Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Aralık '18

 
Kategori
Anılar
 

Melin

Melin
 

Aralık başı, yarıya kadar örtülü stor perdenin altından gözüme sızan fotonlar eşliğinde uyandım. Garip, kuşlar şakıyor. Doğa, yalancı bahar platosuyla sanki bir film çekimi için hazırlamış bugün.  Boynumun solunda mevcut hafif ama insanı gıcık etmeye yetebilecek derecede uyuz bir fıtık başlangıcı ağrısı.. hep bu yüksek yastık yüzünden. Çok takılmıyorum oraya, zira bugün o sette başrol oyuncusu ben olucam. Senaryoyu bilmiyorum ancak doğaçlama yeteneklerimi kullanma fırsatı oluştuğu için birazcık heyecanlıyım. İşte bu heyecanla kalktım yatağımdan ve her zamanki gibi her şeyi olduğu şekilde bırakarak doğruca üzerimi değiştirmeye yöneldim. Hoş, beş dakika içinde apartmanın dış kapısının önünde caddeye çıkıp arabamın nerde olduğunu hatırlamaya çalışıyordum. Evin hemen yanındaki parkın köşesine park etmiş olduğum arabamın yanına gittim, ön ve yan camlarından birkaç reklam broşür ve kartlarını temizledim, kapıları açtım, içeriye geçtim, kontağı çalıştırdım ve gazladım..

İçimden bir ses ‘nedense?’ daha çok kalabalıklara karışmam gerektiğini söylüyor ve beni şehrin göbeğine doğru çekip sürüklüyordu. Kendimi Konak Tünellerinden geçerken buldum, sonra Alsancak’ta her zamanki sote yerime park ettim ve Kıbrıs Şehitleri Caddesine çıktım. Kendimi üzerimdeki paltoya rağmen hafiflemiş hissediyordum. Hava güzel görünse de ellerim üşüyordu, bu yüzden eller cepte yürümeyi tercih ediyordum, zira eldiven giymeyi sevmem. Atkı ise kış günlerimin vazgeçilmez aksesuarıdır. Güneşin katmerli ışınları yüzüme vurdukça seratonin salgılamaya başladım, suratıma nedensiz bir tebessüm oturdu, öylece kilise sokağından kordona çıktım.

Çimler yenilenmiş, tabi bunun yaklaşan seçimlerle bir ilgisi olduğundan şüphe ediyorum hemen. Yoksa bu mevsimde kim oturur çimlere? Neden bu masrafa girilsin durup dururken öyle değil mi? Her neyse, tenkitler bi tarafa,  bu şehirde her mevsimde burada oturan birkaç grup deli mutlaka bulunur. Bunlardan biri de benim sanırım. Yalnız bu kez buraya oturmaya totom yemiyor, es geçip karşımdaki banka oturuyorum. Bir süre gözlerim ufka takılı düşünüyorum, körfezdeki martıları seyrediyorum, sonra kadrajıma iskeleye yaklaşan Karşıyaka feribotu giriyor. Onu iskeleye varıncaya kadar göz bebeklerimle takip ediyorum, sonra yanaşıyor, halatlar bağlanıyor, görevli izin veriyor ve Karşıyaka ahalisi onların deyişiyle ‘İzmir’e ayak basıyor.

“Acaba bir feribot turu mu yapsam” diye geçiyorum içimden.  “Martılara simit atmayalı uzun zaman olmuştu.” Heveslendim birden ayağa kalktım, tam adımı mı atmak üzereydim ki karşımda bir kız belirdi. Ben daha, ‘ne oluyor..’ diyemeden, iki gözünü de kocaman açarak gözlerime dikmiş hatun ‘merhaba, bişey sorabilir miyim?’ diyiverdi. –sordunuz zaten, dedim sahte bir tebessümle.. – peki o zaman, dedi ve başını öne eğerek, kusura bakmayın rahatsız ettim herhalde, dedi kinayeli bir şekilde. Bir yandan gözüm feribotu kesiyordu, karşıya geçecek yolcular binmeye başlamışlardı bile. Bir adım daha attım iskeleye doğru, bir gözüm de kızı kesiyordu hala. Benden bir cevap bekliyordu ancak o cevabı alamayınca arkasını döndü ve benden uzaklaşan bir adım da o attı. Bozulmuşa benziyordu, sanki ilk kez birinden yardım alamamış gibiydi. Kız ve feribot arasında bir süre duraksadım. Feribotun son anonsu yapılmış, görevliler kalkış için halatları topluyorlardı ve diğer yandan kız kararsız adımlarla ilerlemeye çalışıyor, nereye gideceğini bilmez şekilde etrafında başka soru sorabileceği birini arıyordu. Feribota doğru birkaç adım attım ancak iskelenin kapılarının kapandığını gördüm. Arkamı dönüp baktım, kız telefonla konuşmaya başlamış. Tekrar feribota baktım, tekrar kıza baktım, ikisi de yavaş yavaş benden uzaklaşıyorlardı. Nasıl olsa feribotu kaçırdım, dedim. Kıza doğru hızlı adımlarla yetişmeye çalıştım. Bu sırada kız telefonla mı tarif alıyordu bilmiyorum ama kendinden emin bir şekilde kordondan Kıbrıs şehitleri caddesine giden sokağa girmişti. Kilisenin orda yakaladım, hala telefonla konuşuyordu. Bir süre daha fark ettirmeden takip ettim, konuşması bitsin diye. Konuşması bittiğindeyse tam caddenin ortasında kalabalık insan sirkülasyonunun arasında kalmıştık. İyice yanaştım ve yanında yürümeye başladım. Bi kaç saniye sonra beni fark etti, merhaba dedim.. –kaşları kalktı, şaşırdı ancak istifini bozmadan ve cevap vermeden yürümeye devam etti.. – az önce bi şeyler sorucaktınız galiba? dedim.. kusura bakmayın feribota yetişicektim de, ondan bi de yersiz bi espri yaptım galiba özür dilerim.. Kız durdu, bana döndü ve gülümsedi. Dolayısıyla ben de aynı şekilde ona doğru dönüp gülümsedim ve elimi uzattım,

-Ulaş ben.. –Melin.. –Melin mi? – Evet noldu ki? – Hiiç.. ilk kez duyuyorum da bu ismi.. – Hmm.. peki.. –Neyse, ne sorucaktınız az önce? – Gerek kalmadı aslında.. – Öyle mi? Nereye gidiyosunuz peki?  -Sormama izin vermediğiniz yere..

Kız tekrar döndü ve yürümeye devam etti. Ben de peşinden..

 – Özür dilemiştim sanırım ama pek umursamadınız.. – Özür dilenicek bişey yok, önemli değil. Siz ne ne istiyorsunuz bu arada? Feribota niye binmediniz?  – Feribotu kaçırdım da biraz sizi düşünürken.. –Beni düşünürken mi? – Evet, size kendimi borçlu hissettim o yüzden peşinizden geldim. –Çok saçma, başka bi niyetiniz varsa.. –Yok, gerçekten yok.. Kız inanmaz bir edayla yürümeye devam ediyordu. – Yani, yoktu. Ama şimdi biraz var gibi sanki.. – Ben de bunu bekliyordum. Neymiş o? – Nereye gideceğinizi bilmiyorum hatta biriyle mi buluşucaksınız? Onu dahi bilmiyorum fakat eğer müsaitseniz ve de izin verirseniz, size gideceğiniz yere kadar eşlik edeyim olur mu? – Ya sonra? – Sonra… - Sonra napmayı düşünüyorsunuz? – Sonrasını da o zaman düşünürüm diye şey ettim.. bilmiyorum..

bu salakça hareketlerim kızın hoşuna gitmiş gibi görünüyordu. Tabi bu da, bana daha fazla güven veriyordu, rahatlıyordum kızın yanında.

Biraz daha yürüyüp caddenin sonuna gelmiştik ki kız durup bir kez daha bana döndü ve

–Eee.. dedi. -Ee.. dedim ben de. – Bundan sonrasında sen yardımcı olucaksın. – Pekala. Nereye gideceksin bakalım. – Gül Sokak varmış. – Evet var. –Orda bi yer işte. – Peki o zaman, gidelim. 

Dedikten sonra artık kontrol bana geçmişti. Aheste aheste yürümeye başladım. Aslında hemen karşıya geçip Dominik caddesinden 2 dakikada dediği sokağa varabilirdik ancak onunla biraz daha yürümek istediğim için, Gazi Okulu'nun çevresinden dolanıp, sokağın diğer çıkışının olduğu tarafa doğru cadde üzerinden yolu mümkün olduğunca uzatmaya çalıştım. Bir yandan da düz bir ayakkabı giydiği için şanslı olduğunu düşünüyordum, aksi halde bana baya bi küfür edebilirdi. Neyse ki ona bilinçli olarak yaşattığım bu durumdan haberi yoktu. Hoş, bu saatten sonra çok kızacağını da düşünmüyorum, çünkü o da benimle yürüdüğüne pek memnun kalmıştı.

Gül Sokağın piyasa kısmından içeri doğru saptığımızda sol köşede meşhur bi kahveci vardır. Orda, eğer zamanı varsa, ona bi kahve ısmarlamayı teklif ettim. Telefonuna baktı, vakti olduğuna kanaat getirdi ve olabilir dedi. Benim için bu cevap fazlasıyla evet anlamına gelmişti bile. Hemen ne içmek istediğini öğrenip iki kahve aldım ve içerde bi masaya oturup yaklaşık yirmi dakika kadar oturduk. Bu muhabbetin içeriği malum tanışma sohbetleri gibi olmuştu, tahmin edersiniz ki. Bundan sonrası ise benim içinde, onun için de muammaydı. Oldukça farklı kültürlerden farklı ezgiler çalmış farklı diller konuşmuştuk, konuşmadan sonra ortak noktamızın hiç olmadığını anladım. Karşılaşmamız basbaya milyarda bir bi olasılık kadar yok ihtimaldi ancak o kadar kişi arasından gelip beni bulması ise onu da çok şaşırtmıştı. Benim onu önce terslemem sonra da peşlemem de çok tuhaf bir olaydı. Olanlar olmuştu bi kere, buna kader denilebilir miydi? Elbette, bundan başka tam manasıyla yerine oturabilicek bi kelime bulunamazdı. Kelimeyi oturtmuştum ancak bundan sonrası daha bi acayip ilerlemişti..

Kahvelerimiz ve sohbetimiz bitmişti, masadan kalktık, dışarı çıktık ve kapının önünde birbirimize bakıp öylece sessizce kalakaldık. Tanıştığımıza memnun olduk ancak vedalaşamıyorduk ya da vedalaşmak mı istemiyorduk acaba? Bilemiyorum.. Sanki ikimizin de içinde eksik bişeyler kalmıştı fakat ikimiz de ne olduğunu dillendiremiyorduk. En sonunda dayanamayıp sessizliği ben bozmak istedim. Aynı anda o da yapmacık şekilde öksürdü.

– Eee.. napıcaksın şimdi? Yeni Rota neresi? –İsmini hatırlamıyorum, dur bi telefona bakayım. – Hmm.. kimle buluşucaktın, bu arada? – Eski bi arkadaşımla.. – Özel birisi mi?.. şeyy yanlış anlama lütfen.. – Eskiden özeldi. – Ya şimdi? – Sadece normal bi görüşme, zaman  tüm özel şeyleri çürütüyor ne yazık ki..

Şeklinde ilerleyen bir kapı önü sohbetine dönüşmüştü muhabbetimiz. Aslında uzatmak istemiyordum, hatta bu durumdan rahatsız bile olmaya başlamıştım. Çünkü böyle eski muhabbetleri hele ki bir kızdan, hele ki güzel hissettiğim bir kızdan dinlemeyi hiç sevmem oldum olası. Bana ne canım sizin eski hikayelerinizden.. Neyse.. Ben aklımda son veda cümlemi kurmuş tam onu seslendirmek üzereydim ki, Melin’in telefonuna bir mesaj geldi.  Bu boşluktan yararlanıp veda cümleme giriş yapmıştım fakat Melin, gayriihtiyari mesajı açıp göz ucuyla okuyuverdi ve bir anda yüzü düştü.

Ben de –Noldu? diye soru refleksi gösterdim. –Hiiç.. artık gerek kalmadı. – Neye? – Eskileri konuşmaya.

O anda elim, kolum bacaklarım boşanır gibi oldu. Nasıl yani? Bu kız düşüncelerimi mi okumuştu az önce. Yok artık.. aniden içim titremeye başladı, şüphe stresine kapılmış, paranoya nöbeti geçirmeye başlamıştım sanki.

-Nasıl yani? (kekeleyerek) an-laya-madım.. – O, mesaj atmış. Bizi görmüş burada geçerken. Konuşmaya gerek kalmadığını söylemiş. – O, dediğin eski sevgilindi heralde.. – Evet ama ben gerçekten onun bu şekilde düşünerek benimle görüşmek istediğini düşünmemiştim. Zaten böyle bi düşüncesi olduğunu bilseydim gerçekten gelmezdim bile. – Hadi ya! (biraz espirili biraz da şaşkın) isabet olmuş o zaman bana çatman. – Galiba (gülerek) ayy iyiki de yaa, hahaha..

Olaylar daha da garipleşiyordu ikimiz için de. Ben bir an evvel ondan kurtulmaya çalışırken biranda tamamen onun bütün gününe sahip olma fırsatı yakalamıştım. Yine kutsal Murphy kanunları tam yerinde çalışmaya başlamıştı. Sevinçli ve bunu belli etmemeye çalışan salakça bakışlarımla

–Aç mısın? diye sordum. – Çok değil ama sana bişeyler ısmarlayabilirim. – En sevdiğim şey bi kızın bana yemek ısmarlaması zaten. – Ne? – Hahaha.. – Demek kızlara hep yemek ısmarlatıyorsun. – Hayır ya, onlar ısmarlamak istiyor, ben de kıramıyorum.

Espirili konuşmanın ardından kordonda bi restorana gittik, güzel bi yemek yedik, içtik ve gerçekten de hesabı Melin ödedi. Bu durumlardan hiç gocunmam hatta böyle delikanlı hatunlara bayılırım bile. Bu jestine karşılık ben de bir şey yapma ihtiyacı hissettim.

-Başka bi planın var mı bugün? – Yok, neden? – Ben böyle uzun süre bi yerlerde oturamıyorum, biraz kurtluyum da.. – Nası ya, haha.. – Diyorum ki, şöyle biraz gezinsek mi arabayla? – Hmm, olabilir aslında. – Sen de seviyosun gezmeyi.. – Benim için fark etmez aslında oturadabiliriz ama sen sıkıldıysan, yürüyedebiliriz. – Evet ben de zaten daha güzel bi yere gidip daha doğal, daha sakin bi yerde yürümeyi düşünmüştüm. – Neresi? – Gidince görürsün, kalk hadi. Bu arada kesene bereket.. – Afiyet olsun, hahaha..

Arabaya binmemle karaburuna varmam arasında yaklaşık bir saat geçmişti. Bu arada yüksek voltajda müzik dinlediğimiz için pek konuşmadık. Çok çabuk gelmiştik, eğleniyor muyduk ne? Evet, bence mutlu insanlar gibi görünüyorduk. Öyleyse, göründüğümüz gibi olmalıydık.

Arabadan inip o temiz havayı içimize çekince seratonin miktarımız daha da arttı. Sahilde yürürken dalış kulübünde tanıdık bi arkadaşa rastladım. Kısa bi sohbetin ardından kendimizi denizin 25 metre altında dalış yaparken bulduk. Bugün, sanki Tanrı’nın bir lütfuydu bana ve biliyordum ki bununla da sınırlı kalmayacaktı. İçimde dehşet verici bir heyecan vardı.

Güneş seratonini salgılatmıştı sabahtan beri, kahve ve sohbetler melatonini, gezi ve yürüyüş dopamini, dalış adrenalini salgılatmıştı. Mutluluk için gerekli olan 5 elementten sadece 1 tanesi kalmıştı geriye.  O da endorfindi. Onu da salgılatıcak tek etki aşk’tı. Bakalım onu elde edebilecek cüreti gösterebilecek miydik? O anda merak ettiğim en önemli cevap buydu.

Dalış bitti, arkadaşım içecek bi şeyler ısmarladı. Biraz sohbet ettik ve ordan ayrıldık. Aklıma hiç gelmeyen bişey daha yapmıştık. Zaten bu durumlar benim hayatıma özgü olan bişey olduğu için pek şaşırmamıştım. Doğaçlamanın içindeki sürprizlerden bir tanesiydi sadece. Plansız, anı yaşamanın güzellikleri işte..

Şimdi ise napıcamız konusunda bi fikrimiz yoktu. Ona, -napalım? diye sordum. – Bilmem. – Bi işin var mı akşam? – Yok. – Gece? – Nası yani? – Hani, eve dönmeni gerektiricek bi durum? – Hı, yok. Zaten biliyosun, yarın gidicem istanbul’a. – O zaman bu gece kampa ne dersin? – Nerde? – Buralarda. – Ciddi misin? – Her zaman. – Üşümez miyiz? – Benim teçhizat sağlam. Herşey arabanın arkasında mevcut. Çadır, battaniyeler, sandalyeler, ateşi zaten yakıcaz.. – Tamam o zaman, hayatımda ilk defa kamp yapıcam, çok heycanlanlı.. – O zaman bu ilki sana yaşatacağım için çok mutlu oldum.

Melin, ilk kez o anda gözlerinin içinde sıcak parıltılarla bana baktı ve sarıldı. Uzunca bir süre birbirimize sarılı halde kaldık. Sonra yüzünü avuçlarımın arasına aldım ve onu ilk kez orada öptüm. İşte, eksik olan element, endorfin orada salgılanmaya başlamıştı. Şimdi tam anlamıyla mutlu hissediyordum kendimi. Kurşun bile girse hissetmezdim o an. Hemen arabaya gidip malzemeleri aldık ve kamp yapacağımız sahile geldik. Çadırı kurduk, ateşi, yaktık ve sandalyelere oturup ateşin kenarında şarabımızı yudumladık. Ona şiirler okudum, o da bana şarkılar söyledi. Ateşimizin alevleri titremeye başlamıştı. Dalgaların çakıl taşlarıyla oluşturduğu tatlı ezgiyle birlikte çadırımızın içine geçtik. Biraz sonra battaniyenin altında dünyanın en güzel bestesini çalmaya başladık. Bir filmin bitiş sahnesindeki soundtrack’i gibiydi. Kamera uzaklaşmaya, yazılar hızla akmaya başlamıştı bile. Herkese teşekkür ediyordum.

 İyi geceler, tatlı rüyalar..

 
Toplam blog
: 149
: 284
Kayıt tarihi
: 03.05.11
 
 

1987 Bandırma'da doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi İstatistik Bölümünden mezun oldu. Araştırma, Ban..