedeki ağaçlara baktıkça hayaller kurardı. Sanki çocuklarının ağaçlara tırmandığını görür, neşeli cıvıltılarını duyar ve mutlu olurdu.

Ve nihayet 1940 yılında hayalleri gerçek olmuştu. İlk ve tek çocukları Hikmet'in doğuşu, yıllardır çocuk özlemiyle yanan Ziya beyle eşini tahminlerin çok ötesinde mutlu etmişti. Şimdi tek dilekleri geç gelen bu güzel yavruya iyi bir yaşam hazırlamalarına yetecek bir ömürdü.

Hikmet mutlu bir çocukluk geçirmişti. Okumaya ve ağaçlara olan sevgisi tüm çevrenin dikkatini çekiyordu. Üst dalları evin ikinci katına kadar yükselen ceviz ağacı onda ayrı bir heyecan uyandırıyordu. Ağacın altında sabırla kargaların gelmesini beklerdi. Karganın, ağaçtan kopardığı cevizi kırmak için yere atması ve kendisinin cevizi kargadan önce bulması en sevdiği oyundu. Karga ile Hikmet arasında gizli bir yarış var gibiydi. Sık sık arkadaşlarını bahçeye toplar, onlara ceviz ikram ederdi. Arkadaşları arasındaki tartışmaları ustaca çözmesi de onun çok sevilmesine yol açmıştı.

Şimdi parka doğru yürürken, beyni uğuldayarak düşündü o günleri Hikmet. Her gün geldiği parka yaklaştığında caddenin kenarında aniden fren yapan taksiyi göz ucuyla seyredip yürümeye devam etti.

“Hikmet”

Çoook eskilerden aşina olduğu o ses kulaklarında yankılandığında durakladı.

Hüznün perde perde yayıldığı yüzünü sesin geldiği yöne çevirdi. Gözleri de kulakları gibi inanamıyordu. Taksiden inen Yıldız'dı. Peşinden, ona yakın olabilmek umuduyla hukuk fakültesine girdiği Yıldız. Bir zamanlar sıcak duygularla bağlandığı bu kıza şimdi nasıl yaklaşacağını bilemiyordu. Elini uzattığında, Yıldız ona çoktan sarılmıştı bile. Ve onun "Hadi, şu parkta oturalım biraz" diye teklif ettiğini duydu.

Kopuk kopuk anılar hızla geçti Hikmet'in aklından. Okulun bitişi, Yıldız'ın Amerika'ya gidişi ve yalnızlıkla geçen 36 yıl. Derin bir nefes aldı. Bu nefeste hüzün, öfke ve düğüm düğüm olmuş duygular saklıydı.

Onun parka girdiğini gören çocuklar toplandıkları masanın etrafından gülümseyerek doğruldular. Hikmet onlara eliyle oturmalarını işaret ederken, satranç takımıyla parka geldiği ilk günü hatırladı. Yıllanmış gövdesiyle ayakta kalma savaşı veren çam ağacına adını kazımaya çalışan 7- 8 yaşlarındaki çocuğun yanına gitmiş "Günaydın çocuk, bu yaşlı ağaçtan ne istediğini bilmiyorum ama bak bende başka bir ağaçtan yapılmış ilginç bir şey var." diyerek çocuğun dikkatini çekmişti. Dikdörtgen masaya satranç takımını kurmuş, çocuğu karşısına oturtmuştu.

Ertesi sabah parka geldiğinde, aynı çocuğu yanında iki arkadaşıyla birlikte bir gün önceki masada bekler bulmuştu. O günden sonra parktaki satranç dersleri keyifle sürüp gitmişti.

Çocuklar Hikmet’i beklerken bisikletlerini minik göletin üzerindeki köprünün korkuluklarına yaslamışlardı. Park görevlisi ağaçları ve göletin çevresindeki çiçekleri suluyordu. Islak toprak kokusunu büyük bir zevkle içine çeken Hikmet, ayağa kalkan çocuklara eliyle oturmalarını işaret ederek yaklaştı yanlarına.

Masanın etrafında karşılıklı yerleşmiş sekiz çocuk, önlerindeki satranç takımına dikkatlerini vermişlerdi. Yüzlerinden ciddiye alınmanın verdiği mutluluk okunuyordu.

"O çocuklar sana saygı duyuyorlar bu belli" dedi Yıldız.

Duygulu, hassas ve o çok iyi tanıdığı ses Hikmet'i kendine getirmişti. "Bu kolay olmadı" diye yanıtladı Hikmet. Küçük dostlarının birer birer artması ve sekiz kişilik ekibin oluşması günlerini almıştı. Bir keresinde onları ağaçların az olduğu bölümdeki bir masaya oturtmuş, güneşten rahatsız olmalarını sağlamıştı. Çocuklardaki huzursuzluk artınca, ağaçların bir çadır gibi gökyüzüne perde çektiği gölge alana taşımıştı masayı. O günkü satranç dersini noktalamış, çocukların dikkatini ağaçlara çekmeye çalışmıştı. Çamların alt dalları kurumuş, gövdeleri çatlak çatlak olmuştu. "Bir şeyler yapmalıyız çocuklar, bu ağaçları kurtarmalıyız yoksa hep güneşte oynamak zorunda kalırız." demişti. Çocuklara, ağaçların da onlar gibi ilgi beklediğini, zamanı geldiğinde ilaçlanması gerektiğini anlatmıştı.

Derin bir nefes alıp, yıllardan sonra karşısında oturan Yıldız'ın sarı saçlarına, uzun kirpiklerinin çevrelediği gözlerindeki ifadeye baktı uzun uzun. Yıllar acımasız izlerini bu güzel kadına yansıtırken çok insaflı davranmış olmalı diye geçirdi içinden.

Geçen gün tesadüfen dinlediği bir şarkının sözleri geldi aklına. "Nereye insanoğlu nereye doğru? Her şeyin bir yeri, bir başı, sonu var. Zaman geçmiş işin bitmiş, ecel kapında. Gün veda günü..."

Kendini zorlayarak Yıldız'ın anlattıklarını dinlemeye çalıştı. Beyni uğulduyordu. Konuştuğunu ve Yıldız'a bir şeyler anlattığını fark etti. "Kör olarak doğanlar hayallerinde canlandıracakları ile yetineceklerdir. Ama sonradan kör olanlar her şeyi hatırladıklarından kayıplarının büyüklüğünün bilincindedirler. Ancak her geçen gün anılar biraz daha soluklaşır belleklerinde. Zaman geçtikçe özellikle sevdiklerinin yüzünü hatırlamakta zorlanırlar. Sevdiklerinin yüzüne dokunma isteği bu yüzdendir." Birden elinin Yıldız'ın yüzünde gezindiğini fark etti.

“Artık kalkalım" dedi Hikmet.

Kulaklarında Yıldız'ın "Yarın görüşürüz" diyen sesi tekrar tekrar çınlarken yürümeye başladı. Bildik caddeler, bildik yüzler yanından akıp geçerken bugünü, dünü, yaşanmamış hayatları düşündü.

Yüksek binalar arasında sıkışıp kalmış, çocukken kendisine çok heybetli görünen küçük evine baktı karşıdan. İçindeki burukluk giderek derinleşirken adımlarını sıklaştırdı. Bahçenin sokağa uzanan parke taşlı zemininde ilerlerken, yerdeki az önce atıldığı belli olan cevizi eğilip almak gelmedi içinden. Başını kaldırıp yukarı baktı, karga ortalıkta gözükmüyordu. Evin kapısını açmadan, dönüp ceviz ağacına sevgiyle gülümseyerek baktı.

Kapıyı aralayıp sessizce süzüldü içeriye ve kendisini bekleyen yalnızlığına.

Ertesi sabah parka gelenler, ellerinde kova ve fırçasıyla çamların gövdelerine sulandırılmış kireç süren çocukları ve zarif kadını gördüklerinde ilgilerini saklayamadılar. Güneş, masmavi gökyüzünde yükselirken, artık iyice seyrelmiş olan çam dallarından içeri süzülüyor ve sarışın kadının saçlarından etrafa ışıltılar yayıyordu.

********

Hikmet ya da gerçek yaşamdaki adıyla Faik bey’i bu hikayenin yazıldığı tarihten bir yıl sonra kaybettik. Ona Tanrıdan rahmet, Kriton Curi parkındaki emekli arkadaşlarına sağlıklı uzun ömürler diliyorum.


Not: Hikayenin aslı biraz daha uzundur.

 
Toplam blog
: 61
: 2350
Kayıt tarihi
: 24.01.08
 
 

17 yaşımdaydım yazmaya ilk başladığımda. Dünyayı tanımaya çalışırken kendimi de tanıdım zaman içinde..