Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '08

 
Kategori
Yetenekler
 

Çok gezen çok bilir

Çok gezen çok bilir
 

Gündöndüler, başları ile sürekli güneşi takip ederler.


Çok okuyan mı daha iyi bilir, çok gezen mi?

Okumayan toplumumuzun, adam başına düşen kitap oranı kaç ki, çok okuyan bilecek.

O nedenle Türkiye için bu sorunun cevabı tabiki çok gezen bilir.

Burada yazan ve çoğumuzun işi gücü olan biz Milliyet Blog’cular neden yazıyoruz ki?

Okumayan insanlarımıza bir gün kitap yazıp çıkartabilmek için mi?

Ya da sadece kendi egolarımızı mı tatmin ediyoruz? Kendi aramızda birbirimize bravo, bayıldım, ne güzelsin, eline sağlık vb. diyerek birbirimizi hindiler gibi kabartmak için mi?

Etrafımızda bizi tanıyanlara( bizi en çok sevenler de dahil ), bir yazımızı ya da onun işine yarayacak bir kitabı bile okutamıyoruz. Sizi kırmamak için “tamam, bakarım sonra” diyenler. Baktım diyerek, bakmayan yalancılar. “Amaaan bana ne! Herkezin kendine, bana mı okuyacak, isterse okusun” diyerek sonlanıyor bu umutsuz döngü.

Milliyet Blog’daki arkadaşlar hem yazabiliyor hem de Türkiye’deki okunma oranını arttırıyor. Yazıların çoğu da bildiğiniz gibi kendi aramızda okunuyor. Tavsiyemizle bir ya da iki defa okuyanlar bir süre sonra normal hayatlarına tekrar geri dönüyor.

Peki Türkler neden okumuyor?

Çoğuları yaşamak için tecrübelerinin yeterli olduğunu, çok gezmenin bilgi ve tecrübe düzeyini arttırdığını, zaten hep doğru bildiklerini ve kendi inaçları doğrultusunda yaşadıklarını, kişisel gelişim diye bir şeyin gerek olmadığını iddia ediyorlar.

Okumanın yerine, TV izlemek, bilgisayarda cetleşmek, oyun oynamak, MNS de mesajlaşmak ya da facebooka girmek, eğlence ortamı için dışarıya akmak, maça gitmek vb daha cazip geliyor.

Kitaba, okumaya, yazarlara, bilgiye değer verilmiyor. Hatta o kadar sivri zekalılar var ki “çok okuma, kafayı üşütürsün” bile diyor.

Kendime soruyorum bazen. Kendimi geliştirmemiş olsaydım eğer, işimdeki yöneticilerden bu kadar tatminsiz olur muydum diye. Kesinlikle neyin nasıl olması gerektiğini bilmeseydim eğer diğerleri gibi daha mutlu olurdum.

Ancak aynı soruyu hayatım için sorduğumda tam zıt cevabı veriyorum. Ailemizde oluşturduğumuz huzur ortamına, okuduğum kişisel gelişim kitaplarının büyük katkısı var.

Peki okumayanlar mutsuz mu?

Taş gibi onlar taş, okumadıkları gibi herzaman haklılar da. İnandıklarından taviz vermezler, nedense hep bu tür insanlar çok gezer ve tabiki çok bilir. Oldukları gibi olduklarından ve inandıkları kalıplara göre yaşamaktan gayet mutludurlar. Herkes dilediğini seçme ve inandığını yaşama hakkında özgürdür. Var mı itirazı olan?

Artık kimseyi de seçimleri için yargılamıyorum. Okumazsa okumaz. Olmuyor işte, okumayı sevmiyorlar. Alışkanlık edinememişler, kitabın, bilginin değerli olduğuna, gelişeceklerine inanmıyorlar, vakit ayırmıyorlar. Ne derseniz deyin. “Zor geliyor” diyemiyorsun, “sabredemiyorum” diyemiyorsun, . “beynimin o yönü körelmiş” diyemiyorsun da “çok gezen daha çok bilir” diyorsun.

Hatta bir de üstüne “ne okuyacam o kitabı ya da o yazarı, ben yazayım hayatımı da onlar okusun” diyorsun.

O kadar çok ki bu kendini beğenmişler(narsist). O kitap yazma işleri öyle okumadan olmuyor işte. Ne dersiniz bu adamın yüzüne. Gülüp geçiyorum... “Zaten bu saatten sonra senden bir şey olmaz” demiyorum da, çocuklarını da bu mantıkla yetiştiriyor ya ona çok üzülüyorum. İşte Türkiye’de gençliğin okuma alışkanlığından belli değil mi? Armut nereye düşecek, dibine tabiki. Okumayan, bilgisiz, bilinçsiz, pusulasız nesiller. O kadar çok okunacak kitap var ki, 4 lira, 3 lira... Basım yok. Bakan yok. Alan yok.


Biz ne kazanıyoruz ki böyle deli gibi okumaktan, yazmaktan?

Çok okumanın ve yazmanın mutlu ve huzurlu, istediğin gibi bir hayatı gerçekleştirmede artı bir etkisi var mı?

Var. Hadi, hadi, hadiiiiii...O artıyı çok bekleriz...

Hatta etrafımıza bakalım çok okuyanlar hep rahatsız kişiler değil midir?

Siz değil misiniz? Okudukça, yazdıkça, daha çok farkına varıyoruz ve daha çok farkına varmak ya, daha çok rahatsızlık ya da, daha çok susmak demek değil midir?

Bilinç oranı arttıkça çok yakınımızdakilerle bile “farklılaşma, anlaşamama, anlaşılmama” oranı da artıyor. Her zaman aynı ortamlarda bulunduğunuz arkadaşlarınızla artık daha seyrek görüşmeye, mümkün olduğu kadar geyik ortamlardan uzak kalmaya, sığ konuşmalardan, kendini övücü davranışlardan, özel problemlerin muhatabı olmaktan, ego gösterilerini izlemekten , yalakalıktan, ikiyüzlü yaklaşanlardan, çıkarsal menfaat ilişkilerinden nefret edersiniz. İçinizden bir ses artık bize gerçeği söyler. Böyle ortamlardan bir an önce uzaklaşmanız gerekir.

Aslında sürü psikolojisinden kurtuluştur bu. Hoş geldin öz bilinç ve gerçek özgürlük.

Bazen okuma ve yazma tutkumuzu biraz abartsak da ilham geldi mi mutlaka yazılacak. Herkez bekler, ilham asla... Nerde ya da kimle olursanız olun o anda yazmak istersiniz. Hatta istemeden de etrafınızdakileri kırabilirsiniz. Bir an önce uygun ortam hazırlanacak. Fotoğraf da çekilecek, sayfaya eklenecek. Artık normal insanlar gibi normal şeyleri yapmak zevk vermez. Mecburen gitseniz de (nişan, düğün, toplantı, yemek vb) yanınızdan not defteriniz ve kaleminiz eksik olmaz. İnsanlar size tuaf tuaf bakarlar. Bakışlar, bilirsiniz işte, gariptir biraz. Ben bu yazıyı uçakta ve sonra bulunduğumuz yemekte yazdığım için o anlamsız bakışlara çok maruz kaldım.

Peki sevgili Milliyet Blog’cular bu davranış örnekleri de bir çeşit bağımlılığın, hastalığın işaretleri değil mi? Giderek tahamülsüzlük, katlanamamak ve yanlızlaşmak.

Bu kadar uğraş, bu kadar emek, bu kadar çaba, ne için?

Etrafımızdaki ve diğerleriyle giderek aranın açılmasına neden olan farklılık (bilinçlenmek) bizi nereye sürükleyecek?

Tutkumuzun gerçekleşmesine mi?

Umutsuzluğa mı?

Hedeflerimize ulaşmaya mı?

Yanlızlığa mı?

Mutluluğa mı?

Yoksa egolarımızın esiri olmaya mı?


İnsanları gözlemdedikçe (okuyarak ve yazarak artan bir yetkinliktir) tutkumu gerçekleştirmek için daha da hırslanıyorum. Herkez hakettiğini bulur. Doğru ile yanlış eninde sonunda mutlaka ayrılır. Bazen umutsuzluğa, çaresizliğe, çıkmaz yollara kapılıp, param parça tuz buz olsak da yüreğimizi sıcak tutmalıyız. Ayağa kalkıp yürümeye devam etmeliyiz.

Bu Milliyet Blog daki ya da başka yerledeki okuyan ve yazan insanlar zamanı geldiğinde gündöndüler gibi saprarı çiçek açacak.

Bilir misiniz gündöndüler (ayçiçek, günebakan) gün boyunca güneşi takip eder. Güneş doğarken doğuya bakan başları, batarken batıya doğru döner.

Bizlerin yönü bilgiye dönmüş. Öğrenmeye, okumaya, yazmaya sürekli açlık çeken başlarımız, henüz keşfettiğimiz bilgi denizinde öğrendiklerimizin ne kadar da küçük olduğunu anladığımızdan başımız sürekli bilgiye çevrili.


Bu yazıda olduğu gibi bu toplumun bir parçası olmaktan dolayı moralimizi bozmayalım. Kendi yüreğimize ve sevdiklerimize iyi davranalım.

Bir şeyler üretmeye, inandığımızı eyleme dökmeye devam edelim. Tutkularımızı gerçekleştirmek için çok çalışalım ki bir gün sahilde can çekişen ne kadar çok deniz yıldızı olsa da bir kaç yıldızın hayatına etki edebilme sırası bize geldiğinde fırsatımızı iyi değerlendirelim.

Başardığımızda da “çok gezen çok bilir” diyen, okumayan topluma da koca bir öpücük gönderelim.

 
Toplam blog
: 52
: 7250
Kayıt tarihi
: 08.11.07
 
 

1971 Fethiye'de doğdum.  2000 yılından beri evliyim. Büyüğü 29, 17 yaşında, diğeri 12 yaşında ü..