Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ocak '16

 
Kategori
Eğitim
 

Nuh diyor, peygamber demiyor adam

Nuh diyor, peygamber demiyor adam
 

                Yıl 1969… Eylül sonu… Ağrı’daki askerlik görevim biter bitmez, Antalya – Akseki’nin doğup büyüdüğüm Gödene (Menteşbey) köyünde yaşayan anama koşup elini öpmeye fırsat bulamadan Ankara’da aldım soluğu.

                Millî Eğitim Bakanlığı’nda çekilen kur’a, Artvin’in Yusufeli ilçesini gösteriyordu. Yusufelili bir meslektaşım da Keşan/Paşayiğit Ortaokulu’nu çekmiş meğer. Arayıp buldu beni. “Değişelim ille de” dedi. İkimizin de yazılı beyanı üzerine, Paşayiğit Ortaokulu’na atanmış oldum.

 

 

                Ekim maaşını hak edebilmem için, bütün yeni atananlar gibi benim de en geç 30 Eylül’de görev yerimde olmam gerekiyordu. Dolayısıyla, yine anama gidemeden, İstanbul’a hareket ettim hemen. Ve sonra Keşan ve sonra Paşayiğit

                Yeni açılmış bir ortaokul… İlk öğretmeniyim ben. Müdürü, öğretmeni, kâtibi…

                Yalnızca 2’si kız, 20 öğrenci…

                “Neden yalnızca 2 kız? Keşan’da kadınlar, hep erkek mi doğurur?” diye sorup durdu kafam. Öyle olmadığını bile bile…

                “İyi de sonuç neden böyle?” diyordum.

                Bir şey söyleyeyim mi size? Ben aslında bu sorunun cevabını biliyordum.

                Ne yani! Ankara / Hasanoğlan Öğretmen Okulu’ndan Kars/Arpaçay Ortaokulu’na sürgün gönderildim diye, inandığım yoldan dönecek değildim ya!

                Mademki, kızların okumasını erkeklerin okumasından daha önemli olduğuna inanıyordum, öyleyse bu inancımın gereğini mutlaka yapmalıydım.

                Bu konuyu görüştüğüm Paşayiğit İlkokulu’ndaki meslektaşlarımın hepsi de yardımcı olacaklarına söz vermişlerdi bana.

                Haspi Sözbir öğretmen, geçen öğretim yılı mezun ettiği, o sıralar Kur’an Kursu’na giden zeki ve başarılı öğrencisi Necmiye Yenice’yi öyle bir anlatmıştı ki!..

                Kararımı o anda vermiştim hemen: Ne pahasına olursa olsun, ilk hedef, bu kızımızı almak olmalıydı oradan.

                “Çok zor!” diyordu meslektaşlarım ama ben, elbirliği ile bu zorluğu yeneceğimize inanıyordum.

                Refia ve Nurten Öğretmenler, ertesi gün öğle paydosunda evlerine gidip Necmiye’nin annesini ikna etmeye çalışacaklardı. Biz erkekler de babasını, dayısını, amcasını…

                Son dersten çıkınca, ortaokula geldi Haspi Bey:

                “Hüseyin Bey, ne dersin, başarabilecek mi bu işi?” diye sordu hemen; merhaba bile demeden.

                Anlamazlığa vurup:

                “Hangi işi?” diye sordum.

                “Necmiye’yi Kur’an Kursu’ndan alma işini…”

                “Hiç kuşkun olmasın. Bırakır mıyız sanıyorsun, öyle zeki bir kızımızı orda? Elbette alacağız.”

                “Babası oldukça inatçıdır. Köy imamı da vermemek için elinden geleni yapacaktır ama.”

                “Hoca’nın, kursuna gelmiş bir öğrenciyi vermek istememesi normal… O bir kişi… Biz altı öğretmen… Başaramazsak ayıp olmaz mı bize?”

                “Orası öyle de… O, bir din adamı… Köyün imamı… Din gibi güçlü bir silah var elinde. Her gün, günde beş kez, “Din diyor; Peygamber, Kur’an, Allah” diyor… Ayrıca ‘günah, cennet, cehennem’ diyor. Öteki dünya ile korkutuyor insanları. O’nu dinleyenler de, ‘Yahu bu dünyada doğru dürüst yaşayamadık; hiç değilse öteki dünyamızda bari cennete gidip rahat edelim’ deyip bize değil İmam’a inanıyorlar hep.”

                “Söylediklerin doğru, gerçek… Ama buna rağmen alacağız Necmiye’yi oradan. Almamız gerekiyor çünkü.”

                Baş başa verip, “Nasıl bir yol tutmalıyız?” sorusunu tartıştık. Babası İbrahim Yenice, “İhtiyarlar Kahvesi” dedikleri Mustafa Akgün’ün kahvesine gelirmiş akşamları. Yani, ortaokulun hemen yanındaki kahveye…

                “Akşam, bu kahvede buluşuyoruz öyleyse.” dedim.

                Dayısını, amcasını sordum.

                Üç dayısı varmış, bir de amcası…

                “Onlarla da konuşmak isterim.”

                “Küçük ve büyük dayı ile amcası için bir şey diyemem de ortanca dayısı Mehmet Gür anlayışlı bir arkadaştır. Ondan yardım alabiliriz.”

                “Bilirsin, ummadık taş baş yarar; Haspi Bey. Bu işler hiç belli olmaz. Hepsiyle görüşelim.”

                Henüz annemi ve kız kardeşimi alıp gelmemiştim memleketten. Birkaç gün olmuştu Paşayiğit’e geleli.

                İlk akşam, İlkokul Müdürü İlyas Kemankaş misafir etmişti evinde beni. Ertesi gün, Muhtar Şaban Akkaya

                Bu böyle olmazdı ama. “Bir ev bulup kiralayıncaya kadar okulda yatıp kalkayım.” dedim ve öyle yaptım.

                Köyde lokanta yoktu. Bir tepsi ile her gün üç öğün yemeğimi getiriyordu bekçi. Bir asalak gibi, ekmek elden su gölden yaşamak hiç hoşuma gitmiyordu. Bu üzüntümü söyleyince muhtara:

                “Yalnız sana değil öğretmen bey, köyümüze gelen her misafire, her yabancıya böyle yaparız. Sıraya koyarız; her hane bir öğün hazırlar. Yük olmaz bu kimseye” dediyse de rahat değildi içim.

                Bir gün, üç gün, haydi bilemedin beş gün tamam da…

                Okulda yatıp kalkmak, hele tuvalet için ta ilkokula kadar gidip gelmek de rahatsız ediyordu beni.

                “İlle de bir ev, İlle de kiralık bir ev!..” diye ısrarla rica ettim muhtara da, öğretmen arkadaşlara da…

                Onlar arayadursun bir ev, biz gelelim “İhtiyarlar Kahvesi”ne…

                Kahveci Mustafa Akgün, her sabah erkenden açardı kahvesini. Ve benim her sabah ilk gördüğüm, ilk selamlaştığım kişi oydu. Ak saçlı, ak bıyıklı, altmışı çoktan geçmiş, yetmişe merdiven dayamış ama dinç bir beyefendiydi. Giyinişi gibi konuşması da çok düzgündü. Herkese karşı kibar ve saygılıydı. Dolayısıyla, herkesten de saygı görüyordu.

                Haspi Öğretmen’le birlikte “İhtiyarlar Kahvesi”ne girdiğimizi gören herkes şaşırdı.

                “Neden?” diyeceksiniz.

                Çünkü efendim, hiçbir öğretmenin, otuz – otuz beş yaşından küçük hiçbir gencin uğramadığı, daha çok namazla, niyazla, dinle imanla ilgisi olan yaşlıların mekânıymış orası…

                Kahvede bulunan beş – altı kişi, ayağa kalkarak karşıladılar bizi. Her birinin elini sıkıp hatırını sorduktan sonra, boş bir masaya gidip oturduk.

                “- Mustafa Bey, yap ağalara bir çay… Benden…” dediysem de, başta Mustafa Akgün olmak üzere, itiraz etti herkes.

                “- Hayır, sen bizim misafirimizsin. Kahveler, çaylar bizden.” dediler.

                Karşılıklı sohbet edip çayımızı yudumlarken, göz kaş işaretiyle kapıdan girenleri gösterdi Haspi Bey. Fısıltıyla, “Necmiye’nin babası ve amcası…” dedi.

                “Davet et, masamıza davet et!”

                Boş bir masaya yönelmişken, “Rahatsız etmeyelim.” diye itiraz ettiler ama Haspi Bey’den kurtulamadılar. Ve tanıştık böylece Necmiye’nin babası İbrahim Yenice ve amcası Şevket Yenice ile…

                “Nerdesiniz? Ne iş yaparsınız? Ne eker, ne biçersiniz? Çoluk çocuk, kız kızan?..” derken, sanki ilk kez duyuyormuşum gibi, üç kızı, bir oğlu olduğunu öğreniyorum İbrahim Yenice’nin.

                “Yaşları, başları, okulları…” derken, söz geldi dayandı Necmiye’ye…

                “Ya!.. Demek bu yıl bitirdi ilkokulu. Şimdi Kur’an Kursu’nda mı? Ne güzel!.. Nasıl, öğrendi mi bir şeyler? Zeki bir kız demek ki, aferin!..” dedikten sonra, geldik; zurnanın zırt dediği yere…

                Ve dilimin döndüğü kadar anlattım; Necmiye’nin niçin ortaokulda okuması gerektiğini. Haspi Bey, sürekli onaylıyordu her cümlemi.

                Hiç de aksi bir adam değildi, Necmiye’nin babası. Ancak:

                “- Şimdi Kur’an kursuna başladı. Ordan almak, en azından Hoca’ya karşı ayıp olur. Bu yıl oraya gitsin, bitirsin; önümüzdeki yıl düşünürüz. Babası olarak ben de isterim elbet, kızımın devlete ve millete yararlı bir insan olmasını…” diyordu.

                “Ortaokula alalım. Yazın dört ay tatil… O zaman gider yine Kur’an Kursuna.” diye bastırınca ben:

                “Ben evet desem bile annesi razı olmaz.” dedi en sonunda.

               Bu akşamlık, bu söz yeterdi bana. Başaracağımıza olan inancım azalmamış, aksine güçlenmişti.

                Kahveden ayrıldıktan sonra:

                “Ne güzel konuştun, ne güzel örnekler verdin; ama görüyorsun, ne kadar inatçı adam. Nuh diyor, peygamber demiyor.” deyince Haspi Sözbir öğretmen:

                “Öğretmen okullarına gitmeseydik, köyde kalıp günde beş kez, “Durdum divana, uydum imama” deyip köy hocasını dinleseydik, bizim de O’ndan bir farkımız olmazdı. Buna rağmen çok olumlu, çok ılımlı buldum ben, Necmiye’nin babasını. Bu işi olmuş bil sen ve üzme sakın canını. Haydi, yarın ola, hay’rola” diyerek uğurladım; meslektaşımı evine.

                Benim evim okuldu. Okul da zaten kahvenin bitişiği...

                Süt bile mayalandıktan hemen sonra yoğurt olmaz. Belli bir süre geçmesi gerekir; değil mi ya!..

                Kim demiş, “Koruktan helva olmaz” diye?

                Olur, olur… Bal gibi olur!

                                                                                                              Hüseyin Erkan

                    huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..