Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Mart '18

 
Kategori
Güncel
 

Türkiye İçin Tehditlerin Kökenleri ve Gelecekteki Muhtemel Tehditler-1

Türkiye İçin Tehditlerin Kökenleri ve Gelecekteki Muhtemel Tehditler-1
 

Anadolu’ya Türkler Selçuklu Ordusu ile gelmeden, Bizans içlerine gelmeden önce Hoca Ahmed Yesevi’nin öğrencilerinin Anadolu’ya geldiği rivayet edilir.

Orta Asya’dan gelen Hoca Ahmed Yesevi’nin öğrencilerinden önce İslam’ı yaymak için tebliğciler gönüllü bir çalışmanın eseri olarak İslam’ı tanıtmak, milletleri İslam’a davet eden birçok kişinin civara dağıldığı belirtilir. Hoca Ahmed Yesevi  muhtemelen daha önce Buhara ve civarına giden tebliğcilerin İslam’a davetleri sonucu Müslüman olmuş insanların torunlarından biriydi ve Hoca Ahmed Yesevi ve onun öncüleri Anadolu’ya gelip altyapıyı hazırladıktan sonra, kale içten fethedilmiş, Bizans’ın sanıldığı kadar güçlü olmadığı gibi Ermenilere son derece kötü davrandıkları tespit edilip, kendi taraflarına çekilmişti. Rivayetlere göre; Türklere Anadolu’nun kapılarını açan Malazgirt Savaşı’nda Ermenilerin aldıkları güvencelere bağlı olarak Türklerin tarafına geçtiği varsayılabilir ki, bu altyapıyı da hazırlayanlar fetihin öncüleri yumuşak güç, Hoca Ahmed Yesevi’nin öğrencileri olsa gerektir…

***

Müslümanlar güçlerinin zirvesindeyken çok önemli şehirlerde çok önemli medeniyetler kurdular, Yunan ve diğer felsefecilerin, bilim adamlarının eserlerini yorumladılar. Batılı diye ilim, bilimi dışlamadılar, 8.-13. Yüzyıllar arasında binlerle ifade edilen dünya çapında bilim adamı, felsefeci, din adamı yetiştirdiler. İslam’ın liderliği önce “Emeviler” sonra “Abbasiler” sonrasında Endülüs Emevileri ve Osmanlıların zirveye çıktığı tam da aynı zamanlarda Endülüs güneşi batıda sönüyordu. İstanbul fethedilmiş, Osmanlı İmparatorluk olmuştu tam ki 1492’de bu defa batıda işte tam da İspanya’da yaklaşık yedi asır devam eden Endülüs Medeniyeti sona ermişti.

 1492 yılında Endülüs'teki son Müslüman devletine son verilmeden evvel, bunları koruması muhtemel olan Müslüman devletler saf dışı edilmiştir. 1485-1491 yılları arasında, yani tam Müslümanlar yok edilmeye çalışıldığı günlerde, Osmanlı-Memlüklü harbi devam etmektedir. Bu tarihlerde, Endülüs'te tek Müslüman devlet kalmıştır: Nasrîler veya Benî Ahmer. Gırnata başşehirleriydi ve gittikçe de sınırları daralıyordu. İspanyollar, Avrupa'daki diğer Hıristiyanların da yardımıyla başta Cebel-i Târik Boğazı olmak üzere, bunların Akdeniz ile ve Müslüman devletlerle olan bağlarını kestiler. 711 yıldır devam eden İslâm hâkimiyetini sona erdirmek için fırsat beklediler.  (1)

Avrupa'yı Rönesans'a taşıyan Endülüs'teki Müslüman devleti, sona ermek üzereydi. Bunlara en yakınları olan Fas Sultanlığı, Tunus Hafsî Sultanlığı ve Merînîler yardım edebilirlerdi. Memlüklüler ve Osmanlılar ise, hem uzak idiler ve hem de birbirine düşürülmüşlerdi. 1469 yılında İspanya'daki iki Katolik devlet olan Kastilya ve Argon Krallıkları resmen birleştiler. 1487'de 776 yıllık Müslüman bir şehir olan Malağa düştü. Gırnata'ya hücumda tek çekindikleri Osmanlı Devleti ve Memlüklüler idi. Hatta Gırnata Meliki XI. Ebu Abdillah Muhammed, resmen her ikisinden de yardım istedi. Sultân Kayıtbay, Gırnata'ya hücum etmeleri halinde, Kudüs'teki Hıristiyanları sürgün edeceğini söyledi ise de, Müslümanların kendileri gibi katliam yapmayacaklarını bildiklerinden aldırmadılar. (2)

II. Bâyezid, Divan-ı Hümâyûn'u toplayarak durumu müzâkere etti ve Batı Akdeniz'e donanma gönderilmesi kararlaştırıldı. Kemal Reis'in komutasındaki Osmanlı Donanması 1487'de İspanya seferine çıktı. Böylece Osmanlı Devleti, Kastilya, Aragon, Napoli ve Sicilya Krallıklarına karşı harp ilan etmiş oluyordu. Kemal Reis Güney İtalya'yı vurarak İspanya sularına kadar geldi ve Malaga'yı tekrar aldı. Ne acıdır ki, Osmanlı Donanması Fransızlara kolaylık gösteren Tunus Hafsî Sultanlığı ile de uğraşıyordu. Bu hücumlar, Memlüklülerle de uğraşan Osmanlı Devleti'nin iki ateş arasında kalmasından dolayı, netice vermedi ve 1492 yılında Gırnata teslim oldu ve Endülüs'teki İslâm Hâkimiyeti sona erdi. Osmanlı donanması, yollara düşen 300.000 kadar Müslümanı Fâs ve Cezayir'e nakletti. Endülüs'ün bu düşüşünü Namık Kemal şu cümlelerle özetliyordu: "İspanyollar Gırnata'yı aldıkları zaman, halkı dinlerini değiştirmeleri için ateşle yaktılar. Biz İstanbul'u aldığımız vakit, her din sahibine dinini yaşayabilmesi için tam bir din hürriyeti tanıdık." (3)

***

Dinlerle ilgili Peygamberlerin ölümünden sonra birçok şeyin değiştiği ve gelen hali asla korunmayıp, dinin bir mücadele alanı, taraftar kazanarak hükmetme aracına dönüştüğü dünyamızda din kaynaklı mücadelelerde çoğu zaman bir menfaat devşirme aracına dönüştüğünü görüyoruz. En azından Hak Dinlerle ilgili olarak özellikle Yahudilik ve arkasından gelen Hıristiyanlık ve daha sonra gelen İslam’la ilgili taraftarlar arasında ciddi bir mücadele olmuştur. Biri diğerinin inandığını yok kabul ederek ölüme mahkûm etmişken, ancak güçlü bir tehdit ortaya çıktığında kendilerini toparlama ve birleşme yoluna gittiklerinin açıkça görülebileceği tarihte mevcut dinler arasında son inen din olması sebebiyle hepsinin ortak düşmanı İslam olacağı, birçok kaynaktan düşmanlıklar kazandığı açıktır. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra başlayan taht mücadelelerine bağlı ayrışma çok kısa bir zamanda İslam’ı parçalı bir hale getirmiştir. İçinden birden fazla mezhep, inanış devreye girmiş, bilindiği gibi dört mezhep hak mezhep kabul edilmiş, diğerleri kabul edilmemiştir ancak gerek hak kabul edilenler arasında, gerekse hak kabul edilenlerle edilmeyenler arasında mücadele ve savaşlar, kanlı kıyımlar ve yıkımlar eksik olmamıştır. Düşman devirlere göre değişmiş, İslam Dünyasında Arap olanlar, olmayanlar, hak olanlar ve batıl olanlar sorunu yüzyıllardır var olagelmiştir.

Mevzu koltuk, taht ve var olma savaşı olunca savaşlar ortaya çıkmış, savaşlar uzadıkça içerdeki parçalanmalar dışarıdan gelen baskılarla birleşince tahtlar sürekli el değiştirilir olmuştur.

İslam’ın ilk devirlerinde İslam âlimleri, filozofları dünyaya nizam veren buluşlara imza atarken, o zamanın devletleri o devirlerde yetişen bilim adamlarının fikirlerine büyük saygı göstermişler, bilimle dini birleştirmişler, toplumsal pastayı artırdıklarından toplumda kısmen diğer topluluklara göre refah sağlamışlar, iç huzurla dış huzuru topluma hâkim kılabildiklerinden hem inanılır olmuşlar hem de var olan maddi güçleri ile diğer toplulukları taraflarına çekmeyi kimi zaman da hiç savaşmaksızın ülkeleri fethedebilmeye muktedir olabilmişlerdir.

***

Güçlü olanın doğal çekiciliği vardır. Hayatta kalabilmenin genel kuralıdır. Bu benzetmek gibi olmasın ama hayvanlar âleminde bile aslanın dostu olanın hayatta kalabildiği, düşmanı olanın ise aslan ve arkadaşlarına yem olduğu basit bir kuraldır.

Dinler de devletler gibi varlıklarını devam ettirebilmek için maddi dünyada güçlü olmak için, maddi dünyada bilimden destek almak, haklılıklarını kanıtlayacak araçlar üretmek, sloganlarını duyurmak için çok çeşitli araçlar bulmak ve bu araçlar için de başka vasıtalar bilimin teknolojinin desteği gerekir. Buna kötü bir benzetme denebilir. Birinin teknolojik üstünlüğü diğerlerini sindirmek için, yok etmek için çeşitli araçlar üretebilirken, dahası yenilme ihtimali olan tarafın arasından safını terk edeceklerin de olmasıyla bir tarafın diğer taraf karşısında mağlup hale gelmesine neden olabilir. Avrupa’da başlangıçta Müslümanların yararına olan Katolik-Ortodoks çatışması, arkasından Katolik-Protestan çatışması Avrupalılara yüzyıla yakın süren bir din savaşlarına ve dünyanın kaynaklarına sahip olmakla üstün olunabileceğine inanan, dini insanların anlayabilecekleri şekle sokan, kısmen papazların otoritesini önce bilimle yok eden veya sınırlayan sonra bilimle dini ortak yapan, yönetim sistemlerinin içine sistematik bir şekilde ekonomiden, teolojiyi, felsefeyi yerleştiren Batı dünyası üretim araçlarını bilimin sır bilgilerinin kendi tekellerine girmesine vesile olacak akımlarla ortaklığa geçerken, Bartelomo Des Las Casas’ın da açıkça belirttiği gibi doğuda Asya ve Güney Amerika kıtasında yapılan Sömürge İmparatorluklarının bedeli sıfıra yakın sağladığı kaynaklarla meydana gelen  “Sanayi Devrimi”ile üretim üstünlüğünü pekiştiren ve günümüzün özellikle Batı Avrupa ve Amerika’nın başını çektiği Protestanlık bu konuda bir adım öne çıkarken, Katolikler de derhal kilisenin bilimle barışmasını ve dahası tıpkı Protestanlar gibi bilimsel destek, bilimle ittifak yoluna gitmekte gecikmediler. Bir zamanlar “dünya dönüyor” diyeni giyotine gönderen papalık, nihayet bilimin desteğinin şart olduğunu anlamış oldu.

Batıda din adamları bilimin birçok dalında yetiştirilirken, sömürgecilik gibi çok önemli bir silahı keşfettiler. Özellikle yıllardır hazırladıkları elemanlarını öncelikle yıllarca süren ön araştırmalardan sonra hedef olarak belirledikleri bölgelere gönderdiler. Hedef toplulukları ve toplumların zayıf yönlerini son derece iyi yetişmiş, dil bilen, bilim adamı hüviyetine sahip, gittikleri bölgelerde doğal kaynaklar hakkında bilgi sahibi olup sömürülecek kaynakların tespit edilmesine yönelik olarak da yetiştirdikleri adamlarını seyyah, din adamı, eğitimci, öğretmen olarak söz konusu bölgelere gönderdiler. Afrikalı kabileler bu duruma “Avrupalılar geldi, bizlere İncil verip, gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler ve biz gözlerimizi açtığımızda İncil elimizde topraklarımızın tapusu, zenginliklerimizin tamamı ise onların elindeydi” derler. Amerikalı yerli kabileler ise bu durumu çok daha sert ifadelerle anlatırlar.

Amerika’yı keşfeden, denizleri yenip, denizlere hâkim olan, denizlerin götürdüğü zenginliklerin yok pahasına sahibi olan Batı Dünya’sının Hıristiyan ve Yahudilerce kutsal kabul edilen ve bilimden iyice uzaklaşmış Osmanlı İmparatorluğunu yeni hedef olarak seçmeleri birçok bakımdan anlaşılır. Ancak birçok Avrupalı veya Amerikalı uzman ön Asya’yı Afrika ve Asya’nın kapısı olarak görmüşler, Anadolu’daki hâkimiyetin onlara Orta Asya’nın da anahtarını sunacağını fark etmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında Fatih Sultan Mehmet zamanında İstanbul’un fethedildiğinde Müslüman olmayan toplumlara verilen haklar saygı hem Türklerin hem de Müslümanların ortak bir karakteridir. Türklerin zayıf noktaları biri de “Orhun Yazıtlarında” gayet güzel şekilde bir şekilde ifade edilmiş, unutulmasın diye taşlara kazınmıştır.

Osmanlı sömürülmek için başlangıçta fazla güçlüydü ve daha kolay avlar varken, Osmanlı İmparatorluğunu uyandırmadan önce yutulacak parçalara ayırmak daha sonra yutmak mantıklı ve makul bir yol olabilirdi. Ancak bu yine de muhtemelen Osmanlı’nın himayesindeki yerlerde yerüstü ve yer altı varlıklarının araştırılması için araştırma ekiplerinin hedef seçilen bölgelerde araştırmacı veya seyyah kılığında ya da arkeolog kılığında insanlar göndermeleri bir envanter araştırması yapmaları gerekirdi ve Türk tarihçilerin birçoğunun yabancı tarihçi ve arkeologların eserlerine atıfta bulunmaları bir nebze bunu kanıtlıyor olmalıdır. Hatta tarihin yönünü istedikleri gibi değiştirebilecekleri envanterleri de üretip istedikleri yerlere daha sonra bulunmak üzere yerleştirmeleri dahi içten bile değildi.  Ortadoğu’da ve İslam coğrafyasında bulunan tüm tarihin Londra, Paris, Berlin, Amerika,  Rusya gibi ülkeler ve ülkelerin şehirlerinde en mahrem eserlerin tek kopyalarının orada bulunuyor olması İslam coğrafyasının uzun süre sahipsiz kalmasıyla açıklanamazsa, başka nasıl açıklanabilir?

Zamanı gelince ve yeterince araştırma yaptıklarına inandıkları bir zamanda en uygun zamanda İngiltere ve Amerika Osmanlı coğrafyasına önce yumuşak güç olarak misyonerlerini yolladılar. Yoğunlaştıkları azınlıklar üzerinde yeterince çalışma yaptıktan sonra çok kısa zaman dilimlerinde Osmanlı coğrafyasında sayıları yirmi otuz bin öğrencilere başlangıçta sıfır olmak üzere ciddi bir nüfusu özellikle azınlıklardan Ermeniler ve Bulgarları etkileyecek bir yapıya ulaştılar.

Bulgarların 8. Asırdan Müslüman ve Türlüklerinin bilincinde olan bir millet ve Bizans’a tehditken nasıl olup da Osmanlılar tarafından kendi yanlarına çekilemediği bir soru hatta sorundur ancak bu soru ve sorunun yine cevabı bir kez daha Orhun Yazıtlarında aramak gerekir.

Ermenilerse Türklerle ortaklıkları 1071 Malazgirt Savaşına dayanan ve Osmanlı içinde Türklerle en iyi şekilde muamele görmüş, makam mevki sahibi olmuş bir millet olarak bu binlerce yıllık bağı birkaç on yıllık süreçte nasıl bu kadar çabuk parçaladıklarını anlamak mümkün olmasa da bunda Amerikalı ve İngiliz misyonerlerin ciddi başarısı ve ikna güçlerindeki inanılmaz güç olsa gerek. Bu durum Osmanlı İmparatorluğuna gelen misyonerlerin ne derece usta kişilerden oluştuklarını anlamamak için saf olmak gerek. Kaldı ki, Ermeni Ortodokslardan etkilenen ciddi Türk nüfusun önce Ortodoks olduğu ve Karaman ve civarında ciddi bir Türk Ortodoks nüfus oluştuğu ve bu kişilerin Lozan sonrası gözyaşları içinde Yunanistan’a göç ettirildiği birçok tarihçinin yazdığı konulardandır.

Bulgarlar devlet olduğunda yönetim kadrosunun tamamının Amerikan Protestan Okulu Robert Koleji mezunu olduğunu özellikle belirten yabancı kaynaklar bunu bir başarı ve övünç sebebi sayarlar ki haklıdırlar! Aynı zamanda Ermenileri cesaretlendirip Türklere saldırtanların himaye gösterdiği ülkelerin başını çeken Amerika ve İngiltere son iki yüz yılın Osmanlı topraklarında yaptığı çalışmalar sayesindedir. Ermeni himayesi denince bu ülkelere Kanuni Sultan Süleyman zamanından beri kapitülasyonlar verilen Fransa’yı yok kabul etmemek olmaz. Neticede Ortadoğu Haritaları bu iki devlet tarafından çizilmiştir.

Bugün tarafların oturup şunları da düşünmesi gerekiyor: Bu bölge yani Anadolu, Yunan, Bulgar veya Ermeni hâkimiyetinde olsaydı da savaşlar olmayacak mıydı? Ya da dinleri Hıristiyan diye sömürüden kurtulabilecekler miydi? Cevap kesinlikle hayır olmalıdır, zira buna evet diyecekler Orta ve Doğu Avrupa Devletlerine baksınlar. Hepsi Hıristiyan ve hepsi de açık sömürge. Yerli en ufak bir sanayi kalıntısına sahip olmadıkları gibi büyük devletlerin paylaşım sahası, pazarı ve oyuncağından başka bir şey değiller!

Bir yere zehirli bir tohum atılmışsa o tohum sürekli bir şekilde ürün verir. Kanıtı Osmanlı’da ilk Ermeni isyanlarını başlattıkları yerlerde tam da yüz yıl sonra 12 Eylül öncesi olayların olması, Sivas olayları dahi tesadüf değildir, tesadüf olması kesinlikle mümkün değildir.

İnsanlar çoğu zaman sadece misyoner deyince Avrupalılara odaklanıyorlar, diğer bir takım sözde projelerin misyonerliğin şekil değiştirmiş hali olduğunu anlayamıyorlar. Eski Amerikalılar deşifre olduğu için Koreliler hatta kimi zaman Japonlar Amerikalılar veya Batı adına bu çalışmaları yürütebiliyorlar. Dahası sadece bunu Hıristiyan propagandası yapan yerlerde okullarda aramak yanılmanın başlangıcıdır. Alnı secdeden kalkmayan bir grubun onların emrinde olduğunu bundan on beş yıl önce alenen söylenemezdi. Dahası iftira olabilirdi. Şüphe duymak su-i zanda bulunmak İslam’da şiddetle reddedilir de mantık diye bir bilim dalı vardır. Bir profesör Bulgaristan’a giderken vize alamıyorken, diğerlerinin ortalama üniversite mezunlarının dahi haritada yerlerini bulamadıkları ülkelerde okullar açabiliyor olmaları garip ve mantıkdışı karşılanmaması insana en son Mehmet Aydın nam-ı diğer Tosuncuk yani Çiftlikbank’ın kurucusu olan şahsın organizasyonuna para kaptıran bir kadının trajik cevabını hatırlatıyor: “bu kadar insan para yatırdığına göre, bu kadar insanın hepsi de salak olamaz diye düşündüm.!”  Akıl sahibi bir insan planlamasını yüz yıllık yapabiliyor ve her ülke için yüzlerce uzman çalıştırıyorsa tüm umudunu bir ekibe gruba bağlama ihtimali olamaz. Sıradan her insanın yarın sabah işe gitmek için kafasında alternatif en az beş yol varken, dünyanın planını yapan ülkelerin oyunlarına karşı akıl oyunları üretmek gerek!

 

 

  1. https://sorularlaislamiyet.com/osmanli-1492de-ispanyadaki-yahudilere-kucak-actigi-halde-neden-muslumanlara-kucak-acmadi-ve-0

 

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..