Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

26 Şubat '13

 
Kategori
İlişkiler
 

Yüz elli kişiye sordum!!! ''Aşk'ı tanımlayabilir misiniz?AŞK nedir?''(3 )

Yüz elli kişiye sordum!!! ''Aşk'ı tanımlayabilir misiniz?AŞK nedir?''(3 )
 

objektifimden...........................................


 

‘’Bir insanın en büyük rakibi ya da düşmanı; kendidir:’’ Derdi babam.

 Kendinle rekabet etsen iyi. Gelişir fikirlerin, geliştirirsin kendini. Ama ben kendimle rekabete fırsat bulamadan, Ay Şen’le rakibim. Gizli ve kıyasıya müthiş bir rekabet var aramızda. Bilmem ki bu işin sonu ne ola! :))))))))

Bırak dedim. HüsnüNİYE Kuruntu olarak başladığım şu yazı dizisini, alnımın akıyla bitireyim. Ne gezer? Bir dolu yazı girdi yine araya. Eeee efendim, yazımın bütünlüğü kaybolup gidiyor bu arada. Niye onun sayfasındasın? Diye soracak olursanız eğer. Taktik ve teknik konular bunlar! Diye cevaplarım.

‘’Neyse’’

Bu neyseyi neden tırnak içine alıp da yazıyorum? Onun da bir ara açılımını yaparım size.

Dönelim konumuza.

Ayağıma taş koymalar, tüm engellemelere rağmen. ‘’Aşk’ı tanımlayabilir misiniz? AŞK nedir?’’ yazı dizisi, dolu dizgin devam ediyor.

150 kişiye sordum amma!

Bir de benden;

AŞK, bir papatyanın narin ve ince yapraklarında çırpınır çaresizce; seviyor, sevmiyor diye. Papatya falının bitimsiz hüznü çöker, yapraksız kalan çiçeğin tam da orta yerine, yürek misali. Aşkların sonu; buharlaşıp giden çiğ damlasına benzer. ’’O’’ çiğ damlası ki! Belki yeniden düşer yüreğe, belki de hiçbir zaman. Ne aşka yüklenen imgelerin kıymeti vardır, ne de aradaki ölümsüz diye nitelenen simgelerin. Ölümsüz olan ne var ki?

Hayatın bütününün asık yüzlü bir fotoğrafıdır AŞK. Hissettiğin duyguyu anlayıp da taşıyabilene ne mutlu. Anlayamayana da geçmiş ola!

Düştüm yine yollara diyecektim ki kendimi; mevsim çiçekleriyle bezenmiş, yeşilin halen hüküm sürdüğü şirin bir parkta ve ortasında kurulmuş olan çay bahçesinde buluverdim. Güç bela, buldum oturacak bir masa. Kuruldum… Masa buldum ya… Yayıldım… Fotoğraf makinem, defterim, kalemlerim. Sanki satın almışım da masanın tapusu benim.

Kış olmasına karşın, bahar günlerini anımsatan Güneş’in bulutlarla dansını izledim bir zaman.

Severim izlemeyi, gözlemlemeyi. İnsanlar… Kimileri koşuşturuyorlardı, besbelli yetişecekleri yerler vardı. Kimi düşünceli ağır aksak yürüyordu. Ah yürüsem mi yürümesem mi acep gibilerinden düşünceli. Bazılarının yanlarında çocukları. Bazıları da gruplar halinde.

Misafirliği ve misafirperverliği pek severiz de! Ben kulak misafiri olmayı hiç sevmem. Ne demekse. Ne misafiri, düpedüz duyuyorsun işte! Duyduklarına gülsen bir türlü, gülmesen olmuyor.

‘’ Baba bak… Bu kurbağanın sesi seni anımsatıyor!’’

‘’O niye o?’’

‘’Geceleri sen de bu kurbağa gibi sesler çıkarıyorsun da uyurken, ondan…’’

‘’Sus şimdi! Patlatmamayım enseni!’’

‘’Ha ha ha ha… Yalan mı baba?’’

Ben kendi derdimde. Kime sorsam şimdi. Aşk nedir? Diye düşünürken, üç kişi belirdi masanın yanında aniden. Biri bencileyin, diğer ikisi gençten üç kadın.

-Siz yalnızsınız herhalde… Oturabilir miyiz biz de?

‘’Gökte ararken, yerde buldum’’ Diye buna derler.

-Elbette… Hay hay… Buyurun oturun…

Kısmet ayağına gelirmiş… Aynen öyle…

Tanışma faslı, biraz sohbet derken, geldim esas konuya. Sormasam olmaz şimdi!

-Bana Aşk’ı tanımlayabilir misiniz? AŞK nedir?

Genç kadınların anneleri olduğunu öğrendiğim kişi atıldı söze. Balıklama…

-Bak güzelim! Aşk öyle bir cümle ile anlatılamaz. Zaten Aşk’ın tarifi de olmaz. Sana bir aşk hikâyesi anlatayım. Sen çıkarımını kendin yap. Sorunun cevabını da okuyanlarına bırak.

‘’Vakti zamanında; Güneş’in denizin içinden mor doğduğu, dağlarında mor sümbüllerin açtığı, mor yazmalı, lavanta kokulu kadınların yaşadığı bir köy varmış. (Mışlı, mişli anlatıyorum, fazla teferruata girme.) Bu köyün yamacında kurulduğu, yürüyerek zirvesine ulaşılabildiği tepe yerinde de Güneş ışıklarını yansıttıkça, morumsu renklerle parlayan bir kaya. Gün boyu, ışıl ışıl mor ışıklar yansıtırmış göründüğü her yana.

Bir de bu köyde, lavanta kokulu kadınlara inat. Al yazmalı, kırmızı dudaklı, gelincik kokulu bir kadın yaşarmış. Sessiz ve sakin. Ne kimse ile konuşur ne de kimseye sataşmazmış. Kendi halinde. Hep hüzünlü, hep boynu bükük. Ve bu kadın, her gün, tarlasına gitmeden önce; ‘’O’’ dağın tepesine çıkar, morumsu kayaya derdini anlatır, yanar yakılırmış. Zamanla köylüyü bir merak sarmış. Ne ki ne ola? Bu kadın her gün o tepede ne arar? Takip etmeye karar verirler ve peşine düşerler. Meğer bir aşığı var da onunla buluşur sanmışlar. Bir de ne görsünler? Kadın kayanın dibinde; taşla konuşur. Derdini, sevdasını, sevdasının büyüklüğünü ama imkânsızlığını anlatırmış. Hiç bıkmadan usanmadan, yaşadıklarını, yaşamak isteyip de yaşayamadıklarını, gerçekleşmeden solan hayallerini. Yanıldıklarını anlamış ve uzaklaşmışlar. Zaar deli diye düşünmüşler.

Gel git zaman, lavanta kokulu kadınlar ve köyde yaşayan erkekler, gelincik kokulu kadın gibi dağın zirvesini yol etmişler kendilerine. Her biri kendi sıkıntısını, derdini dökmeye başlamış morumsu renkteki kayaya. Ve… ‘’Sabır Taşı’’ koymuşlar adını.

Onlar anlatmış, taş dinlemiş.

Onlar ağlanmış, taş ağlanmış.

Onlar dertlenmiş, taş dertlenmiş.

Böylece yıllar geçmiş. Gelincik kokulu kadın bu olanları sessiz sedasız seyretmiş, hiç ses etmemiş. Yıllar önce düştüğü aşk öyle çaresiz bir hal almış ki onarılamaz bir halde imiş. Aşkının acısını içine gömer, hüznünü bakışlarına yüklermiş.

‘’Bekle’’ demiş sevdiği.’’ Döneceğim bir gün geri!’’

Köy yerinde kim bekletmiş ki evlilik çağına gelmiş, yetişkin kızı? Ona sormadan ‘’ Gönlünde biri var mıdır? Demeden, baş göz edivermişler. Gelincik kokulu kız, Yar’ına varamadan gitmiş başka ellere. Yad ellere. Kırmızı dudakları solmuş, al yanakları gülmez olmuş. Hazan yaprağı misali sararıp, solmuş. Gönlü deli divane. Zamanla 3 tane de bebe oluvermiş gelincik kokulu kadının elinde. Ve… Bir gün, tarla husumeti yüzünden, çekip vuruvermiş komşusu, kocasını. Kocası dünyaya veda etmiş, gelincik kokulu kadın, üç çocukla yapayalnız kalıvermiş bir başına, gurbet ellerde.

Aşk’a düşsen ne çare? Sevdiği dönse geri! Gelse, bulsa gelincik kokulu kadını. İster mi? Ne belli?

Yine yıllar yılları kovalamış, gelincik kokulu kadın, gözleri ufka bakar, taşın yanında ağlarmış. Bir zaman sonra onca insanın derdine midir? Yoksa gelincik kokulu kadının ağlamalarına mıdır? Bilinmez! Morumsu kaya ‘’Sabır Taşı’’ çatlamış. Ve gelincik kokulu kadın, halen o çatlayan kayanın yanında, sabrının sınırlarını zorlarcasına, yanar… Yanarmış. Hiç yüksünmeden, yıllar geçse bile o aşkının acılarını, son demlerinde dahi olsa bitkin yüreğinde taşımaya çalışırmış.’’

Bu öykünün anlatımı bittiğinde; masadakilerde, ben de dâhil, ne hal kalmıştı ne derman. Gözlerimizden akan yaşlar, gelincik kokulu kadının talihine ve ölümsüz aşkına doğru yol almış akar, akar. Belki de sabır taşına doğru çağlar.

Uzun, upuzun bir sessizlik…

‘’Birer kahve içelim mi?’’ diye yırttım sessizliği. Duygu yüklü atmosferin büyüsünü bozacağımı bile bile, korka korka…

‘’Aşk’ın sonu hep acı’’ Dedi kadın.

‘’Aşk, sevdiğinin kokusunu aramak ve bulamamaktır!’’

Bu öykünün ardından; bugün daha başka bir kimseye ‘’AŞK nedir?’’ diye soracak mecalim kalmadı!

Daha bitmedi!

Devam edecek…

Hoş kalın, hoşça kalın ama sevgiyle kalın.

 

 

Ayşen Arslangiray Kura

Kuşadasından…

http://blog.milliyet.com.tr/yuz-elli-kisiye-sordum------ask-i-tanimlayabilir-misiniz-ask-nedir-----2--/Blog/?BlogNo=402277

http://blog.milliyet.com.tr/yuz-elli-kisiye-sordum------ask-i-tanimlayabilir-misiniz-ask-nedir------1--/Blog/?BlogNo=400945

 
Toplam blog
: 533
: 1375
Kayıt tarihi
: 14.11.10
 
 

Aydoğdu; kızgın güneşinde Ağustos'un, sararmıştı altın sarısı başaklar. Kırlangıçların göç dansın..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara